Öykü

Ali Özenç Çağlar/ Kısa Öykü

Toprak Ana Ağlıyor/

Sincap, tırmandığı meşe ağacından, yeşil yaprakları aralayarak yere indi. Gün doğduğundan bu yana, o fıstık çamı senin, bu ceviz ağacı benim keyifle uçsuz bucaksız ormanda gönlünce yaşam sürüyordu. Kınalı tüyleri, uzun kuyruğu esen yelle sağa sola uçuşurken, o güzelliklerin tadını çıkarıyordu. Yanına konan renkli bir kelebeğe merhaba dedi, zıplayarak önündeki çalılığı geçti. Az ilerisinde yaşlı bir kaplumbağa vardı. Ona da başını döndürüp: “Merhaba babalık, nasılsın bakalım?” diye selam çaktı. Kaplumbağa gençlerin bu samimi hareketlerinden hiç hoşlanmazdı. Fakat gene de kırmak istemezdi onları. “Merhaba, dedi bakıyorum keyfin yerinde. Sanırım karnını doyurmuşsun.” diyerek, sincaptan yanıt beklemeden yürüdü. Bizim sincap umursamadı bile. Önce dere içine inen yoldan acele adımlarıyla koştu, sonra da ilk karşısına çıkan karaçama tırmandı. Onun serinletici gölgesi böyle havalarda konaklamak için çok hoştu. Ama o şimdi biraz yürüyüş yapmak istiyordu. Yeniden yönünü toprağa dönerek pıtır pıtır ses çıkaran adımlarıyla ağacın yarısına kadar indi. Oradan sol yanındaki kayın ağacına sıçradı ve ona doğru uzanmış olan dalı kavrayarak gövdesine tutundu. Atladığı dalın üzerinde kahvaltı eden bir yeşil çekirge, sincabın dalı çekmesiyle havaya zıpladı ve yeniden aynı yaprağa düşerek sıkı sıkı tutundu. Ama, sabah sabah canı sıkıldı. Kaşlarını çatarak Sincaba çıkıştı: “Sen ne saygısızsın böyle, biraz dikkat edemez misin? Az kalsın boğuluyordum. Şunun şurasında rahat bir kahvaltı yapamayacak mıyız yahu!” Sincap gözlerini kırpıştırdı, ellerini birbirine sürttü: “Özür dilerim çekirge kardeş. Sizi fark edemedim.” dedi. Eh, karşısındaki özür dilemişti. Artık olayı büyütmeye gerek yoktu.

-Peki tamam. Ama lütfen biraz daha dikkatli ol! dedi üst perdeden.

-Tamam bay çekirge. Bir daha sizi rahatsız etmeyeceğim. diyerek, bu kez kayın ağacından diğer çalılıkların içine dalarak öteki taraftan çıktı.

Güneş olanca sıcaklığıyla orman alanını ve toprak anayı ısıtmaya, onlara adeta cansuyu vermeye devam ediyordu. Şu an toprak ananın rahminde henüz uyanmamış kimler yoktu ki, kurtçuklar, karınca lavraları, çeşitli boyda renk renk yılanlar, yeşil tırtılcıklar, patlamaya hazın çam fıstıkları, palamut kozaları; yaban laleleri, ha açıldı ha açılacak. Öte yandan, sarı sarı açan hardal tohumları, doğayı süsleyen diğer kır çiçekleri, toprak ısındıkça uyanmayı, açıp doğayla bütünleşmeyi bekliyorlardı.

Sincap’ın tırmandığı bir başka ağaçta bu kez karşısına kocaman bir baykuş çıktı. Bu yaşlı palamut ağacının kovuğuna yerleşmiş, o boncuk gözleriyle sincap’ın gelişini izliyordu.

-Ne haber delibozuk. Orman berkemal mi?

Sincap da iki ayak üzerine kalkarak baykuşa baktı. Bir yandan da bıyık altından gülüyordu:

-Her şey yonunda ihtiyar komutan. dedi alaycı bir dille. Bizim boz ayı ileriki kayalıkta yavrularıyla hala ininde uyuyor. Fakat karaca kardeş ve genç sevgilisi aşağı bölgede pınarbaşında su içiyorlardı. O huysuz kızıl tilki de, kaptığı bir tavuğu sürükleyerek kara kayaya görürüyordu. Vallahi şimdiye kadar gördüklerim bunlar. Ha, şu yaşlı kaplumbağanın da keyfi yerindeydi.

Baykuş, bir taraftan ayağı ile burnunu kaşırken bir taraftan da doğuya doğru bakıyordu.

-Sincap kardeş, benim burnuma bir koku geliyor, ne dersin? Sen de hissediyor musun? dedi.

Sincap hemen iki ayak üstüne kalktı ve etrafını, önünü, arkasını, havayı birkaç kez kokladı.

-Hayır, ben koku almıyorum. Neden öyle düşündün? dedi.

-Evladım bu mevsim çok tehlikelidir. Hava da sıcak, Allah göstermesin. Yangın falan, dediydim.

-Ağzından yel alsın dedi Sincap ve sıçrayıp uzaklaştı baykuşun yanından.

Havada binlerce sığırcık kuşu bir araya gelmiş, kıvrımlar çizerek uçuyorlardı. Sekiz on turna da “gaag… gaag… gaaag” diyerek belli bir düzen içinde yükseklerde uçmaktaydılar. Daha yakın mesafede ise, delice bir şahin, sert kavisler çizerek ormanı taramaktaydı. Arada bir duruyor, o dürbün gibi gözlerini toprağa dikerek kendine yiyecek için fareleri, yavru gelincikleri, henüz yuvasından yeni havalanan kuş yavrularını gözetliyordu. Aslında Sincap da korkardı şahinden. Bir punduna getirse onu bile yakalayıp götürürdü. Hemen hızla dibindeki telli kavağa tırmandı; başını yaprakların arasından çıkararak, göğe, şahin’e doğru bakmaya başladı. Acaba şahin kimi kestirmişti gözüne: Sincap bunları düşünürken, şahin yukarıdan aşağıya doğru  sert bir iniş yaptı, Hayvan kendini aşağıya salınca kanatları ve gövdesi müthiş bir ses çıkarıyordu. Tam toprağa bir metre falan kalmıştı ki frene bastı ve pençelerini öne doğru çıkararak avını yakaladı. Bu gerçekten bir tarla faresiydi. Avını yakaladığı gibi aynı hızla yükseldi. Sincap korkudan altına yapacaktı. Hemen daha yoğun yaprakları olan bir dala sıçradı, sonra ondan ötekine, daha ötekine derken bulunduğu bölgeyi terk ett. Ama yüreği hala güp güp atıyordu. Bir ara kesilmiş bir ağacın tepesine  çıkarak iki ayak üzerinde durdu, kuyruğunu da kaldırıp, ellerini yalaya yalaya ileriye baktı. Fakat şahin o bölgeyi çoktan terk etmişti.

Sarı bir kırkayak, kıvrıla kıvrıla yumuşak topraktan, usulca başını dışarıya çıkardı. Yukarıdan vuran güneşin sıcaklığını doyasıya çekti içine ve “yaşamak ne güzel” dedi, sağına soluna bakınarak. Bir keklik iki adım ötesinde belirince, hemen yeniden toprağın altına indi. Keklik de daha yeni yavrulamıştı ve her gün bu saatlerde yavrularına yiyecek toplamak için çıkardı; sinektir, böcektir, küçük çekirge ya da solucandır, toplar doğru yuvasına, yavrularına götürürdü. Hayvan kanatlarını çırparak gövdesini yukarıya kaldırdı, o da başını göğe doğru dikip, gökyüzündeki maviliği, yeşil ormanı, uçsuz bucaksız güzelliği doyasıya seyretti. Onun da ilk aklından geçen, az önceki kırkayak gibi, Yaşamak vardı. “Yaşamak ve bu doğada var olmak ne güzel bir mutluluk” diyerek, doğaya olan sevincini dillendirdi. Ayaklarıyla eşine eşine, kuruyan yapraklar arasında gezinmeye, gagasıyla toprağı karıştırmaya başladı.Hemen bir tane kocaman sarı bir kurtçuk buldu ve sevinçle gagasına alıp, hızlı adımlarla yuvasına doğru koşmaya başladı. Zaten yaşadığı bölge de buraya pek uzak değildi.

Sık ormanların, kayın koruluğunun arasındaki bir kayalık yükseltisinin üzerinde anaç bir vaşak boy gösterdi. Umarsız bir şekilde uçsuz bucaksız ormana, aşağı doğru uzanan yaylaya, uçuşan kuşlara, çevresinde dönen arı ve kelebeklere, yeni açan gelincik ve papatlalara, mor dirfillere uzun uzun baktı. Sonra oturup, sağ ayağıyla yüzünü kaşıdı, patilerini yaladı. Uykudan henüz yeni kalkmış olmalıydı, mahmurluğu geçmemiş gibiydi çünkü. Bulunduğu yerden ağır adımlarla kayalıkları tırmanarak yukarılardaki yaşlı bir ağacın arkasında kayboldu.

Güneş hiç etkisini azaltmamıştı. Taşlar ateş gibiydi. Ormana atılan her kırık şişe parçası korkunç bir tehlike arzediyordu böyle zamanlarda. Hele pikniğe gelenlerin yaktıkları ve iyi söndürmeden bıraktıkları, yeniden alevlenmeye hazır közler, kolayca kuru çalılıkları tutuşturuveriyordu… Sıcak öylesine yakıcıydı ki, metrelerce yüksekte uçan birkaç kuş o sıcaklığa dayanamayarak ölüp düşüvermişti toprağa. Baykuş, bulunduğu daldan öylece izledi bu durumu. Sıcağa dayanamayan kimi hayvanlar ya ağaç kovuklarına, yuvalarına, inlerine, ya da sincap gibi yeşili bol çalılıkların arasına gizlenir ve akşam yelinin çıkmasını beklerdi. Bu öğlen saatlerinde sanki tüm mahlukat derin uykuya dalar, ormana bir sessizlik çökerdi. Isının artışı, toprak koynuna sığınan tüm canlıları da etkilerdi; köstebekler, gelincikler, börtü böcek, solucanından demir yılanlarına, kertenkelesinden, karıncasına, sansarından, çakalına, tilkisine kadar, hepsi de o kocaman yürekli toprak ananın koruyuculuğuna bırakırdı kendini. Fakat bu gün başkaydı. Başka, yakıcı bir sıcaklık sözkonusuydu. Dinmek yerine giderek artan bir yalazanın izi vuruyordu canlıların bedenine.

Sincap, biraz dinlenmiş olmalı ki, hemen atladı ağaçtan, acele adımlarla komşusu ağaçkakan kardeşin yuvasına tırmandı. O da zaten başını kovuktan çıkarmış, çevresine bakınıyordu.

-Merhaba ağaçkakan kardeş. Nasılsınız?

-Ah, sincap kardeş iyiyim, iyiyim de, baksana, sıcaktan içerlerde bile durulmuyor.

-Vallahi haklısınız. Kaç yıldır bu ormandayım bu kadar sıcak bir temmuz görmedim doğrusu.

-Ne diyeyim, al benden de o kadar.

-Sahi sizin yavrularınız ne alemde?

-Hiç sormayın. Daha çok küçükler. O yüzden ayrılıp bir yere gidemiyorum.

-Eşiniz nasıl?

-Onu yiyecek getirmeye gönderdim ama, baksanıza hala gelmedi.

-Başına bir şey gelmemiştir değil mi? dedi sincap, kaygılanarak

-Yok canım, bizimkisi uyanıktır, kimseye yem olmaz. Ay ben ne yaparım sonra başımdaki iki yavrucukla.

Bunlar öyle konuşurken, bir saksağan tepeden inerek, onların yakınına kondu:

-Merhaba çocuklar. Nasılsınız?

İkisi birden saksağana baktılar. Hayvanın tüğleri is kokuyordu. Üstelik hafif yanık izleri de vardı.

-Ağaçkakan, telaşla sordu. Sen ne taraftan geliyorsun öyle, soluk soluğa kalmışsın. Üstelik is de kokuyorsun.

-Sormayın, Manavgat bölgesinden geliyorum. Orada yangın var çocuklar. Her yer cehenneme dönmüş. Siz nasıl bu kadar sakin duruyorsunuz?

-Ne! dedi sincap. Ne diyorsunuz siz Saksağan kardeş. Yangın mı var?

-Evet, ortalık yanıyor diyorum!

-Aman Tanrım dedi Ağaçkakan. Ne yaparım ben şimdi. Nasıl kurtarırım yavrularımı. Allah kahretsin, bizim adam da yok burada! Korkulu gözlerle baktı karşısındakilere.

Sincap, iki adım daha saksağana yaklaştı ve:

-Bak saksağan kardeş. Biz şimdi seninle duyurabildiğimiz herkese yangını haber verelim. Hiç olmazsa yangın buraya ulaşasıya kadar herkes başının çaresine baksın. dedi.

-Haklısın sincap kardeş, ben de öyle düşünüyorum. Hadi ozaman, ben havadan, sen karadan, bizim bölgeyi hemen dolaşalım! İkisi birden, hemen uzaklaştılar.

Ağaçkakan, gözlerini ileriki tepelere dikmiş, eşini bekliyordu, bir taraftan da ağlayarak yavruları için gözyaşı döküyordu. Ancak, sincap ile ağaçkakan hiç vakit kaybetmeden ormanı dolaşmaya başladılar. Saksağan en yüksek sesiyle kuşlara, arılara, kelebeklere, yaprak kurtlarına, çeşitli türlerdeki renk renk kelebek ve uç uç böceklerine, uçan, uçmayan karıncalara hem haber veriyor hem de onlara derhal kendisi gibi çevreye dağılıp bu durumu çevrelerine haber vermelerini söylüyorlardı.

Dakikalar içinde ormanda büyük bir korku havası esmeye başladı. Bütün canlılar oradan oraya koşarak birbirlerine yangının yaklaşmakta olduğunu duyuruyorlardı. Sincap da o ağaçtan o ağaca, tanıdığı bütün hayvanların yuvalarına gidip kapılarını çalarak derhal bulundukları bölgeyi terk etmelerini ve yangının gelmekte olduğunu söylüyordu.

Orman anidan can pazarına dönmüştü. Bu günün sıcaklığı boşuna değilmiş dedi yaşlı baykuş, kendi arkadaşlarına haber vermeye giderken. Vaşak da o kayadan diğerine atlayarak, yavrularını da peşine takmış kaçıyordu. Geyikler, tilkiler, çakallar, yaban keçileri, tırmanabildikleri kadar yükseğe çıkarak uzaklaşıyorlardı bulundukları yerden. Ne var ki karşıdan yaklaşan alevlerin ışığı ve sıcaklığı onlara kadar geliyordu. Kimi yavrularını taşıyor, kimi arkadaşına yardım ediyor, kimi duymayanlara bu felaketi iletmeye çalışıyordu.

Alevler büyüdükçe bir çatırtı da aynı düzeyde onlara kadar geliyordu. Artık yangın kapıdaydı. Yanan çam kozalakları birer şarapnel parçası gibi viiiiıjjjjjjjjt!… diyerek üstlerinden uçup, kör bir alana düşmekteydi. Her an bulundukları bölgede de yangın çıkabilirdi. Şahin bütün bu olanları çok yüksekten izlerken bile korkuya kapılmış, tam hızla o da yakın bölgesindeki hayvanlara yaklaşmakta olan felaketi haber vermeye başladı.

Yaşlı kaplumbağa, olayı en geç duyanlardandı. Tabi o da, sabahleyin yürüyüş sırasında kendisine takıldığı sincap kardeş sayesinde olmuştu. Allah razı olsun sincap, kendi bölgesindeki tanıdıklarını nerelerde bulacağını bildiği için, yaşlı kaplumbağayı da bulmak zor olmamıştı.

Kaplumbağa hem hızlı adımlarla sürüne sürüne giderken, içinden de onu yaratan doğaya dua ediyordu. Bereket versin şimdilik yangın bölgesine hayli uzaktı. Ama belli de olmazdı. O hiç düşünmeden soluğunu hızlandırarak yürümesini sürdürüyordu. Gerçekte bu güne kadar yaşlı kaplumbağa çok yangınlar atlatmıştı ama, bir şekilde hepsinden kurtulmasını bilmişti. Şimdi de başaracağına inanıyordu. Onun tek isteği, şu ilerdeki akar suya çıkan patikaya ulaşmaktı. Eğer onu başarırsa, sorun yoktu. İçinden: “Allah diğerlerine yardım etsin.” diyerek yürümesini sürdürdü.

Bir geyik, iki karaca can havliyle koşarak yaşlı kaplumbağanın önünden geçtiler, ardından iki sansar, üç dört yaban domuzu, İki boz ayı, aralarına da aldıkları üç yavru ile ormandan uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Yangının yaklaşması ile birlikte, sesler daha bir belirgin hale gelmeye başladı. Yukarıda ise, yangın uçakları, helikopterler “pat… pat… pat!…” diye sesler çıkararak üstlerinden geçiyorlardı. Az sonra insan ve motor sesleri de karıştı havadaki gürültünün içine. Bağırışlar, çığlıklar, büyükbaş hayvanların böğürtüleri, köpek ulumaları, yakın köylerden yükselen çocuk haykırışları yürekleri sızlatıyordu. Kızıllaşan havada ejderha dili gibi dönen alevlerin yansıttığı ağır ve koyu bir duman bulutu inmişti ormanın üzerine. Az önce o gülen yüzüyle ışıyan güneş artık yoktu, görünmüyordu. Doğa ie birlikte, tüm canlılar bu sıra varolma mücadelesi vermekteydi.

Antalya, manavgat ve bütün ülkede herkes ayaktaydı bu saatlerde. Bütün Türkiye ve dünya televizyonları her bölgede, her ormanda bir uçtan bir uca yayılan yangınlardan bahsediyordu verilen haberlerde. Mecliste, kapalı, açık oturumlarda, küçük, büyük televizyon kanallarında düzenlenen tartışmalarda tek konu yangındı şu an. Halk, yangınlara yeterli müdehalenin yapılmadığından şikâyet ediyor, muhalefet partileri eleştirirken ülke yönetimi, iktidar mensupları gerekçeli, sağlam bir yanıt vermekte hala zorlanıyordu. 

Sincap tırmandığı bir çam ağacının tepesinden iki ayağı üzerine kalkmış korkulu gözlerle ağlaşan, bağrışan, Yanarak can veren yaban domuzlarını, kaçamayan yanmış ceylanları, sansarları, vaşak yavrularını, köz olan yaşlı kaplumbağayı, kanadının biri tamamen yok olmuş saksağanı ve sığındığı yuvası ve yavrularıyla kavrulan ağaçkakanı izliyordu. Hayvancık o yaşlı gözlerle, daldan dala, ağaçtan ağaca atlayarak ter içinde yangın bölgesini terk etmeye çalışıyordu. Ülke genelinde binlerce dönümlük ormanlık alan, simsiyah bir renge bürünmüştü. Topra suyunu iyice çekmiş, boylu boyunca çatlamış, ağlayan yaşlı bir anayı andırıyordu şimdi. kelebekler, bal arıları, çekirgeler, kocaman kara örümcekler, kavrulup büzülerek kondukları dallarda, yuvalarında, öylece asılı kalmışlardı. Tam bir cehennem görüntüsündeydi burası. Uygar insan, yavaş yavaş kendini yok ediyordu.

Ali Özenç Çağlar

28 Temmuz 2021

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın