Öykü

Akhisar’dan Gerçek Öyküler

Kamalı Halil

ve Balık Ziyafeti

Ali Özenç Çağlar

Kamalı Halil, İzmir Akhisar Seyahat otobüsündeki koltuğuna yerleşince,kıdemli şoför Kara İskender de fazla beklemeden yola çıkmak için motoru çalıştırdı. Açık olan sol pencereden arkasını gözleyip yeniyetme muavinin söylediklerine kulak vererek, garajdan çıkmaya çalışıyordu. Muavin: “Abi, az gel, çok güzel, sağ yap… sağ, sağ, şimdi sola kıvır. Arka boş… abi tamam, devam et!” diyordu… Kocaman, 0 302 Mercedes Otobüs burnunu iyice çıkışa sokmuştu ki, muavin afilli bir şekilde arabanın kapısını kapatırken, elini iyi ayarlayamamış olacak ki, çıkan ses, yolcularla birlikte, ta ön koltukta oturan şoförü bile yerinden hoplattı:

-Ulan oğlum bu nasıl kapı kapamak! Biraz daha kibar olamaz mısın, Allahın ayısı?

-Pardon abi, biraz fazla yüklenmişim. diyen muavin, burnunu çekerek, orta girişteki yerine oturdu… Dışarıdan simitçilerin, nane şeker, pet su satanların sesleri camlara vurarak aralardan titreşimler halinde içeriye kadar geliyordu.

Kamalı koltuğuna yerleşmek için doğruldu; hafif yana bükülüp üzerindeki isportacılardan 30 liraya aldığı deri yeleği çıkardı. Canı sigara içmek istedi, ama yasaktı artık. Şöyle bir uçlu tellendirebilirdi aslında. Bir saatlik yol böyle kös kös somurtup oturarak geçmezdi ki. O, bu günü kendine ayırmıştı. Akhisar’a gidecek orada eski tanıdıklarını, Kaleli’nin Mustafa’yı ve daha rastladığı bazı başkalarını görecek, öğlende de dayıoğlunun otele geçip, ne yapıp edip ona bir balık ziyafeti çektirecekti kendine. Dayıoğlu Sedir Otelini çalıştırıyordu bu sıralar; işi de fena değildi. Ona göre çok iyi para kazanıyordu. “Bana bir balık söylese ne olur ki?” diye söylendi kendi kendine. Başını kaldıracak oldu, zıpır muavin kolonya şişesini burnunun dibine dayayıverdi. Kamalı sinirlenerek, “İstemez!” dedi. Hiç sırası değildi şimdi. Tam balık üzerine düşler kurmaya çalışırken kolonyanın sırasımıydı yani. “Boş ver” deyip, belli belirsiz elini sallayarak muavini öteledi.

Sahi nasıl bir balık ısmarlardı dayıoğlu ona acaba? Onun içinden şöyle kocaman, tepsi gibi bir kalkan balığı geçiyordu;; ama çiroz, ya da palamuta da hayır demezdi aslında. Hatta fazla ırıngırın ederse, bir hamsitavaya bile fit olabilirdi. Hafif gülümsedi. Sanki kurulu sofra iki marifetli el ile önüne getirilivermişti şu an. Kamalı canlandı. Balık kocaman bir sini içinde itina ile süslenmiş, üzerinde yeşil soğan, maydonozlar, havuçları ince ice tel gibi kıvırıp orasına burasına yerleştirmişler, birkaç limon bölünerek, kırmızı domateslerle birlikte tepsinin kenarlarına yerleştirilmiş; yanlarında da birkaç dilim beyaz peynir, karşılıklı olarak duruyordu. Kamalı bu, tutamadı kendini, hafif yutkundu, başını otobüsün camına dayayıp, bıraktığı yerden düşüne devam etti.Balık tabağının iki yanında orta boy iki adet çoban salatası tabağı, hemen onların dibinde yine karşılıklı olarak dört boş su ve bir o kadar da rakı bardakları boy gösteriyordu. Kamalı telaşlandı. “Peki bardaklar oradaydı da rakılar neredeydi?” Uyuşan omzunu biraz öne alarak, alnını otobüsün serin camına dayadı. Bir baktı ki, temiz giyimli genç bir garson elinde bir 70’likle salına salına geliyor. Hemen ısınıverdi çocuğa. Çok sempatik, çok sevimli, dost canlısı buldu nedense onu; utanmasa kalkıp garsonun yanaklarından öpecekti. Acaba bu ilginin 70’likle bir bağlantısı var mıydı, o da pek bilmiyordu… Uzattı başını pencereden, hafif yan döndü. “Oho, Saruhanlı’yı bile geçmişiz.” dedi. Midesini dinledi, biraz daha dayanabilirdi bu vaziyette. Kamalı’nın dayıoğlu, Coşkun cömert adamdı; her gittiğinde Kamalı’ya hiç olmazsa bir köfte söylerdi, çorba söylerdi karşıdaki Çarşı Lokantası’ndan. Ama neden söylemesindi. Baba bir, ana ayrı olsa da, dayıoğluydu işte. Hem o yağlı pehlivan olarak güreşirken az desteklememişti Coşkun’u, az katlanmamıştı onun tafralarına. Rahmetli dayısı Rıza: “Hadi Halil koş şu Kel Mehmet’e haber ver, ya dasenin tanıdığın gençlerden bir ikisini bul da bu oğlan biraz idman yapsın” dedi mi, o dakoşar getirirdi gençlerden birkaçını. Allah için, az kollamamıştı dayıoğlunu; şimdi bir balık ziyafetinin lafı mı olurdu yani.

Otobüs Kapaklıdan aşağıya sarkılınca iyice heyecanlanmaya başlamıştı. Mecidiye çıkışını geride bırakmışlardı artık. Eski Çukurçiftlik, yeni adıyla Kayalıoğlu da geride kaldı. Bu yolların dili olsa da söylese, az gidip gelmemişlerdi onlar buralardan. Kıvırcık Ali, Kara Ali’nin Yüksel, Parlak İsmail, Osman Aga’nın Şero, her Allah’ın günü binerlerdi Şero’nun lacivert Şavrolesine ver elini Akhisar, o meyhane senin bu meyhane benim. Arada Ciyak Mustafa ile Kasap Fevzi de katılırdı aralarına. “Ne günlerdi be onlar” diyerek burnunu çekti. Çoğu zaman Kırıkçatal’da da sabahladıkları olurdu. Aslında onların takım hepsi de boş gezenin boş kalfasıydı. Mecidiye’den Saka Hasan’ı, Balkon Nuri, bazen Canavar Necati’yi de yanlarına aldıkları olurdu. Meyhaneden çıktıktan sonra doğru Ramazan Usta’ya işkembe çorbası içmeye giderlerdi. Çoğu kez de çayları ya Dombaycıoğlu Hanı’nda ya da Hergelen Kahvesi’nde içerlerdi.

Bu grup kendi aralarında ufak tefek silah da alıp satardı. Kamalı bu işi iyi becerenlerdendi aslında. “Dayıoğlu” dediği, Pehlivan Coşkun’un da silah merakı çoktu. Ama onunki, antik silahları toplamaktan öteye gitmezdi, Her marka silah bulundururdu elinin altında, patlasın patlamasın. Hatta birinci dünya savaşından kalma silahlar bile vardı. Örneğin: Gras, Martin, Lewis, Mosin Nagant vs. İşte bu ortak yanları yüzünden iyi anlaşırlardı dayıoğlu ile. Aslında, Kamalı’ya göre, Coşkun biraz pintiydi, çünkü köfteleri hep bulgur pilavıyla söylerdi. “Yani orada mis gibi pirinç pilavı dururken sen kalk bulgur pilavı ye, olacak iş mi?” diyerek kendince sitem etti dayıoğluna.

Şoförün ani bir fren yapmasıyla arabada bulunan yirmi, yirmi beş kişi feci şekilde alabora oldu. Hemen muavin kendini toparlayarak attı kendini ortaya: “Tamam, tamam, sakin olun; her şey bitti… nihayet hafif atlattık! diyerek, yolcuları yatıştırmaya çalıyorurdu.Ergun Kriko işletmesinin yanından geçerken, aniden yola çıkan bir traktör bu savrulmaya sebep olmuştu. Sarsıntıyla birlikte Kamalı da sersemlemişti tabi. Bereket cam dibinde oturduğu için, araya düşmedi. Gençlik olsaydı hiç sorun değildi ama şimdi bu haliyle bir yeri kırılsa altı ay yataktan kalkamazdı. O yüzden epey korktu.

Kamalı bu yıl yetmişine girmişti, ağzındaki dişlerin yarısı dolgu, yarısı da köprüyle birbirine tutturulmuştu. Eh prostatı da zaten kaç yıldır ona aman vermiyordu. Bir taraftan yeni evlendiği karının dırdırı, hayat çekilir gibi değildi onun için. Sahi bu son evlikte de Kamalı epey sükse yapmıştı. Çünkü Kamalı’nın evlendiği kadın, 1960’ların meşhur sinema oyuncusu Pervin Par’ın kız kardeşiydi. Tesadüf işte, bir gece İzmir’deki kumarhanelerin birinde yolları kesişivermiş ve birbirlerinden hoşlanmışlar sonra da Kamalı basmış nikahı, evlenmişler. Tabi Kamalı Mecidiye Köyünden İzmir’e göç ettikten sonra çok zorlanmıştı. Köyde kocaman bağı bahçesi olan evlerde otururken, İzmir’de tek odalı, daracık bodrum katlarında yaşamak durumunda kalmışlardı. Doğru dürüst işi de yoktu Kamalı’nın. Bir gün nasılsa bir yerlerden bir el arabası edinip, önce tavuklu pilav, daha sonraları da köfte ekmek satarak geçiniyordu. Eh bu kadınla evlenince hemen kadının evine taşındı. Çünkü kadının Bayraklı’da pek de kötü olmayan bir evi vardı. Kamalı her zaman: “Hiç yoktan iyidir. Lotoda belki 13 tutturamadık ama, bu amorti de fena değil.” diye anlatırdı çevresinde.

Muavin yine arkadan çalımlı çalımlı bağırdı:

-Beyler Sigorta Hastanesi’nde inecek var mı? Birkaç kişi ellerini kaldırarak işaret verdi. Kamalı da oturduğu yerden seslenerek:

-Evladım ben Atatürk Heykelinin orada ineceğim.

-Tamam bey amca, olur!

Otobüs hastaneye yaklaştıkça içerdeki hareketlilik artmaya başlamıştı. Yolcular, kimileri çantalarını bakınıyor, kimi ceketlerini, şapkasını kontrol ediyor, kimi gençler de ellerinde telefon ve kulaklarında kulaklıklarla karşı tarafa laf anlatmaya çalışıyorlardı.. Otobüs Hilaliye Camiini de geçerek yukarıya, meydana doğru ilerliyordu. Kamalı, yan tarafa sıkıştırdığı bastonunu bulunduğu yerden çıkararak inişe hazırlanmaya başladı. O, geçmişin Kamalı Efesi, artık iyice güçten düşmüş, elinde bastonla dolaşıyordu işte. Yaşlılık böyle bir şeydi demek.

Otobüs meydanın etrafını dönerek Yeni Belediyenin önüne yanaştı. Kamalı otobüsten indiğinde minarelerin her birinden metalik bir sesle öğlen ezanı okunuyordu. Oraya park eden arabaların arasından geçip, değneğine dayana dayana kaldırıma çıkarak ilerledi. Buradan parkın arka kapısına doğru, oradan da parkın içinden sola dönüp yine eski belediye tarafındakikapıdan Sedir Otel’in bulunduğu sokağa çıkacaktı. Gelirken aklına telefon etmek de gelmemişti Kamalı’nın. “Ya dayıoğlu otelde değilse? Hay Allah, yattı bizim balık düşü.” dedi yutkunarak. Yarı yükünü bastona verip, ağır ağır yürümeye çalıştı. Köşedeki Lale Lokantasının masaları dışarıya taşmıştı. Müşteriler öğlen yemeği için oradaydı. Çoğu belediyede çalışanları, İşbankası ve Ziraat Bankası şubelerinde çalışan küçüklü büyüklü memurlar, her biri siyah takım elbise içinde, kimi beyaz, kimi mavi gömlek, kravat, erkekli kadınlı oturmuş gülüşerek yemeklerini yiyorlardı. Kamalı hızlı bir göz gezdirdi masalarda; hiçbiri balık yemiyordu. Ama o, bu gün balık yiyecekti. Birkaç da arkadaş çağırınca iyi bir sohbet olurdu artık. Rakı da mutlaka buz gibi soğuktur. Salata, mutlaka çoban salatası olmalıydı. Belki biraz da turşu isterdi yanında acı biber vs. “Rakıyla iyi gider bu meretler” dedi içinden… O, her yerde söylerdi zaten, “Bizim pehlivan, yani dayıoğlu iyi çocuktur. Merttir, sağlamdır, sözünün eridir. E, kimin oğlu canım, onun babası kim, benim has be has dayımın oğlu, öyle üçe beşe bakmaz; “balıkyiyelim.” dedim mi? “Tabi Kamalı sen nasıl istersen öyle olsun.” der. Hiç kırmaz beni.” diyerek, dudaklarını yaladı.

İçinden konuşa konuşa, köşedeki bakkalı, yeni açılan köfteciyi, iki tane berber dükkânını geçti; tam köşedeki Mecidiye’den Dangul Şerifali’nin Hüseyin’in dükkânın dirseğinden Şehir Parkı’na daldı.Parkın girişinde, soldaki muhtarlık kulübesinin önünde genç muhtar bayan dikiliyordu. Tek tük insan vardı ortalıkta; birkaç çingene sağlı sollu oturmuş: “Boyayalım abi, boyayalım” diyordu. Sağ köşede bir ihtiyar, digital bir terazi ile: “Tartalım beyim!” dedi, duyulur duyulmaz bir sesle. Kamalı, bakmadan yürüdü geçti onları da ve parkın İkinci Nakliye’ye çıkan kapısından, yolun karşısına geçti. Burası Sedir Otel’in bulunduğu sokaktı. Hemen dirsekte bir market vardı, yanında bir telefon malzemeleri satan dükkân ile, iki masalık bir köfteci daha bulunuyordu.

Artık sırasıylakapkaçak, naylon sele sepet satanlar, beyaz eşya dükkânları, ziraat malzemeleri, naylon örtülerle yığılı kenardaki dükkânlarıda geride bırakarak, Göçmen Kâmil’inÇarşı Lokantası’nın dirseğine geldi. Başını bir kaldırdı, Coşkun otelin önüne iki sandalye atmış küçük biraderi Hüseyin ile konuşmuyor mu? Sevinci yüzüne vurdu. Kamalı karşıya bakarken, Coşkun da onu görmüştü zaten; hemen en babacan, en sevimli hali ile “gel, gel!” diye el sallıyordu. Sanki balığı Coşkun değil de Kamalı ısmarlayacakmış gibi keyifliydi karşısındaki. Bu durum Kamalı’yı bir daha mutlu etti. Artık dayıoğlunun balık söylemesi yüzde yüz garantideydi. Eh, söylemeyecek adam böyle keyifle davet eder miydi geleni? Kamalı birden tırısa kalkan genç kısrak gibi, elindeki değneği de havada evire çevire sekti o kalan üç beş adımı. Coşkun ve biraderi hemen kalkıp bir sandalye verdiler misafirlerine. Biraz hoşbeş ettiler.

Coşkun, halaoğlunun dizine vurarak:

-E, nasılsın bakalım Kamalı, keyifler nasıl?

-Vallahi şu ayak biraz iyileşse daha iyi olacağım ama yine de fena sayılmam.

-Yok yok seni çok iyi gördüm bu gün. Hem bir şey söyleyeyim mi, aslında bu bastonla yürümek sana hiç yakışmıyor!

-Yahu dayıoğlu. Zaten bizim pilimiz çoktan bitti. Senin anlayacağın baston bahane.

Kamalı Coşkun’a Mecidiye’dekileri sordu, Coşkun da ona, İzmir’dekileri, derken, epey zaman geçti; böylece programın sazeserleri bölümü bitti.Halledilmesi gereken esas programdı artık.

Coşkun yeniden sözü aldı ve Kamalı’nın dizine dostça vurarak:

Yahu Kamalı tam zamanında geldin. Benim de öyle karnım acıkmıştı ki sorma. Sen gelmeden önce köfte söylemeyi düşünüyordum. Şimdi söyleyeyim de ikimiz birlikte yiyelim, ne dersin?

Kamalının yüzünden kara bir gölge geçti. Durdu, yutkundu. Ne demeliydi, nasıl demeliydi şimdi. “Köfte bana dokunuyor” dese olmayacak; daha geçenlerde o bulgur pilavlı köfteleri birlikte yememişler miydi?

Ama Kamalı bütün cesaretini toplayıp, hemen atışa geçti:

-Yahu dayıoğlu, bu gün benim canım balık istiyor! Ne dersin? Gel biz köfte değil de balık yiyelim.

Coşkun gülmeye başladı. O bilirdi Kamalı’nın bu hallerini. Ayrıca, onun sohbetlerini de herkes gibi çok severdi. Kamalı ile olduklarında vaktin nasıl geçtiğini bilemezlerdi.

-Tamam Kamalı, istediğin gibi olsun; balık yiyelim. Ama biliyorsun balık işi biraz teferruatlıdır. Arabayla dışarı, İstanbul yoluna açılmamız lâzım. Ya Ramizlere, ya da başka bir yere gireriz, ne dersin?

-Allah derim. dedi Kamalı, keyifli keyifli gülerek.

Bu iş de tamamdı Kamalı için. Şimdi istedikleri kadar konuşabilirlerdi. Nasıl olsa balık garantiye alınmıştı. Balık seçmeye gelince, “onu da gittiklerinde düşünürlerdi canım. Hem dayıoğlu balık kararı almışken, oradaona köfte yedirecek hali yoktu ya. Olmazdı. Hele Coşkun asla böyle bir şey yapmazdı.” Kamalı bir şeyi unutmuştu yalnız. Bilirsiniz, şu şarkıcı Candan Erçetin’in bir şarkısı vardır ya, “kul kurar kader gülermiş” diye. İşte onu unutmuştu.

***

Otelin önündeki sohbet iyice koyulaşmıştı, Kamalı bırakıyor, Coşkun anlatıyor, Coşkun bırakıyor, biraderi Hüseyin anlatıyordu. Konuşulan konular hep eskilerdendi tabi. Arada bir otele gelen müşterilerden sohbet bölünse de, belli bir sessizlikten sonra onlar yine kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Coşkun için de sorun değildi, nasıl olsa içerde resepsiyonda işlere bakacak bir genç vardı. Kamalı bir ara sohbeti bölerek bir öneri getirdi:

-Yahu dayıoğlu, balık yemeye giderken şu bizim Kaleli’nin Mustafa’yı da çağırsak mı? Ne dersin?

-Olur. dedi Coşkun ve hemen telefona sarıldı. Mustafa da uygunmuş. “Gelirim” demiş.

Ancak Kamalı susmadı:

-Coşkun, istersen Bizim Kâmil’i de alalım, ne dersin?

-Kim Kâmil’i, Kamalı?

-Şu karşı lokantanın sabini diyorum yahu! Hoş sohbet bir arkadaş. Seviyorum ben onu. Kamil’de zaten karşıdaki lokantasının önünde çalışanlarla bir konu üzerine konuşuyordu.

Coşkun, karşıdan Kâmil’e seslendi ve onun da olurunu aldı.

Kamalı durmadı:

-Dayıoğlu, senin bir arkadaşın vardı hani. Şu eski devrimcilerden. Adı neydi onun?.. Vallahi ben bunadım galiba. Hani son geldiğimde o da buradaydı, epey kaynatmıştık.

-Gümüş Ali’yi mi diyorsun sen? Şu bizim hapishane arkadaşlarından.

-Evet evet tam da o. Hadi onu da çağıralım!

Çaresiz, “Tamam.” dedi Coşkun: sonra da biraderine dönerek:

Hüseyin, sen de gelebilir misin? Artık Kamalı’nın bahanesiyle biz de kendimize bir balık ziyafeti çekelim, ne dersin?

-Olur. dedi Hüseyin. Ama benim eve haber vermem lazım.

Bu arada Kamalı kıpırdayarak yeni bir öneri daha getiriyordu ki, Coşkun hemen elini kaldırarak “sus” işareti yaptı:

-Bak Kamalı, daha bir kişiyi davet etmeye kalkarsan, balık değil, köfte bile yiyemezsin. Birader, biz karşı kahveye çay içmeye gitmiyoruz ki. Enikonu arabalara binip şehrin dışına, balık yemeğe gideceğiz!

Bu sözden sonra Kamalı hemen sustu. Biraz ileri gittiğini anlamış olacak ki, yemeğe kadar pek az konuştu.

***

Coşkun, önce içerdeki çalışanlara durumu anlattı, üzerine bir yelek aldı otelin önüne çıktı. O ara Gümüş Ali de arabasıyla gelmişti. Zaten tek araba ile gidemezlerdi. Hep birlikte iki arabaya doluşarak çıktılar yola. Günlerden Çarşamba olduğu için Tahir Ün Caddesi hala kalabalıktı. Telefoncuların, banka otomatlarının önündeki kuyruklar hiç eksilmeden sürüyordu. Arsız esnaflar dükkânların önlerine yığdıkları mallardan, kapkaçak, yatak örtüleri, ayaklı ayaksız vantilatör, tost makinaları, boy boy tencereler, ucuz fanila, çorap, çocuk kıyafetleri doluydu. İnsanlar onların arasından zorlukla yürümeye çalışıyordu. Bir ara Belediye dışarıya mal, masa, sandalye çıkarmayı yasaklamıştı ya, ne var ki söz dinletemedi. Ötelden sola dönüp eski hükümet binasına doğru sarkıldılar, oradan yeni Öğretmen Evi’ni geçtiler. Sol tarafta Yapı Kredi Bankası, Tatlıcı Dükkânı, Murat Gür’ün Kültür Kitabevi’ni de geçtiler. Solda kalan İrfan Camgöz’ün Kardelen Çiçekçi dükkânın önünden ayağa kalkmış, bizimkilere el sallıyordu. Coşkun da karşıdakilere el sallarken, çiçekçi dükkânın önünde bulunan reklam dubasının yanında, Emekli öğretmen, Ramazan ile, Veli Doğan tavla oynuyorlardı.

Karşılarında eski, tarihi Gar Binası, o koca Ulusal Kurtuluş Savaşını görmüş yapı, yaralı, terkedilmiş bir savaşçı gibi sessiz ve suskun duruyordu. Her nasılsa gerici, soyguncu haramiler, kent halkını oyununa getirerek bir süre önce, (Tren yolunu dışarıya taşıyoruz) bahanesiyle, 150 bin nüfuslu kenti istasyonsuz bırakmışlardı. Ne muhalefet partileri, ne kentteki ilerici-yurtsever geçinen kesim, seslerini çıkarmaya fırsat bulamadan karşı taraf yapacağını yapmıştı…

Kamalı arkadan Coşkun’u dürterek, yeniden sesini yükseltti. Çünkü sağdan soldan geçen trafik sesinin duyulmasını engelliyordu:

-Dayıoğlu! dedi, bir taraftan da Coşkun’u kolunu çekiştirip: Gideceğimiz yerde kalkan varmıdır kalkan!

-Söyleriz, tutar getirirler Kamalı. dedi, gülerek diğeri.

-Yahu sen de dalga çeçme.

-Kamalı, “kalkan yok, uskumru var” deseler yemeyecek misin yani?

-Yok canım olay o değil. Tabi ki yeriz de. Şey diyecektim. Yani kalkan olursa iyi olur.

-Olur, olur, hallederiz. dedi Coşkun.

Lokantaya gelip, masalarına yerleştiklerinde güneş henüz yeni inmişti. Masa dışarıda balkon gibi, teras gibi bir yerdeydi. Karşı tarafta yeşil tepeler, meşe ve zeytin ağaçları hoş bir görüntü veriyordu orada oturanlara. Bizimkilerin dışınde henüz, üç, bilemediniz dört masa doluydu. Arkadan İstanbul yolundan geçen kamyonların, şehirlerarası otobüslerin, özel otomobillerin, arada bir pat pat pat diyerek ortalığı dumana boğan traktörlerin sesi geliyordu.

Lokantada garsonlar, genç kızlar, genç oğlanlar, oturanların arasında dolaşıyorlardı; ayrıca, terasa yukarıdan bakmaya çalışan şef garsonlar, işlerine oldukça hakim görünüyorlardı… Bizim Kamalı masayı tam tam ortalayan sandalyeye oturmuştu. Bu akşam hiç de öyle sağa sola uzanarak, “ekmeği, tuzu verin, sirkeyi, yağı uzatın”, demeyecekti. Her şey elinin altında olmalı ve bütün dikkatiyle sofraya konan balığa odaklanmalıydı. Kamalının ağzı, kesilmiş taze bir limonu görmüş gibi tarifsiz bir şekilde sulanıyordu. Yavaş yavaş canı sıkılmaya başlamıştı; on dakika oldu hala garsonlar onların masaya gelmemişti. Hemen karşısında oturan dayıoğluna seslendi: “Yahu Coşkun ne bekliyoruz? Şu garsonlar niye gelmiyorlar?” Coşkun ve diğerleri Kamalının bu sevecen hallerine gülüyorlardı. Nihayet garson, ya da teras kısmına bakan şef, omzunda beyaz, temiz bir peçete, elinde blok defter, bir de kalem dikildi tepelerine: “Efendim iyi akşamlar. Ne istersiniz? İsterseniz önce ben size sayayım. Örneğin balıklardan kalkan var, uskumru” diyecekti ki, Kamalı derhal araya girdi. Tamam, diğerlerini saymaya gerek yok. Biz kalkan yiyoruz!” Masadan gürültülü bir kahkaha koptu. Kamalı da onlarla birlikte keyifli keyifli gülüyordu… Coşkun içecekleri söyledi: “Bir 70’lik Rakı, iki kola, bir şişe büyük boy su, iki kocaman çoban salatası, ekstra bir peynir tabağı, birkaç mezelik, örneğin, yoğurtlu semizotu, tarama, acılı çemen, biraz da iri soğanlı Arnavut ciğeri, olsun. Balık hazır olasıya kadar bir yavaş yavaş atıştırırız.” dedi.

Kamalı’nın gözleri sevinçten ve de dayıoğlunun cömertiliğinden ağlamaklı oldu: “Ben zaten her zaman demişimdir, bizim sülalede en sağlam ve de en iyi adam, Cuşkun’dur. İnanın onun üzerine yok!” Kamalı’nın bu söylediklerine katıldıklarını beyan eder bir şekilde diğerleri de konuşmayı alkışladılar.

Dakikalar içinde çevre masalar da tamamen dolmuştu. Birkaç masada aile olarak oturanlar vardı. Onların çocukları olsa gerek, sekiz on yaşlarında bir kız bir oğlan çocuğu orta yerdeki alanda kendi kendilerine oynuyorlardı. Lokantanın duvarları tamamen açık ve koyu ahşap kullanılarak dizayn edilmiş, oldukça sıcak bir atmosfer oluşturuyordu. Terasta sadece iki tane beton direk vardı ve onlar da güzel bir şekilde ahşapla kaplanmış, yanlarına büyük boy saksılar ve içlerinde kocaman yelpazeyi andıran yapraklarıyla bitkiler yerleştirilmişti.

Kamalı’nın gözü balıktaydı. İçi geçerek karşıda mutfağın giriş bölümünden elinde tepsiyle ne zaman çıkacağını gözlüyordu. Diğerleri ise kendi aralarında günlük politikadan, bu iktidarın daha fazla  işi götüremeyeceğinden, doların, euronun tavan yapmasından, devalüasyonun yüzde 13’lere tırmandığından, adaletin yerlerde süründüğünden bahsederek, gelecek seçimlerde AKP’nin de gidici olduğundan falan konuşuyorlardı.

Kamalı kıpır kıpır, yerinde duramaz halde, bir eliyle midesini ovuşturarak, karşıdan gelecek garsonu gözlüyordu. Mutfağın önünde bir hareketlilik oldu. Önce iki garson çıktı, ellerinde salatalar, mezelikler, peynir tabakları, diğerinin elinde boş su ve rakı bardakları vardı. Onun ardından daha uzun boylu şef garson, uzun yayvan balık tabağı ile karşıdan göründü. Kamalı: “Aha, geliyor”, diyerek ayağa kalkmak için davrandı. Ancak yanında oturan Gümüş Ali, Kamalı’yı eteğinden çekerek durdurdu. Ama adam sabredemiyordu. Şef garsonu ve elindeki balık tabağını ağır çekime almış gibi Kamalı saniye saniye garsonun gelişini izliyordu. Uzun, iki yanı çiçeklerle donatılmış bir yol açıldı Kamalı’nın gözleri önünde. Yine her iki tarafta en güzel elbiselerini giymiş genç kızlar ellerinde güller, karanfillerle garsona doğru uzatmışlar ve garson balık tabağı ile güllerin arasından bir müzik eşliğinde yürüyerek Kamalı’ya doğru geliyor. Kamalı daha fazla dayanamayarak doğruldu. Gücü yetse yolda karşılayacaktı garsonu. Ama o elleriyle işaret ederek: “Buraya, buraya… Hayır hayır, tam şuraya!” diyerek önünü işaret ediyordu. Garson büyük bir dikkatle o koca sini içindeki kızarmış kalkan balığını Kamalının tam da önüne koydu. Kamalının yüzü sevimli bir çocuk gibiydi. Saf, duru ve temiz. Coşkun da dakarşıdan diğerleri gibi onu izliyordu. Kamalı için yaşam buydu işte. Bundan daha güzel, daha kutsal bir an olamazdı. Onun için tarihi bir gündü bu. “Neymiş o devrimmiş, iktidarmış, Suriye, Irak savaşıymış, İsrail, Filistin sorunu, Amerika’ymış.” Önüne gelen bu kızarmış kalkan bir anda hepsini de silip, öteleyivermişti. Şimdi kalkan ve rakı zamanıydı. Şu şiir gibi sofra için başka şeylerden bahsetmek insanlığın ihaneti olurdu. Kamalı, yine ağır çekimdeymiş gibi, iki eliyle bütün dikkatini toplayarak balığa hücuma geçti. En beğendiği ve en kılçıksız, en etli olduğuna inandığı yerden kocaman bir parça kopararak ağzına attı. Göz uçlarından hazzın verdiği o muhteşem tadın salgısıyla gözleri yaşarmıştı. Güçlü bir şekilde ısırmasıyla, “Eyvaaaahhh!” diye bağırması bir oldu adamın. Masadakilerin hepsi de şaşkın vaziyette başlarını Kamalı’ya çevirdiler. Hatta yan masada oturanlar bile bu bağrış karşısında korkuya kapıldılar. Kimse, ne olduğunu anlamamıştı henüz.

-Olur mu bu yahu, hem de bu gece, hem de şimdi; yapılır mı bu bana?diyordu Kamalı.

Zavallı adam, sağ eline aldığı kırılan dişini arkadaşlarına gösteriyordu. Kamalı’nın yüzünde koyudan beyaza, sonrada sarıya dönen bir gölge dolaştı. Sinirden elleri titriyordu. Çünkü kırılan dişiyle birlikte ağzındaki diğer dişlere bağla olan köprü de çökmüştü. Kamalı bir anda dişsiz kaldı. Önündeki kalkan, gelin gibi süzülerek, bekaretini koruduğu için Kamalı’ya nanik yapar gibiydi.

-Üzül me be halaoğlu. İstersen sana şuradan bir çorba da söyleriz. diyerek, kıs kıs gülüyordu Coşkun. Diğerleri de şaşırmıştı bu işe

Artık o gece Kamalı için tüm anlamını yitirdi. Sofradan ne zaman kalktıklarını, İzmir’e dönüş için oradan geçen otobüslerden birine ne zaman bindiği hatırlamıyordu bile… Bu akşam Kamalı için artık Kara bir Gün olarak tarihe geçecekti…

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın