ŞİMDİ YARIN OLURSA
Kısacık bir alarm sesi, devamında bir anons: 24 Mayıs 2040, Perşembe Saat: 04:00. Günaydın. Günlük programınız sunuma hazır.
Karanlıkta el yordamı ile başucumdaki lambaya uzanıp ışığı açtım. Her şeyin tersyüz olduğu bu hayatta zaman da tersine dönüyor. İnsanlar gece karanlıkta uyudukları günleri unuttu, şimdi güneşten kaçar olduk. O sıcak günlerde kırlarda koşup, denizin serin sularında mest olduğumuz anılar artık çok gerilerde kaldı. Şimdi güneş ışığını gören herkes cehennem alevinden kaçar gibi, ev dediğimiz tek bir odadan ibaret yaşam alanı hücrelerine girmek zorunda. Salgın hastalıkların vücudumuza vermiş olduğu tahribatlardan dolayı hiç birimiz güneşle direk temas edemiyoruz.
Şu an özlem ve tebessümle hatırlıyorum da, çocukluğumda da karanlıktan kaçardık. Tüm gün sokaklarda envai çeşit oyunlar oynar, koşup, terlerdik. Akşam ezanı sesini duyduğumuz anda koşar adımlarla eve dönerdik. Çünkü annem; ‘akşam ezanı okunmadan, babanız işten dönmeden evde olun’ diye tembihlerdi. Sokaktan eve döndüğümüzde ilk önce banyoda ellerimizi, yüzümüzü ve ayaklarımızı bolca su ile yıkardık. (Ohh bunları hatırlamak bile kendimi çok iyi hissettiriyor.) O günlerde banyo saati diye bir şey de yoktu. Bazı günler her gün, hatta bazı yaz günleri günde iki, üç kez duş aldığımızı bilirim.
Bilim insanları geleceğimiz için suyun önemini, dikkatli kullanmamız gerektiğini, doğa dengesini bozmaya devam ettiğimiz sürece çok kötü günlerin bizi beklediği konusunda uyardığı söylem ve seminerler hep askıda kaldı. Yapılan uyarıların hiç birini dikkate almadık, hatta geçiştirdik. Neymiş, ozon tabakası inceliyormuş. Dünyaya düşen UV ışınlarının artması deri kanserine, katarakta ve bağışıklık sistemi hastalıklarına sebep olabilirmiş. Çevresel sürdürülebilirlik önemliymiş.
Biz günümüzü yaşamaya devam ettik. “Tek başıma ben ne yapabilirim ki. Vay efendim dünyayı ben mi kurtaracağım. Hem de ben aciz bir vatandaşım. Bizi yöneten devlet adamları, sonrasında uzman kişiler hatta bilim bunun bir çaresini mutlaka bulacaktır.” Gibi bahanelere sığındık, Allah’a dualar ettik.
Anlatılan bilimsel öngörülerin hepsi bizim gözümüzde bir ütopyadan ibaretti. Hatta tüm uyarılar kötü bir şaka gibi güldürmeden bir kulaktan diğerine geçti, o kadar. Konuyu çeşitli resmi toplantılar ya da sosyal ortamlarda sohbet konusu gibi dilden dile dolaştırmakla yetindik. Olabilecekler hakkında konuşmak, olası duruma engel değildi. Çeşitli mecralarda tarih veriliyordu, 2040 deniyordu. 25 litre su limiti konuşuluyordu. Su kuyrukları ve karne uygulaması olabilir deniyordu. Oldu! Devamında da bir sürü felaketi beraberinde getirdi. Şimdi kıt su kaynaklarımız sayesinde elektrik aydınlanma, doğal gaz ısınma gibi en basit ve temel ihtiyaçlarımızı dahi sınırlı karşılayabiliyoruz. Odalarımız iyice küçüldü. 2,5 m2 odada mutfak, banyo ve yatağım hepsi içine sığmak zorunda. Açık büfe mideyi tıka basa doyurduğumuz kahvaltıların yerine, şimdi bir bardak süt içiyorum. Bu maalesef sizin bildiğiniz inekten sağılan süt değil. Laboratuvar ortamında kök hücreden geliştirilmiştir. Hastalığımdan dolayı sütü pipetle içmek zorundayım. Midemin guruldaması azaldıkça hafızam kulaklarıma çok sevdiğim eski bir şarkıyı mırıldanıyor. “Rüyamda buluttum, sensizliği unuttum. Yağmur oldum ağladım seni, dizlerimde uyuttum.” Can Bonomo ve Demet Evgar düetidir. Kızımla birlikte şarkı söylemekten, sarılarak dans etmekten çok keyif alırdık. Bu şarkı henüz maskeli ve mesafeli de olsa dostlarımızla görüşebildiğimiz, canım her istediğinde aileme sarılıp öpebildiğim günlerde çıkmıştı. Sarılmak dünyanın en güzel duygusu ve şifa kaynağıdır.
Mart / 2021 Tarihinde insanlara Covid-19 diye ölümcül bir virüs musallat oldu. Hastalık her ne kadar çok tehlikeli olsa da, ilk başlarda bu virüsten kurtulmak mümkün gibiydi. İlk aşamada insanlara maske kullanmaları, temizlik ve fiziksel mesafenin önemi anlatıldı. Virüsün yayılmasının ve ölümcül etkisini engellemek için bilim insanları aşı geliştirdi. Aşı uygulaması ilk başlarda tereddütle karşılansa da, uygulama sonucunda aşının hastalığın bulaşıcılığı ve ölümcül yanına önemli ölçüde fayda sağladığı görüldü. Bu kuralları harfiyen uygulayarak bağışıklık sistemimizi güçlendirip ve virüsle mücadelede başarılı olabilirdik. Ama duyarsız ve sorumsuz davranışlarımız devam etti. Virüsün ölümcül etkisinin azalması ile birlikte kural ihlallerimiz başladı. Çoğumuz aşı süreçlerini tamamlamadık. Maske, mesafe ve temizlik kurallarına uymadık. Bunların sonucunda hastalık bulaşıcılığını arttırıp, mutasyon geçirerek virüs çok çeşitli ve kötücül boyutlarda çoğaldı. İşte o zamanlarda en basitinden bir grip salgın hastalığı iki haftada tedavi edilirken, şuan bizim yaşadığımız salgın hastalık bulaştığı vücuttan çıkmıyor. Virüs ömrümüzün geri kalanını ve bedenimizi esir alıyor. Vücudumuz beynimizden bağımsız ve istemsiz kas hareketleri yapıyor. Mesela bazı günler kollarımı, ayaklarımı, hatta göz kas hareketlerimi yönetmekte güçlük çekiyorum.
Eskiden grip olduğumuzda doktora çıkar tedavimizi olurduk. Hastalık tahminen iki hafta kadar sürerdi. Hatta ‘doktora çıkarsan iki hafta, anne usulü tedavi ile on dört günde iyileşirsin’ diye şakalaşırdık. Bu yüzden bazen doktora bile gitmeye gerek görmezdik. Boğaz ve burunda oluşan iltihap ile balgam için annemizin yaptığı karaturp, bal ve zencefil kürü ile iki haftada iyileşirdik. Oysa şimdi; burun akıntısı başladığında, hastalık burun kemik ve kıkırdaklarımızı ele geçiriyor. İçeriden burnun ucuna kadar gelen sümük burun kemiklerini eritip, çürütüyor. İnsanların kafatası bu yüzden çukur çiçeksiz bir saksı gibi çirkin bir şekle dönüşüp, dayanılmaz kötü kokuyor. Boğazlarında oluşan balgamlar ise ciltte derin yaralar ve delikler oluşturuyor. İçeriden yabani otlar fışkırır gibi kan ve irin akıtıyor.
Şu anda tüm geçmiş aklıma geldiğinde, değer miydi diyorum. Bunca ihmal, umarsız davranış niye? Şimdi düştüğüm bu kör karanlık kuyudan kendimi nasıl çıkaracağım? Hayat bir kere, şans bir kere… Kafamda sorular, sorular… Cevap bekleyen sorular! Ben sorudan öte gidemiyorum. Her bir soru ve ihmal beynimin üzerinde yıldırım düşürmeye hazır, kara bulut gibi bekliyor. Ben yine hiçbir şey yapmıyorum, bekliyorum. Buluttaki yıldırımın düşmesini bekliyorum. Daha kötü ne olabilir? Bilmiyorum. O anda yanağımda bir ıslaklık hissediyorum. Bu elbette yıldırımdan önceki yağmur olabilir.
Hayır!
– “Anneciğim günaydın” diye seslenip, yanaklarıma öpücükler konduran kızım. Uyanmak için acele ediyorum. Zira tüm bu anlattıklarım sadece kâbus olarak kalmalı.
25.12.2021
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz