Öykü

Acıyı Döşünde Konuk Eden Bir Öykü – SOMA Faciası/ Özlem Yıldız

Vicdan, Yazar Ve Fotoğrafçı

Soma maden faciasının sabahında, yazar, çalıştığı liseye uğradı. Bahçede koşuşan çocuklar gördü. Okul müdürü, peşlerindeydi. Belli ki derse girmeleri için zorluyordu onları. Vicdan, yanından geçen bir öğrenciye ne olduğunu sordu. Meğer, öğretmenleri bir gün önce telefonlarını toplamış. Her birinin yaralısı, cenazesi varmış. Zaten bu halde ders mi düşünülürmüş? Bir an önce…
Araya girdi Vicdan. Öğrenciler, telefonlarını alıp gittiler. ‘Ders sokakta.’ diye düşündü okuldan çıkarken. ‘Mezarlıklarda, morgların önünde, siren seslerinde. Kavun depolarına serilmiş cansız bedenlerin isli yüzlerinde…’
Adam asıldı pedallara. Öğretmenevinde buluştu yazar arkadaşıyla. Bir de Fotoğrafçı gelmişti onunla. Kısa bir selamlaşmanın ardından gündeme uzak bir soru sordu Fotoğrafçı:“Bugün hiç cenaze görebilir miyiz?”
Şimdi arabadaydılar. Uzun bir güne doğru kırdılar direksiyonlarını. Mezarlığa uğradılar önce. Son model iş makineleri hoyratça kazıyordu toprağı.

Vicdan, iyi bir rehber sayılırdı. Bisikleti ile uğramadığı köy yok gibiydi buralarda. Her ne kadar tüm haberler, “Soma…” diye başlasa da Kınık’a da ateş düşmüştü. Vicdan’ı dinleyip o yöne gitmeye karar verdiler. Maden sahasında “güvenlik” tedbirleri en üst düzeyde olduğundan olay mahalline yaklaşamadılar. Hemen yakınlardaki bir köyün sokaklarında park edilmiş araçlar gördüler. İlk ölüm, fısıldanmış oldu kulaklarına. İki yanı yeşilliklerle kaplı bir patikada ilerleyen cenaze alayının peşine takıldılar. Fotoğrafçı bir çiçekleri çekiyordu, bir insanları, bir tabutu.
Yazar’ın içine davetsiz bir konuk gibi kuruldu acı. Vicdan, ‘Belki de yeni bir öykünün ilk cümlesini buldu bu sessiz akışta.” diye düşündü.
Yeni cümleler için Kınık’a geçtiler. Yeni bir sokak, yine feryat figan. Ölen bir madencinin çocuğu, dedesinin kucağında. Yavrucak, iki yaşında var yok. Yazar’ımızı duvar dibine çökertiyor iç sızısı. Madencinin amcası, kendini kaldırım taşlarına vuruyor. İnsanlar yumuluyor üzerine. Fotoğrafçı iştahla basıyor deklanşöre. Vicdan, ceketinin ucundan çekiştiriyor onu.
Kahveye geçiyorlar hep birlikte. Acı, bir gölge gibi peşlerinden geliyor. Faciadan bir önceki mesaide çalışmış işçiler var içerde. Her biri kendi öyküsünü ekliyor büyük resme. Yine de birleşmiyor parçalar. Yazar, öylece bekletiyor cümlelerini. “Nasıl?” sorusu içini kemirmeye devam ediyor. Çaylarını kafaya dikip ayrılıyorlar oradan.
Dağların arasında bir köyden söz ediyor Vicdan. Ateşin oraya da düştüğünü ekliyor.
Yol boyu bahar. Sol yanlarında eski coşkusundan eser kalmamış bir nehir, sağda Tibetli rahipleri kıskandıracak dağ sıraları.

Bir süre ilerliyorlar bu şekilde. Konuklar şüpheyle bakıyorlar Vicdan’a. “Böyle bir köy yok herhalde.” der gibiler. Araba dönüyor da dönüyor, yol yükseliyor da yükseliyor. Mayıs, sağdan soldan çiçekleniyor. Arkadaşlarının şüphelerini dindiriyor Vicdan. Yazar’ın telefonu çalıyor o ara. Bir arkadaşı: “Dünyanın önde gelen kanallarından birinin muhabirini getirsem bir görüşme ayarlayabilir misin?” diye soruyor. Yazar, Vicdan’a bakıyor. Vicdan’ın adı üzerinde…
Fotoğrafçının ve Yazar’ın gözlerindeki bekleyiş bitmiyor. Son dönemece kadar köy yokmuş gibi geliyor ikisine de. Arabayı park edip sokak boyu ilerliyorlar. Cenazeler gelmemiş henüz. Avlularda küme küme insanlar, duvar diplerinde gençler. Acı, bir ateşin alev dilleri gibi oradan oraya dolanıyor. Saçakları, pencere tüllerini, gelinlerin eşarplarını yalazlıyor; avlu içlerinde közleniyor. Dünyanın kalbi bugün bu köyde atıyor. Kameralar insan avında. Her birinin önünde faciadan kurtulan bir madenci. Kimi durgun, kimi şaşkın, kimi de nasıl kurtulmuş olduğunun hayretini sayıklıyor.
Yazar’ın bakışları, kameradan kameraya atlıyor. Düşünceleri, is kokulu maden ocaklarında geziniyor. Karanlık kör ediyor gözlerini. Adımlarını tartarak atıyor cansız bedenlerin arasında. Ev içlerinden yükselen feryatlar çekip çıkarıyor onu dalgınlığından.
“Cenazeler gelmek üzere!” diye bir ses duyuluyor.
Vicdan, nasırlı bir avuç içini andıran meydanın kenarına çöküyor.
Cenazelerin gelişi, acısı közlenmiş yüreklere benzin döküyor. Yaşlı bir kadın, yakınının tabutuna sarılıp: “Beni de gömün!” diye bağırıyor. Vicdan da Yazar’a benzemeye başlıyor. Onun da içinden cümleler geçiyor. O da maden ocaklarında dolanıyor, o da bir kıpırtı arıyor karanlığın içerisinde, o da…
Canlar, omuzluyor cenazeleri. Ölüm yüklü bir katar geçiyor insanların üzerinden. Mezarlık, köy meydanından daha büyük. Taze ölüler, yaşayanlardan çok. Toprakta kürek sesi, rüzgârda ağıt, dudaklarda dua, içlerde öfke… Sızla Vicdan sızla!
Sesler duyulmaz olunca Yazar’ın telefonu titriyor yeniden. Arkadaşı telaşla röportajın filanca saate yetişmesinden söz ediyor. “Yetişir.” diyor Vicdan, “Dakikalar saatlerden uzundur köylerde.”
Küçük kafileyi köyün girişinde karşılayıp hızlı adımlarla dar yolda bir düzlük arıyorlar. Kameralar, mikrofonlar derken oracıkta bir set kotarılıyor. Röportajı yapacak ekiptekiler, görüşecekleri kişiyi tahmin etmeye çalışırken Vicdan’ı şöyle bir süzüp, “Hayır.” diyorlar, “Aradığımız kişi bu olamaz.” Yeni bir telaş başlayacakken, “Kaza, kurtulmak, madenci, ölüm…” gibi sözcüklere etiketlenmiş bir yolcu, kulak misafiri oluyor konuşulanlara. “O benim.” diyor. “Ölümü Gören Adam benim.”
Kameraya açı veriliyor. Arada derin bir vadi, karşıda dağlar, yan tarafta kırmızı kiremitli köy evleri, kameranın karşısında madenci… Yabancı konukların içi biraz olsun rahatlıyor. Yazar’ın arkadaşı çevirmenlik yapıyor. Ölümü Gören Adam, başlıyor öyküsüne. Yangın, is, duman… Feryat, acı, ölüm… Kurtuluşsa kurtuluş…
Konuklar yanıtlardan memnun. Son bir soru: “Yeniden ocağa iner misin?”
Dakikalardır soğukkanlılığını koruyan madenci suskunlaşıyor. Yüzüne gri bir bulut çöküyor. Bakışları kendi içine yöneliyor. Başını iki yana sallayıp ağır adımlarla ilerliyor ormana doğru. Kamera epey çekiyor onu. ‘Bir filmin sonu…’ diye düşünüyor Vicdan.

Hep birlikte dönüş yoluna geçiyorlar. Kısa bir süre ilerleyip ormanın kenarına geldiklerinde, ölümü Gören Adam’la karşılaşıyorlar. Yorgun madenci, birkaç arkadaşının daha cenazesine yetişebilmek için kendinden geçmiş bir halde yol kenarında bekliyor. Sıkışıyorlar arka koltuğa. Bir şey sormaya çekiniyorlar Ölümü Gören adam’a. Mayıs, çiçeklerini nereye saklayacağını bilemiyor. Arabanın yükü ağır. Yazar, Vicdan, Fotoğrafçı, Ölümü Gören Adam ve “Nasıl?” sorusu.
İniş, yokuş, dönüş derken Vicdan’ın gözleri ağırlaşıyor. Okul bahçesinde çocuklar görüyor yine. Ölüm peşleri sıra geliyor her birinin. Kollarını açıyor Vicdan. Kurtarabildiği kadarını çekip çıkarıyor yok oluşun içinden. Tam bu sırada Ölümü Gören Adam’ın sayıklamalarını duyuyor yanı başında: “Konuşurlarken duydum onları. Buradaki kömürü alırsak kahraman oluruz, diyorlardı. Alamazsak katliam…”

Özlem YILDIZ
23 Mart 2016
Soma
***

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın