Akhisar‘ın ovaları; bazen zarif, narin, sıcaktan sararan başaklarıyla sonsuz ufka bakıyor, bazen de zeytin ağaçlarının güçlü duruşuyla zamanı hiçe sayıyor.
Dam evleri, rüzgârın hızıyla dönen su değirmenleri, zeytin ağaçları, kavun yığınları, üzüm bağları, tütün tarlaları tek tük de olsa kalmış çardakları hepsini ama hepsini özlemişim.
Şehirlerin de tıpkı insanlar gibi ruhu olduğunu düşündüm.
Akhisar’ın ruhu; o dar sokaklarından, bu sokaklarda bol çiçekli saksılarla süslenmiş küçük avlulara açılan kapılardan, at arabalarının tekerlerinin sokaklara bıraktığı izlerden, seslerden, ürününü satmak için şehre sadece çarşamba günü gelen, pazardaki yerini alırken ‘ısçaktan’korunmaya çalışan köylülerden ve illaki Akhisarlıların çok ama çok sevdiği parktan oluşuyordu.
Tahir Ün Caddesi ve bu caddeye açılan sokaklardaki irili ufaklı, çeşit çeşit mal satan dükkânlar da bu ruhu tamamlıyordu.
Yeni Camii, Ulu Camii, Paşa Camii ve Tahtakale’deki koca çınar, uhrevi bir hava içerisinde bu şehirden gelip geçen zaman yolcularına, yüzyıllardır sükûnet sağlıyor; onlara ölümlü olduğunu hatırlatıyor.
Bir çay içelim parkta dedim ama içemedim.
İçinden, ezberlediğim sokaklarından usulca geçtim.
Çocukluğum, ilk gençliğim, sıcak yuvam, koştuğum ovalar, gölgesinde uyuduğum incir ağaçları ve anam babam da benimle birlikte geçti, usulca geçtik içinden. Kimselere görünmeden, kimselere söylemeden sessizce geçtik.
Akhisar ruhuma işlemişsin!
Bir şehir bu kadar mı sevilir, bu kadar mı özlenir!
Parkta oturup bir çay içecektim, hatıralar bırakmadı içemedim.
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz