Prof. Dr. Zehragül Aşkın Kimdir?
Yüksek Lisansını Mersin Universitesi Felsefe Bölümünde Prof. Dr. Uluğ Nutku ile Tarih Felsefesinde Antinomiler başlıklı tezi ile tamamlamıştır.1997/ 2000 yılları arasında Almanya Bonn Universitesi Felsefe Bölümünde Araştırma Görevlisi olarak bulunmuştur. Doktora tezini Ankara Universitesi DTCF’ de Prof. Dr. Erdal Cengiz ile “Temporalitaet Sorunu Acisindan Heidegger’ in Kant Yorumu” adli teziyle bitirmistir. 2008 yilinda Yrd. Docent, 2012 yilinda Docent, 2017 yilinda ise profesör olmustur. Bircok akademik dergi ve kitaplarda yayini olup, Tarih Felsefesinde Nedensellik Sorunu adlı telif bir kitabı vardır. Halen Mersin Üniversitesi Felsefe Bölümünde, Bölüm Başkanı ve Felsefe Tarihi Anabilim Dali Başkanı olarak görevini sürdürmektedir.
Felsefe İnsanlığa Hizmet Eder Mi? (*-)
Değerli Hocalarım, etkinliğe katılan değerli felsefe dostları ve sevgili öğrencilerim öncelikle, bugünkü söyleşimizin içeriğini oluşturan, tüm insan başarıları ile felsefe arasındaki kökensel aitlik ilişkisini kavrayarak, felsefeylemeyi yaşamın içine ve hizmetine sunan, felsefeye gönül vermiş tüm felsefe dostlarının ve sevgili öğrencilerimin “Dünya Felsefeyleme gününü kutluyorum”. Bugün sizlerle birlikte “felsefe insanlığa hizmet eder mi?” sorusu bağlamında, içinde yaşadığımız tarihsel süreçte pandemi vesilesiyle kendisini bizlere yaşamsal bir zorunluluk olarak dayatan ve bilimlere metodolojisini yani yöntemini hediye ederek haklı olarak tüm bilimlerin annesi veya kraliçesi olmayı hak edinen felsefenin, “insanlığa hizmet ettiğine yönelik”, hep birlikte üzerinde felsefeyleyebileceğimiz naçizane bir yol çizmeye çalışacağım.
Şimdi sevgili Mehmet Ali bundan yaklaşık bir hafta önce beni arayıp konu başlığını söylediğinde ona, “felsefe insanlığa hizmet eder mi” cümle dizimindeki «mi» ekinin gereksiz ve hatta fazladan olarak eklemlenmiş bir soru edatı olduğunu söyledim. Çünkü felsefenin insanlığa hizmet ettiği argümanı, felsefenin quidditas’ına yani “temel olmaklık tarzına” ilişkin apriori bir bilgi niteliğindedir. Felsefe, dünyada insan varlık tarzında varolan insansal varlığın ratio’sunun ve bu ratio bağlamında ortaya koymuş olduğu tüm başarılarının varlıksal zeminini oluşturur. Bu noktada felsefe, sadece insan düşüncesinin ulaştığı en yüksek aşama değil; aynı zamanda tüm modern bilimlerin yani doğa ve sosyal bilimlerin, doğa ve sosyal bilimler yanında bu bilimlerden türevsel olarak türeyen ve tüm insanlığa pozitif anlamda hizmet eden uygulamalarının da kapsayıcı olarak ortak zeminini oluşturur.
Şimdi, öncelikle konuşmama başlarken şunu belirtmek isterim: Benim, gerek lisans, yüksek lisans ve doktora derslerimde, gerekse de akademik, etkinliklerimde hatta gündelik yaşamımda severek kullandığım “felsefeyleme” kavramı, bana ait bir kavram değil. Bundan altı sene önce kaybettiğimiz ve çırağı olmaktan her zaman onur duyduğum çok değerli hocam gezgin filozof Prof. Dr. Uluğ Nutku’ya ait. Felsefeyleme kavramının söz dizimine baktığımızda, kavramın, felsefe ve eylem olmak üzere iki kavramdan oluştuğunu görüyoruz. Bu söz diziminin birinci kavşağını, felsefenin kavramsal yönü oluşturmaktadır. Şimdi diğer bilme etkinliklerinde olduğu gibi felsefe de bildiğiniz gibi kavramlarla yapılan bir etkinliktir. Kabaca, varolanı anlamaya ve anlamlandırmaya ilişkin çerçevelerimiz olan kavramlar, varolma açısından dış dünyada ve düşüncede, iletilebilme açısından ise dildedir. Fakat ister dış dünyada isterse de düşüncede olsunlar, tüm kavramlarımız dil ile ve dil aracılığıyla ifade edildiğinden, üçü arasındaki öncelik ve sonralık sıralamasında, öncelik dile aittir. Bu nedenle dil tüm insan başarılarının evidir; ve bu evde felsefe oturur. Felsefeyleme kavramının ikinci kavşağını ise felsefenin eyleme dönük yönü oluşturur. Hepinizin bildiği gibi gündelik yaşamın penceresi dardır. Oradan tüm insanlığı görüleyemiyoruz. Oysa felsefenin penceresinden tüm insanlığa ilişkin kapsayıcı bilgiler edinebiliyoruz. Bu noktada felsefenin, diğer bilme etkinlikleri ile olan ayrımında, kapsayıcılığına vurgu yaparken, sizler tarafından yanlış anlaşılmak da istemem. Akademinin içinden gelen, felsefeyleyen ya da felsefeylemeye çalışan ve bunun için özen gösteren bir akademisyen olarak, aslında burada, felsefeyi değil; insanı merkeze yerleştiriyorum. Neden? diye soracak olursanız, bunun yanıtı açık. Yaşam içerisindeki tüm soru ve sorunlar, tüm anlama ve anlamlandırma ilişkileri insana ait olduğu için ve felsefe de özsel anlamda insanı konu edindiği için, felsefe yaşamın içinde ve hizmetindedir. Nitekim bugün bu etkinliği yapıyor olmamız, benim ile birlikte etkinliğe katılan değerli hocalarımızın burada olması ve sizlerin de bu etkinliğe katılıyor olmanız, gerçeklik, bilgi ve eylemin mükemmel bir bileşkesi olarak felsefenin, yaşamın içinde ve hizmetinde olduğunun en açık ifadesidir. Hepinizin bildiği gibi ezberleme anlamında öğrenme, zeminini Skolastiğin «magister dixit» yani “hoca dedi ki” mottosunda bulan, ezberci bir eğitim sisteminin ürünüdür. Bu tür öğrenme, zihne sunulanların hiçbir eleştirel süzgeçten geçirilmeden olduğu gibi zihinde saklanmasına ya da tutulmasına dayanır. Oysa felsefe, öğrenilen her şeyin neden ve nasıl öyle olduğunun sorgulanması bağlamında ilgi ve meraktan beslenen tutarlı, eleştirel ve açıklayıcı bir düşünme yöntemidir. Bu nedenle felsefeyleme etkinliğine bir doğru düşünme mantığı ve bir zihniyet eğitimi olarak bakılmalıdır. Öyle ki, diğer bilme etkinlikleri ile olan ayrımında felsefeyi, daha özel, daha ayrıcalıklı, daha anlamlı ve aynı zamanda da daha eğlenceli ve hatta daha zevkli kılan da bu felsefeyleme özelliğidir.
Şimdi felsefeyleme kavramını analiz ettiğimizde doğrudan “quid es” / “Quiddidas ” kavramının yanına geliyoruz. Kavram, Aristoteles’in de belirttiği gibi felsefenin temel disiplini olan ontolojiye ( metafizik olarak varlık felsefesine) aittir. Bilindiği gibi felsefe tarihi, ontolojik yani varlık bilimsel bir soru olan, varlık nedir? ve bu sorudan türeyen epistemolojik yani bilgi kuramsal bir soru olan varlığı nasıl bilebiliriz? sorularına verilen yanıtların tarihidir. Varlık nedir? ve Varlığı nasıl bilebiliriz? soruları arasında öncelik, Aristoteles tarafından Prote Philosophia olarak nitelendirilen ve Pre Sokratik düşünürler tarafından,bir doğa felsefesi olarak varolanın var’ına ilişkin geliştirdikleri varlık öğretisindedir. Şimdi’den geriye doğru bakışta, felsefenin doğum yerine karşılık gelen dönemde yaşayan söz konusu düşünürlerin varlık anlayışlarının özgünlüğü, “arkhe” sorunsalına yönelik monist-pluralist, somut-soyut tutum alışlarındaki ayrımlarına rağmen, çokluğu görmemezlikten gelmemeleri tam tersine, “intentio recta”ya dayanan doğal bir tavırla felsefeyleme etkinliğini başlatmış olmalarıdır. Pre Sokratikler, Physis ile özdeşleştirdikleri doğal varlık alanına intentio obliquayı temel alan aksiyomcu, spekülatif bir tutumla değil; dış dünyaya açılan pencerelerimiz olan duyularımızdan hareketle yönelerek, çokluğun gerisindeki birleştirici öğeyi aramışlardır. Daha bilinen tanıdık bir terminoloji ile felsefenin doğum yerine karşılık gelen sıfır noktasında, felsefeyleme etkinliğinin arka desenini, duyularımıza kendisini bir çokluk olarak sunan ve daha sonra latinceye Natura (doğa) olarak çevrilen Physis’i anlama ve anlamlandırma çabası oluşturmuştur. Bu bağlamda Pre Sokratik düşünürlerin keşfettikleri “çoklukta birlik sorunsalı” felsefenin ilk ontolojik sorunsal çekirdeğini oluşturur.Ayrıca bu dönemde başını Thales’in çektiği söz konusu düşünürler, kendisini bir çokluk ve sürekli bir oluş halinde görünüşe çıkaran, Physis’i anlama ve anlamlandırma girişimlerinde, arkhe tanımına bir yanından tutunmuşlardır. Nitekim İçinde yaşadığımız dünyayı, su, hava , ateş gibi bizlere tanıdık gelen süreçlerle açıklayan Pre Sokratik düşünürler, felsefenin geniş halk kitlelerince benimsenerek yayılmasına ve günümüzde de bir “İon mucizesi” olarak nitelendirilmesine katkıda bulunmuşlardır. Örneğin nedir bu çokluk?, nedir bu ağaç? diye sorduklarında çokluk ve ağaç varlık tarzında varolan şeylerin quiddidas’ına yani olmaklık tarzına ilişkin bir tanımlamaya girişmişlerdir. Dolayısıyla çokluk veya ağaç olmanın ne anlama geldiğine ilişkin -ontoloji yaptıklarını bilmeseler de- ontolojik bir sorgulama gerçekleştirmişlerdir. Şimdi buraya kadar anlattıklarımı toparlayacak olursam konuşmamın konusunu oluşturan “felsefe insanlığa hizmet eder mi? sorusunu her defasında sorduğumuzda, özsel anlamda felsefenin kendi tarihselliğindeki tanımlarını kapsayıcı olarak içinde barındıran quiddidas’ının yanına çağrılırız. Bu bağlamda bana göre felsefenin quiddidas’ına ilişkin yapılacak en özsel tanım onun, tüm olmaklık tarzlarını yani tanımlarını kendi içerisinde barındıran «kendi tarihi»» olmasıdır
Bu noktada felsefenin insanlığa hizmet ettiği hatta tüm insan başarılarının zeminini oluşturduğunu açıklamak için, Dielthey’ın “insanların bir doğası yoktur; tarihi vardır” sözünü yardıma çağırabiliriz. Dielthey’a göre, insanlığın ortaya koymuş olduğu tüm başarıları ancak bu başarıların içinden çıktığı tarihsel perspektif içinden kavranabilir. Şimdi bu Diltheyci tanıma göre varolan her şey, kendi tarihiyle var olmaktadır. Türümüzün varolanı, anlama ve anlamlandırma çabasında ortaya koymuş olduğu felsefe, bilim, sanat gibi tüm başarıları ve bu başarıların arka desenini oluşturan insanlığa yön veren tüm demokratik erdemleri -ki bu noktada derslerimde örnek olarak verdiğim Kant’ın Kategorik İmparatifi’nin apriori içerimi olarak karşımıza çıkan ve aynı zamanda da Fransız devriminin sırtını dayadığı, adalet, eşitlik ve özgürlük kavramları- insan başarıları olarak, kendi tarihleri ile varolurlar. Şimdi Diltheyci bu tanımda bizi ilgilendiren Onun, tüm insanlık tarihinin kendi tarihi olarak, “felsefe ve bilimlerin tarihinin” bir bileşkesi olduğunu söylemesidir. Benim bu Dieltheycı tanımda vurgulamak istediğim veya görünür kılmak istediğim nokta, bilimlerin tarihinin özsel anlamda felsefenin tarihi olduğudur. Aslında bunun nedeni açık; bildiğiniz gibi felsefe ve bilimler arasındaki ilişkide daha kapsayıcı olan her zaman felsefedir. Nitekim, Felsefenin bilimi yok, felsefenin biyolojisi yok, ya da felsefenin fiziği de yok. Fakat bir bilim felsefesi, bir biyoloji felsefesi ve bir fizik felsefesi var. Dolayısıyla felsefe ve bilimler arasında ki ilişkide felsefenin bilimlerden daha kapsayıcı olmasının nedeni kronolojik olarak felsefi düşüncenin, bilimsel düşünceyi öncelemesinde temellenmektedir. Günümüzde ki modern doğa bilimleri, 16.yy’ın ortalarından itibaren felsefeden ayrılarak bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Dolayısıyla bu olgusal tespit, 16. yy’dan önce felsefe ve bilimler arasında bir ayrım olmadığı gibi filozof ve bilim adamı arasında da bir ayrım olmadığı anlamına gelmektedir.
Şimd, tıpkı biyolojinin, kendi tarihi, biyoloji tarihi, fiziğin, fizik tarihi ya da insanlığın, tür olarak ortaya koymuş olduğu tüm başarı ve başarısızlıklarının tarihi olarak, insanlık tarihi, hatta episteme’ye değil de doksa’ya dayanan tüm dinlerin, kendi tarihi olarak dinler tarihi olması gibi, felsefe de, tüm olmaklık tarzlarının toplamı olarak kendi tarihine karşılık gelir. Bu tarih felsefenin doğum yerinden; M.Ö 6. asırdan buğün 22. Kasım 2020’ye kadar olan tarihsel süreci içermektedir. Dolayısıyla felsefenin tüm disiplinleri, filozofların ortaya koymuş oldukları tüm düşünce sistemleri, bu düşünce sistemlerinin arka desenini oluşturan tüm kavram ve kavram çatıları ve bu kavram çatıları üstünde yükselen felsefenin problem edindiği tüm soru ve sorunlar, felsefenin kendi tarihi olarak, olmaklık tarzına yani quiddidas’ına karşılık gelirler. Şimdi buradaki sorumuz, Felsefe ve bilimler arasında kronolojik olarak kurduğumuz bu tarihsel öncelik ve sonralık ilişkisinden hareketle, felsefenin insanlığa hizmet ettiğine ilişkin nasıl bir sonuç çıkarabileceğimizdir? Bildiğiniz gibi, tüm bilimler felsefenin “Ti esti?” sorusuna verilen yanıttan ortaya çıkmıştır. Fakat burada unutulmamamsı gereken nokta, soruyu soranın her zaman için felsefe olduğudur. Bu şu anlama gelmelidir: Eğer felsefe olmasaydı ve bilimlere sırtını dayayacağı metodolojisini hediye etmeseydi, tüm bilimler -ister doğa isterse de sosyal bilimler olsun- hiç gelişmeden öylece kalırlardı; böylelikle insanlık’’da mitolojik/dini dünya görüşünden bir adım dahi öteye adım atamazdı. Bu bağlamda bilimler de, insanlık sahnesinde kendilerine, bir insanlık başarısı olarak yer bulamazlardı. Hatta bu noktada felsefe olmasaydı, yalnızca bilimler değil, tüm teist dinler, bir Teo-loji’ye (Tanrı-bilim) dönüşmeden “din olarak” yani sadece tapınma ritüelleri ve seronomileri olarak kalırlardı. Bu nedenle Felsefe ve bilimler arasındaki ilişkide olduğu gibi felsefe ve din arasındaki ilişkide de öncelikli ve sistematik dönüştürücülüğü olan her zaman için felsefedir.
Değerli Felsefe Dostları ve sevgili öğrencilerim, felsefenin bir dini yok; fakat Tanrı-bilim anlamına gelen bir Teo-loji ve skolastik dönem sonrası, bu teolojinin, metafizik kılıfından sıyrılıp, seküler ayakları üstüne oturtulmasından görünüşe çıkan, bir din felsefesi ve aynı zamanda da bir inanç felsefesi var değil mi?. Bildiğiniz gibi “loji” neye bağlanırsa onu, bilim yapar. Örneğin: biyo-loji’ye karşılık gelen canlı-bilim, sosyo-loji’ye karşılık gelen toplum-bilim gibi. Fakat biz burada biyoloji ve sosyoloji’deki loji ile mito-loji ve teo-loji’deki lojiyi birbirinden ayırmak zorundayız. Birincisi, -biyoloji ve sosyoloji’deki loji- metodolojisi (yöntemi) olan bilimsel bilgiye, İkincisi, mitoloji ve teoloji’ye karşılık gelen loji ise sistemli bilgi bütünlüğüne karşılık gelir. Felsefe ve dinin yoğun olarak işlendiği Skolastik dönemde felsefe ve din arasındaki ilişki iki şekilde konumlandırılmıştır. Bu uzun dönemde ya felsefe dinin hizmetine sunulmuştur yada din felsefenin hizmetine sunulmuştur. Fakat sonuçta, ister din felsefenin hizmetine sunulsun ya da felsefe dinin hizmetine sunulsun, felsefe, dinsel ön kabulleri temellendirmeye yarayan bir araç konumuna indirgenmiştir. Bu nedenle Yaklaşık 1300 yıl kadar süren Skolastik Felsefe’ye, felsefi olduğu izlenimini veren “Tümeller Tartışması”nı bir yana koyacak olursak, bu dönem aynı zamanda dinin, teolojiye evrilmesiyle yani, Batı Avrupa’ da latince ifade edilen “Hıristiyan Teolojisi’nin”, Ortadoğu’ da arapça ifade edilen “islam Teolojisi’nin” ve Doğu Avrupa’da yaşayan yahudiler tarafından ibranice ifade edilen “Yahudi Teolojisi’nin” ortaya çıkması ile sonuçlanmıştır. Burada dikkat ederseniz, dinlerin temelinin, felsefe olduğunu söylemiyorum. Aksine dinlerin, bir teolojiye, bir din felsefesine ve inanç felsefesine evrilmesinde Skolastik düşüncenin hizmetine sunulan felsefenin lojik tanıtlamalarının, merkezi ve etkin bir role sahip olduğunu söylüyorum. Nitekim, bildiğiniz gibi, tüm teist dinler, Tanrı’nın varlığının sorgulanmasına kapalıdır. Oysa tüm teolojiler, Tanrı’nın varlığının kanıtlanmasına ilişkin ontolojik argümanlarla doludur. Şimdi buradan felsefeyi Teo-loji’nin arka bahçesi olarak gören tüm teoloji fakültelerine şunu açıkça söylemek isterim. Eğer felsefe olmasaydı hiçbir zaman “loji” niteliği kazanamaz ve fakülteleşemezdiniz.
Şimdi bu bağlamda felsefenin insanlığa hizmet ettiği argümanına ilişkin bir çerçeve çizerken onun, bilgelik sevgisi anlamına gelen, söz dağarcığından da yararlanmalıyız. Felsefenin bu tanımında, dikkat etmemiz gereken nokta, felsefenin, bilgi sevgisi değil; bilgelik sevgisi olmasıdır. Felsefe içi boş bir kavramlar yükü olmadığı gibi, sofistike anlamında bir güzel söz söyleme sanatı da değildir. Örneğin, günümüzde çok şey bilen ve hemen her şey hakkında az çok konuşan kişiye, entellektüel diyoruz. Oysa filozof, çok şey bilmesi ile övünen bir kişi değildir. Filozof, sahip olduğu bilgiye uygun pratik tutumlar gerçekleştiren yani bir erdem öğretisine sahip olan kişidir. Burada «tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir» diyen Sokrates’in, felsefeyi, bir erdem öğretisi olarak tanımlayan, görüşünün yanına geliyoruz ve felsefenin bilgelik sevgisi tanımından, felsefedeki tüm epistemolojilerin, etiğe açıldığına ilişkin bir sonuç çıkarıyoruz. Felsefe de, epistemoloji’den etiğe açılan kapı kolayca girilebilecek genişliktedir. Tam da bu noktada. düşüncenin yetkinleşmesi için felsefe, bizlere üzerinde yürüyebileceğimiz yolu sunmaktadır. Bu yol gerek bireysel gerekse toplumsal yaşamda günümüzde giderek yaygınlaşan düşünce hastalıklarımızdan kurtulduğumuz felsefeylemenin yoludur.
Felsefenin insanlığa hizmet ettiği alanlardan birisi de eğitimdir. Hepinizin bildiği gibi eğitim, temel bir insan hakkıdır. Çünkü, Aydınlanma düşünürü Kant’ın söylediği gibi, tüm insan başarıları ancak kendi türü içerisinde ve eğitim aracılığıyla gerçekleşir. Bununla birlikte, temel bir insan hakkı olan eğitim, eğer dikkat edilmezse, kolayca bir insanlık ihlaline de dönüşebilir. Burada insanlık ihlali ile eğitimin, insanı eğip büken, ideolojik yanına gönderme yapıyorum. Felsefe eğitiminden ise bu ideolojik eğitimi değil; insanda, varolan insansal başarıların, eğitim aracılığıyla açığa çıkarılarak geliştirilmesini anlıyorum. Aslında tam da bu noktada, bir insan başarısı olarak “felsefe ve eğitim arasındaki ilişki” nerede durur sorusuna yanıt verebiliriz. Felsefe ve eğitim arasındaki ilişki, nasıl nesiller yetiştirmek istiyoruz ? sorusunda içerilir. Söz konusu soruyu türevsel sorularla çoğaltabiliriz. Nasıl çocuklar- gençler yetiştirmek istiyoruz? Nasıl bireyler yetiştirmek istiyoruz? Ve hepsinden de önemlisi nasıl vatandaşlar yetiştirmek istiyoruz? Felsefe eğitimi bir doğru düşünme mantığı ve eleştirel, bir zihniyet eğitimi olarak gerek bireysel ve gerek toplumsal bağlamda bir aydınlanma projesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Neden diye soracak olursanız; felsefe olmadan, aydınlanma, aydınlanma olmadan bilimler ve sanat, bilimler ve sanat olmadan, insanca yaşam koşulları ve insanca yaşam koşulları olmadan da, demokratik erdemler ile bezenmiş insan başarıları olamaz. Hemen bu noktada, insanlık tarihi olarak felsefe tarihinden, örnek vermek istiyorum. Günümüzde, Grekler’in, Batı Avrupalıların şımarık çocukları olarak nitelendirilmelerinin nedeni, Batı Avrupa uygarlığının temelinin Grek felsefesi ve eğitim sistemi üzerinde yükselmesinde temellenmektedir.
Şimdi eğitim, felsefenin insanlığa hizmet ettiği en önemli alanlardan birisidir. Bu olgusal tespitte görünür kılmamız gereken nokta, felsefi temelleri olmayan bir eğitim sisteminin, kolayca, doğaya ve insana karşıt loji ve izm’lerle sonuçlanan bir tahrifata dönüşebileceğidir;. nitekim dönüşüyor da….. Burada tahrifat ile, eğitimin, ideolojik ve totaliter yanına gönderme yapıyorum. Dolayısıyla Felsefe eğitiminden de, bireyleri ve toplumları, doğaya ve insanlığa karşıt “bir loji” veya “izm” üzerinden eğip büken, ideolojik eğitimi değil, yüksek değerlerle bezenmiş insansallığının, eğitim aracılığıyla açığa çıkarılarak, geliştirilmesini anlıyorum. İnsansallık kavramından ise aydınlanmacı düşüncenin, eko-merkezci farkındalık ile genişletilmiş insanlık idesini anlıyorum. Yani insansallıktan, sadece kendi türüne değil; kendi türdaşı dışındaki tüm canlılara ve bütününde doğaya, aidiyet duygusuyla güçlendirilmiş ödev bilincine eşlik eden, sorumluluk duygusunu anlıyorum. Bu doğrultuda felsefe eğitimi ile bizdeki aktüel açılımıyla, ne ezberci eğitime ne de «dindar ve kindar bir nesil yaratma» projesine hizmet eden ideolojik yönüne gönderme yapıyorum. Felsefe eğitiminden, hurafelerle bezenmiş ideolojik ve ezberci eğitimi değil; insanda varolan potansiyelleri açığa çıkaran bir “demokratik erdemler eğitimini” anlıyorum.
Değerli felsefe dostları ve sevgili öğrencilerim, felsefenin insanlığa hizmet ettiği saptamasının tarihsel ve olgusal tepe noktasını oluşturan kökensel soru, bana göre, demokratik erdemlerin, toplumumuz ile birlikte dünya genelinde nasıl yaygınlaştırılabileceği sorusudur? Çünkü, tüm bilme etkinlikleri içerisinde en aydınlatıcı formasyon olarak felsefe, tıpkı Platon’un ünlü “Mağara Alegorisi”nde bize anlattığı gibi cehalletten bilgiye, karanlıktan ışığa çıkıştır. Platon’un Devlet adlı kitabının başında anlattığı “mağara alegorisi” felsefe ve eğitim arasındaki kökensel ilişki için iyi bir örnek teşkil etmektedir. Mağara alegorisi, Heidegger’in söylemiş olduğu gibi hakikatin özündeki değişimi gözler önüne sermek ile kalmaz aynı zamanda eğitimin özünü de örnekler. Çünkü mağara alegorisi, eğitimin yani grekçe telafuzuyla “peideia”nın özünü görünür kılar. Bu özü sizlerle paylaşmadan önce alegorinin peideia ile olan kısmını kıssaca özetlemek istiyorum. Platon, mağara alegorisi altında Devletin 7. kitabında, Sokrates ve Gulukon arasında geçen bir diyolog aracılığıyla, bir hikaye anlatır. Bu hikayeye göre, insanlar, yerin altında, mağaraya benzeyen bir yerde, çocukluklarından beri bacaklarından ve boyunlarından kelepçelenmiş bir şekilde yaşarlar. Bu insanların gördükleri tek şey, başlarını geriye doğru çeviremediklerinden, arkalarında mağaranın girişinde, yanmakta olan ateşin, duvarda yarattığı gölgelerdir. Dolayısıyla bu insanlar, başlarını hareketsiz tuttukları için ateşin, önlerindeki duvara yansıttığı gölgeler dışında, hiçbir şey göremezler. Gerçek sandıkları şey, sadece duvardan yansıyan gölgelerdir.
Platon, bu noktada, bunların içinden birisi serbest kaldığında ve arkasında yanan ateşe doğru baktığında, ne olacağına ilişkin, bir düşünce deneyimini bize yaşatır. Zincirlerinden serbest kalan kişi, ateşe doğru bakmaya başladığında, bu durum ona acı verir ve ateşin parlaklığı nedeniyle, gölgelerini gördüğü nesneleri, ancak ateşin yaydığı ışığa alıştıktan sonra görür. Burada «ışığa alışma» tümcesinin altını önemle çiziyorum; felsefe ve eğitim arasındaki kökensel aidiyet ilişkisi adına, bu ışığa alışma tümcesinden, nasıl bir sonuç çıkarabileceğimize ilişkin, hepinizi düşünmeye davet ediyorum. Buradaki sorumuz şu: Mağaranın içindeki insanlar, gölgeleri üreten ateşe dönüp baksalardı ne olurdu? Şüphesiz, bakışlarının ufku genişlediğinden, alışık oldukları ve gerçek olmama ihtimalini hiçbir zaman düşünemeyecekleri şeylerin, teker teker parçalanmalarını deneyimleyeceklerdi değil mi? Platon, mağara alegorisi aracılığıyla ateşin ve ışığın gölgelerin arkasındaki hakikati bize gösterdiği gibi, felsefe eğitiminin de gündelik yaşamdaki ön kabullerimizi ve bu ön kabuller içine gizlenmiş olan tüm düşünce hastalıklarımızı bize göstermeye yaradığını söyler. Bunu söylerken de, felsefenin, hakikate duyulan bir tutku olmasının yanında, hakikati açığa çıkaran, zihnimizi eğiten yönüne vurgu yapar.
Sevgili öğrencilerim, değerli felsefe dostları, Platon’un felsefe eğitiminin, bizleri, gölgelerden hakikate doğru yönlendirdiği argümanı, size göre de eğitimin klasik tanımı olan, “insanda istendik yönde davranış değişikliği oluşturma” tanımı ile örtüşmüyor mu? Bu istendik yön nedir? Bu istendik yön, “genişletilmiş düşünce formu” ile desteklenen, hakikati arama, onun peşinden koşma ve açığa çıkarma eylemidir. Bu nokta da eğitimciler tarafından kullanılan eğitime ilişkin bu klasik tanımın, Platoncu köklere sahip olduğunun da altını çizmek istiyorum. Bir zihniyet eğitimi olarak felsefe aracılığıyla İnsanlar, güçlükle farkına vardıkları bilgisizliklerini terk edebilirler. Burada Sokrates’in felsefeyi, “bir at sineğine” benzetmesine ilişkin metaforik yaklaşımının da yanına geliyoruz. Mağara alegorisi’nde, gözün ışığa ve karanlığa kendini ayarlaması gibi, felsefe eğitimi aracılığıyla bizler de, gündelik yaşamda güç bela farkettiğimiz yanlış kanılar üstünde yükselen bilgilerimizi -ki Platon bu bilgilere doksa diyordu- epistemeye çevirebiliriz yada her gün içine uyandığımız mağaralarımızda, gerçekliklerinden hiç bir zaman şüphe etmediğimiz bilgilerimizin, aslında kültürel bir koşullandırma olduğunun farkındalığı ile sarsılırız. Tıpkı alegoride ki ateş ve ateşin yaydığı ışığın, hakikati açığa çıkarması gibi, “peideia” da bize doğru ve gerçek olarak öğretilen tüm önkabullerimizin gerisindeki hakikati açığa çıkarır. Şimdi Platon, mağara alegorisi ile felsefenin insanlığa nasıl hizmet ettiğine ilişkin çok şey anlatır. En çok da, “felsefe eğitimi ile felsefe eğitimi yoksunluğunun”, insan varoluşunun tüm yönelimlerinin gerisindeki özsel mesele olduğunu bize gösterir. Bu göstermede Platon, felsefenin, insanlığa nasıl hizmet ettiğini ve ne işe yaradığını, felsefe ile özdeşleştirdiği ışık metoforunda gözler önüne serer. Bu bağlamda bizim eğitim sistemimizin felsefi temelleri var mıdır? – yok’mudur? sorusunun yanıtlanmasını size bırakarak, tam da bu noktada felsefe insanlığa hizmet eder mi? sorusu ile ilişkisinde felsefe ne işe yarar sorusunu yanıtlamak istiyorum.
Hep birlikte soralım; felsefe, ne işe yarar? Bana göre, günümüzde gittikçe ivme kazanarak artan düşünce hastalıklarımızdan kurtulmaya yarar. Nedir bu düşünce hastalıkları? diye soracak olursanız; öyle çok ki, saymakla bitmez. Dağların maden ocaklarına, ormanların kütük yığınlarına dönüştürülmesini, kendisini zar zor akıtan derelerin, nehirlerin üzerine hesler kurulmasını örnek olarak verebilirim. Yine İzmir depreminde yaşamını yitiren kişiler için sırf aynı ideolojiyi paylaşmadığından dolayı, insanın kanını donduran insanlık dışı bürütal bir söylemle dile getirilen, “cehenneme odun oldular” tivitlerini ve neredeyse hemen her gün kadına ve çocuklara uygulanan sistematik şiddet ve hayvanlara yapılan akıl almaz zulmü örnek olarak verebilirim. Tüm bu toplumumuzda felsefeylememekten kaynaklanan düşünsel hastalıklar, bana göre, “düşünmenin yetkinsizleşmesinin” birer örneği olarak ortaya çıkmaktalar. Çünkü, düşünme yetkinsizleştiğinde insansal olmayan kolayca vahşete ve şiddete dönüşür. Oysa Kant’ın söylemiş olduğu gibi, aynı türe sahip, tek tek bireyler olarak, doğuştan gelen yetenekler söz konusu olduğunda, eşit olmayabiliriz. Fakat, tüm bu düşünce hastalıklarına karşı, mücadele etme konusunda, eşitiz. Tıpkı, insanlığın en büyük başarısı olan felsefenin bize söylediği gibi; ortak çıkarı, şahsi çıkara kamusal iyiliği ise bencilliğe tercih etme olanağına her koşulda ve zamanda sahibiz.
Toplumca en büyük sorunumuz, felsefeylemenin çağrısına yanıt verecek bir eğitim sisteminden ve bunun üstünde yükselen toplumsal pratiklerden sistematik olarak yoksun bırakılmamızdır. Çoğu zaman ne yapılması gerektiğinin bilinmesine rağmen, basitçe sorunların üstünün örtülmesidir. Bana göre, her birimizin, tek tek yanıtlaması gereken soru: Kant’ın genişletilmiş düşünce formu olarak nitelendirdiği, “ötekileştirdiğimiz her şeyin yerine kendimizi koyarak” eyleme çağrısını, kamusal yaşama geçirip -geçiremeyeceğimiz sorusudur. Diğer bir ifadeyle, birbirimizden ve her şeyden ayrı olduğumuz yanılsamasının farkındalığına uyanma sorunudur. Uyanmak ve mağaralarımızdan çıkmak için, çağımızın en önemli sorunu olan ekolojik sistemin tahrifi olmak üzere, tüm felaket ve yıkımların, insan eliyle yaratıldığını, yaşadığımız felaketleri, kendi türümüzün oluşturduğunu, öncelikle kabul etmemiz gerekiyor.
Değerli felsefe severler ve sevgili öğrencilerim, mitolojik-dini düşünceden koparak felsefi-bilimsel düşünceye geçişin üzerinden 2621 yıl geçmesine rağmen, malesef hala insanlığın en önemli sorununun, “aydınlanma sorunu” olduğunu görüyoruz. Yani insanın aklını felsefi terminoloji ile ifade edersek ratio’sunu kullanma vesayetini, insana ve doğaya karşıt «mitos», «loji» ve «izm»lere kiraya vermesinde olduğunu görüyoruz. Bu nedenle çağımızda hepimizin daha yaşanabilir bir dünya adına yapması gereken, tıpkı erken dönem Grek düşünürlerinin yaptığı gibi, yeniden düşünmeyi öğrenmeyi deneyimlemektir. Burada, “yeniden düşünmeyi öğrenmeyi deneyimlemekten”, düşünce hastalıklarımızı rehabilite ederek yaşamsal ufkumuzu daha insansal olana yükseltmeyi anlıyorum. Felsefe tarihinin kavşak noktalarını oluşturan bir çok düşünürde en açık bildirimini bulduğumuz böylesi bir düşünmeye, biz, felsefede, “dünyasal eylem idesi” adını veriyoruz. Nedir “dünyasal eylem idesi? En genel ifadesiyle, empatik bir katılım duygusuyla, insanlığın bir üyesi, evrenin ise bütünleşik bir parçası haline gelmektir. İnsanlığın kurtuluşu, bizleri kollektif sorumluluğa çağıran böylesi bir dünyasal eylem idesi ile mümkündür. Günümüzde tüm bilme etkinlikleri ile birlikte insanlığın en temel krizi, sosyo-ekonomik ve düşünsel bağlamda, dünyasal eylem idesi ile birlikte bu ide üstünde yükselen insansallık idesinin homojen bir şekilde inşa edilememiş olmasıdır. Burada insansallıktan, hakikat adına insanı merkeze yerleştiren antropomof yani insanbiçimci görüşe vurgu yapmıyorum. Aksine Eko-merkezci ve Arent’in “sensus commünüs”üne; “kendini ötekileştirdiğin her şeyin yerine koyarak eyle” ilkesine vurgu yapıyorum. Çünkü bencillik ve aç gözlülük bireysel, toplumsal, kurumsal ve sistemsel bağlamda, insanlığın yaşadığımız çağda sınava tabi tutulduğu, en büyük sorusu ve sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Çoğu zaman sistem yürütücüleri, tarafından bilinçli olarak gerçekleştirilen bu örtülmeden bahsettiğimiz anda, felsefenin “bir aydınlanma projesi olarak” insanlığa hizmet ettiği argümanının tekrar ve tekrar yanına geliyoruz.
Değerli felsefe dostları ve sevgili öğrencilerim, şimdi felsefe ne işe yarar sorusundaki “ne” soru ekinin içeriğini doldurabiliriz. Rasyonal söylem ve seküler düşüncenin bir bileşkesi olarak felsefi düşünce, bilimlerin ve sanatın tesis edilmesinin, özgürce adil ve eşit yaşama koşullarının oluşturulmasının ve ortak insani erdemlerin yaşama geçirilmesinin, arkhe’sini oluşturur. Aslında söylemeye bile gerek yok; felsefeylemeyen bir toplumda sadece bilimler değil; adalet, eşitlik ve özgürlük idelerinin bileşkesi olarak demokratik erdemler de, toplumsal yaşamda, kendisine yer edinemez. Felsefeylemeyen bir toplumda aydınlanmanın ve buna bağlı olarak demokratik erdemlerin tesis edilemeyeceği sonucu insanlık için aydınlanma adına benim tarafımdan değil; felsefe tarafından yapılan olgusal bir tespittir. Felsefenin insanlığa hizmet etmesindeki ölçüt, kapsayıcı evrensel değerlerindedir. Nitekim, Aristoteles‘in Metafizik’ adlı külliyatında yapmış olduğu bilimler sınıflamasında, bilgeliğe en layık bilgi formu olarak felsefeyi göstermesinin nedeni, felsefenin, bir ilk ilke ve nedenler sorgulaması olması yanında, insanlığın en kapsayıcı ortak erdemlerini temsil etmesidir. Bu şu anlama gelmelidir: insanlığın en yüksek başarısı olarak felsefe, insanlığa hizmet etmektedir. Sonuç olarak felsefe, bilimlerin tesis edilmesi için, doğaya ve insanlığa karşıt tüm inanç, ideoloji ve hurafelerden kurtulmak için, bilimlerin ve demokratik erdemlerin tesisi için, bu bağlamda da iyi bir yaşam yanında adalet, eşitlik, özgürlük gibi istemlerimiz için, özetle insanca yaşama koşularının tesis edildiği bireysel ve toplumsal aydınlanmayı gerçekleştirmek için insanlığa hizmet eder. Bu nedenle gerek bireysel gerekse de toplumsal bağlamda hepimizin daha çok felsefeylemeye ihtiyacımız var.
(*-) Prof. Dr. Zehragül Aşkın
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz