Yazılarımızı Yırtmak
Bize Ne kazandırır?
Bu gün ilginç bir konuya değinmek istiyorum. Eğer içinizde benim gibi yapanınız varsa, mutlaka bu huyunuzdan vazgeçmelisiniz… Zaman zaman okuduğum dergilerde ya da yazarlarla yapılmış röportajlarda: “Efendim falanca yazar baskıya hazırladığı ilk kitabını beğenmeyip yırtmış, efendim şu bilmem kim yazar, yüz sayfalık romanını yakmış.” gibi. Bunlar farkında olmadan beni de etkisi altına almış olmalı ki, bir süre sonra, -sanki öyle olması gerekiyormuş gibi- ben de onca zaman uğraş verip yazdıklarımı, aslı olmayan türlü gerekçeler uydurup “kötü olmuş” deyerek, yırtıp attığım oldu. Bunlar bazen bir iki sayfa, bazen de koca dosyalar oluyordu. Peki sonra ne oluyordu dersiniz, -tabi uzun bir zaman dilimi geçtikten sonra- içim yanıyor, kendime kızıyor, hatta kafamı duvarlara vurasım geliyor ama, ne yazık ki o emek verip kâğıda döktüklerim, -ve belki de anlamsız, yersiz bir titizlik yüzünden- yok ettiklerim, -ben istiyorum diye- hoppadak geri gelmiyodu ve onlar kayıp bilgiler olarak da bizim bile isteye oluşturduğumuz çöplükte yerlerini alıyorlardı. Oysa yazdıklarımızın her zaman düzeltilme şansı vardır; öyle ise hatalı, eksik olanı, bir daha ulaşamayacağınız biçimde silmek, ya da yırtıp atmaktır niye?
Hiç unutmam, yıl 1987, İspanya’nın Malorca adasında, küçük, şirin bir tatil köyündeyiz O yıl izine giderken yanıma Sala Birsel’in, Aynalar Günlüğü, Albert Camus’un, Defterler’i ve sanırım bir de Tomris Uyar’ın, Gündökümü isimli kitaplarını almıştım. Bunların hepsi de Günlük’lerden oluşuyordu. O yaz iyi bir okuma yapmıştım. Ve ben onların etkisiyle daha tatildeyken, aralıksız her gün günlük tuttmaya başladım. Gezdiğimiz değişik adaları, çeşitli yeraltı mağaralarını, tarihi yerleri, gün içinde durmadan not alıyor, isimleri, tarihlerini yazıyor, sonra da akşam onları başka bir deftere, temize çekiyordum. Tabi o zamanlar bilgisayarım yoktu, eski, uyduruk bir daktilom bulunuyordu. İzin dönüşü de tüm bu yazdıklarımı tekrar daktiloda düzenliyordum. Hayli heyecan vericiydi benim için. Dönüşte Fakir abiye (Fakir Baykurt) anlattığımda: “Onlardan mutlaka bir iki öykü çıkarmalısın ya da gazeteye yazmalısın.” demişti. İşte böyle başlamıştım Günlük tutmaya. Sonra, her gün olmasa da gezip yaşadığım, şahit olduğum kimi olayları, seyehat ettiğim şehirleri, ülkeleri ciddiyetle not ederek, dönüşümde fırsat buldukça daktilo ediyordum. O zamanlar ilk öykü kitabım olan ‘Korkunun Ötesi’ henüz yayımlanmamıştı ve ben bir taraftan da öyküler yazarak dergilere gönderiyordum. Düşüncem, öykü kitabımın ardından günlüklerden oluşan bir kitap daha çıkarmaktı. Çünkü aynı yıllarda bu tür kitaplar hayli revanştaydı ve çok okunuyordu. Üzerinde titizlendiğim günlüklerde neler mi yoktu, Paris, Strasbourg seyehatim, Server Tanilli ve Prof. Pertev Naili Boratav, ünlü Türkolog Bayan İrene Melikov ile görüşmelerimiz, Nihat Behram ve Ataol Behramoğlu ile Düsseldorf’taki karşılaşmamız, yine Paris’te, o akşam gazeteci Ahmet Sel’in (Ahmet o sıra, yerel bir Fransı radyosunda çalışıyordu sanırım-) beni ağırlaması, hatta kendi evi müsaist olmadığı için, bayan arkadaşının evinde gecelemiştim. Şu an düşündüğümde, daha çok şeyler vardı. Bu gün kendimi zorlayarak , daha daha neler vardı derken, 1980’lerde, Fakir Baykurt’un önderliğinde Almanya’da kurduğumuz Türkiyeli Yazarlar Grubu olarak değişimli davet usulü, yazar, Halit Ünal ile birlikte yaptığımız on bir günlük Moskova gezimiz de vardı ve on bir gün bizimle orada Nazım Hikmet’in eşi güzel insan rahmetli Vera Tulyakova ilgilenmişti. Çünkü biz, Sovyet Cumhuriyetleri Yazarlar Birliği’nin konuğuyduk orada. Gezdiğimiz yerler, Bolşoy Tiyatrosu, Yazarlar evi, yazar Dr. Çehov’un muayenehanesi, Yazarlarevinde Cengiz Aytmatov ile karşılaşmamız Puşkin müzesinde görevli ve profesör olan Gorki’nin torunu ile Vera tarafından tanıştırılmamız, hepsi ama hepsi benim daktilo ettiğim o yüz sayfalık günlüklerin içindeydi. Fakat ben ne yaptım, sanki tüm gezdiğimiz yerler, tekrar gidilebilir, komşukapısıymış gibi, bir gün birtakım daktilo, ya da yazım hataları yüzünden, enine boyuna düşünmeden tüm notları yırtıp attığım. Artık aptallık mı dersiniz, akıl tutulması mı dersiniz, ne derseniz deyin, o güzelim günlükler bir anda yok olup gitti elimden.
Bu gün bile yaptığım yanlışın acısını hala çekiyorum. O yüzden bana kötü bir deneyim olduğu için, şimdi bir dosyayı yırtar ya da silerken en az üç kez kontrol ediyor, yedeklemesini yaptıktan sonra siliyorum. Çünkü süreç içinde yaşadıklarımızın bir daha asla geri döndürülemez olduğunun geç de olsa farkına vardım. Çünkü zaman geçtikten sonra isteseniz de aynı yerleri isrediğiniz aynı duygu yoğunluğu, aynı sıcaklıkla betimleyemez, ifade edemezsiniz. Çünkü, “Demir tavında dövülür.” boşuna dememişler. aman dikkat!…
Ali Özenç Çağlar
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz