Öykü

Ayşe Baran Eren’den Yeni Bir Öykü

GÖÇ

            Babamın ölümünün üzerinden tam on üç yıl geçti. Kabrini eskisi kadar sık ziyaret edemiyorum. İçimdeki özlem ve ölüm acısıdabiraz küllenmiş gibi, zira acılar azalmasa yaşamak mümkün değil. Ama bu duygu; beni suçlu hissettiriyor ve kendimden utanıyorum. Onu kaybettiğimiz ilk yıllar hiçbir bayram ziyaretini aksatmazdık. Hatta Cuma günleribile ziyaretine giderdim. Kabristanın üzerine, aynı babamın evinin bahçesi gibi onun en sevdiği çiçekleri dikmiştik. Hercai menekşe, beyaz gül, pembe gül, sümbül, nergis çiçeği… Hatırladıklarım bu kadar. Ne yazık ki bakımsızlıktan şuan bu çiçeklerin hiç biri yok. Babam servi ağacını çok severdi. Mezarının başucuna servi, ayakucuna da bol gölge yapması için çamağacı dikmiştik. Servi ağacı kendi kendini yetiştirdi, bir hayli de uzamış.Ama çam ağacının ömrü kısa sürdü, bakımsızlıktan kurudu.

Bugün günlerden Cuma, öğle namazı saatini beklersem yine araya başka bir iş girer ya da farklı bir sebepten yine kabir ziyaretini ertelerim düşüncesi ile sabahın erken saatinde evden çıktım. Hatta kahvaltı dahi yapmadım.Arabamı çam ağaçları ile çevrili güzel bir toprak yol başlangıcında park ettim. Sabah sporu içinşehrin merkezinde bu kadar güzel bir yürüyüş parkuru bulamam. Arabamı park ettiğim yerden kabristan, yaklaşık 500 m2 mesafede. Toprak yolda yürümenin hazzı ve çam ağaçlarının bol oksijenli keskin kokusu ile her adım bana ayrıhuzur veriyor. Doğanın nimetlerinin verdiği mutluluğun yanında, tabi ki içimde gönül borcumu ödeyeceğimin haklı gururu ve hafifliği de var. Keşke bunca zaman sonra gelmişken bir buket çiçek yada birkaç çiçek fidesi alıp öyle gelseydim. Ama bu saatte açık dükkân da bulamazdım.

Başımı yukarı doğru kaldırdığımda, karşıdaki servi ağaçlarının gökyüzü ile buluştuğu muhteşem manzara ile büyülendim.Servi ağaçlarının etrafında pervane gibi dönen kuşların sesleri buraya kadar ulaşıyor. Kuşların ne cins olduğunu ve isimlerini merak ediyorum. Babam sağ olsaydı;isim, cins ve türlerini, hangi mevsimde geldiklerini, hatta yaklaşık gramajlarına kadar tüm detayları ile bana anlatırdı. Teknolojiden faydalanmak için elim biran cebimdeki telefona gidiyor, ama babamın anlatımı gibi lezzetli bir öğreti olmaz diye, vaz geçiyorum.Tekrar servi ağaçlarını göz hizama alıp, iç sesimle onlarla konuşuyorum. “Lütfen az sonra babamın yanında olacağım. Bu kadar uzun süre gelemedim.  Bana kırgınlığı olabilir, hatta belki de çok kızmıştır. Siz bana yardım edin, beni anlayın ve anlatın. Gelemeyişim maksatlı değil, dünyaya bir çark kurulmuş bende o çarkın içinde yuvarlanıyorum. Yapmaz,ama ne olur yanına geldiğimde babam kaşlarını çatmasın, bana kırgın bakmasın. Beni;evinin o güzel bahçesinde merdiven başında beklediği günlerdeki gibi karşılasın. Kollarınısonuna kadar açsın, kocaman elleriile sıkıca sarılalım.Buluşmamızın sevinci ve heyecanı ile hemen evimizin merdiven basamaklarına çökelim. Önceart arda soru cümleleri, dert yanmalar ve sonrasında sessizliğimiz ile konuşalım. Ne güzeldir onun yanında susmak. Bir müddet sonra;“Hadi çayın suyunu koy.Annen sen geleceksin diyekulur kurabiye, birde börek yaptı. Çayla birlikte yeriz” diyor. Bir taraftan da sohbet devam ediyor. Komşunun ağacı hastalık yapmış, onun kuru dallarını kesmiş hem nasıl budama yapılır, tarif etmiş. Diğer komşunun bahçesinde çekirdekten zeytin ağacı çıkmış, ona da aşı yapmış; diğer türlü meyvesi olmazmış. Evvelsi gün dayım gelmiş. “O da benim gibi” diyor. “Kendisine hiç bakmıyor, çok sigaraiçiyor.E birde yaşlılık var. Teyzenin kızı Elif ablanın ikinci çocuğu oldu, kızı olmuş. Annen işte bugün bebek görmeye gitti. Senin geleceğini biliyor, biz çayı demleyinceye kadar gelir, orada oyalanmaz.Sağlığımız yerinde şükür, ama annenle iki başımıza canımız sıkılıyor. Bu ara pek televizyon da izleyemiyoruz.Eski filmleri koymuyorlar,türkü, eğlene ve yarışma programları da yok. Haber izleyin dersen; bizim yaşlı yürekler dayanmıyor. İnsana, çocuğa, hatta hayvana tecavüz; kadın cinayeti, fakirlik, soğuk savaşhaberleri… Annen izlerken hep ağlıyor, ben de kahroluyorum ve televizyonu kapatıyorum. Çünkü kalbim çarpıntı yapıyor. Bizde her akşam erkenden yatıyoruz. Bu yüzden de ülkemizde ve dünyada ne olmuş gündemi takip edemiyoruz. Çarşıya indiğim günlerde gazete alıyorum. Annenle birlikte bulmaca çözüyoruz. Bulmaca çözmek çok keyifli, öyle gecelerde geç saate kadar oturuyoruz.”

            Tüm gece boyunca yağmur yağmıştı. Şimdi ise hava açık, güneş bulutların arasına saklanmış ama berrak ve aydınlık bir gün. Böyle fırsatı her zaman bulamam. Ciğerlerimi yırtacakmış gibi kocaman bir nefes çekiyorum. Çam ağaçlarının bol oksijenli kokusunu içime çekerken, başımıgökyüzüne doğru kaldırıyorum. Gece yağmur yağdıran bulutlar, şuan süt beyazı renkte ve her biri ayrı bir servi ağacına sarılmış gibi görünüyor.Bulut ve servi ağaçlarını anne oğula benzetiyorum. Her bir bulut servi ağacına yüzünde gururlu bir gülümseme ve şefkatle kucaklar gibi sarılmış. Gözlerimi bu güzel manzaradan alamadığım için; yürürken ayağım küçük bir taş parçasına takılıp tökezliyorum. Toprak yol olsa da, sendelerken biraz da gürültü yapıyorum. İçimde derin bir düşünceden yada uykudan uyanır gibi bir his oluyor. Hemen sağ tarafımda iki adım ileri mesafemde bir sincap beni fark etmiş, hızlıca çam ağacına tırmanıyor. İlk kez sincap gördüğüm günü anımsıyorum. Hıdrellez günüydü, tüm akrabalar ile birlikte pikniğe gitmiştik. Ne çok küçüktüm, ne de yetişkin; ertesi yıl ortaokula başlayacaktım. Babam bu gördüğüm çam ağaçlarından daha kalın gövdeli yüksek bir ağaca uzun bir salıncak kurmuştu. Büyük küçük hepimiz sevinç çığlıkları eşliğinde tüm gün salıncakta sallanmıştık. Sevimli sincap tekrar aşağıya inecekmiş gibi yapıp, ağacın gövdesinden inmeden bana bakıp benimle göz göze geldi, kaç salise sürdü bilmiyorum. Belki kendince selam verdi bana, ‘günaydın, ne güzel bir gün’. Ayakkabılarım biraz toz olmuştu; eğildim, ellerimle sildim. Ayağa kalktım yoluma devam etmek için, ama o an mezarlık yolundan sapıp, başka bir patika yola girdiğimi fark ettim. Kabristana 250 – 300m2 kadar yaklaşmış olmalıydım.Bu kadar kısa mesafede yolumu kaybedecek değildim. Ama çam ağaçlarının sıklığı kafamı karıştırıyor. Sabah rüzgârının çam yaprakları ile oluşturduğu hışırtılı ses ile içimürperiyor.Hadidaha dürüst olayım birazcık korktum, kalp atışlarım hızlandı ve ellerimin avuç içlerinde heyecanlı bir karıncalanma başladı. Sanki güneş varmış gibi gözlerimi kıstım, bir elimi de alnıma koyup, olduğum yerde kendi etrafımda bir kez döndüm. Masal dünyasına düşmüş gibiyim. Tam da sağ kolumun hizasında 50 – 100 m2 uzağımda mavi, kırmızı, sarı ve mor çadırlar görüyorum. Şimdi yerlerde çikolata parçaları ya da elinde kırmızı zehirli bir elma ile siyah şapkalı bir cadı karşıma çıkarsa hiç şaşırmayacağım! İç sesime sus diyorum, beni korkutma.Birden bacaklarıma birileri dokunur gibi oluyor, bu mevsim de yılan olmaz ki diyorum. Gözlerimi kapatmışım açmaktan korkuyorum, ama biran önce kendi yoluma dönmek için bu sanrılardan kurtulmam gerektiğini de biliyorum.

Tekrar gözlerimi açtığımdatam karşımda fiziksel görüntüsü 9 – 10 yaşlarında ve ilk başta yüzünü görmesem zayıflıktan yürüyen bir iskelet gibi, iri siyah gözlü, saçları kazıtılmış bir çocuk duruyor.Cinsiyetini anlayamıyorum, ten rengi bir hayli esmer mi yada kirden mi bu kadar siyah seçemedim. Arada yalvarır gibi iki elini çenesinin altında birleştiriyor, sonra çadırları gösteriyor, anlamadığım dilde bir şeyler söylüyor. Bir an sinirleniyor, hareketleri isyan eder gibi bana bir şey yapmasından çekiniyorum. Eliyle işaret ettiği yere bakacağım, ama diğer taraftan çocuk da olsa karşımdaki kişiden içim ürperdi, gözlerimi onun üstünden ayırmak istemiyorum. Bu kadar küçük bir çocuktan neden korktuğuma hayret ederken, yine de kontrollü bir şekilde başımı gösterdiği yöne doğru çeviriyorum.

Bir taraftan elindeki gömleği giymeye çalışan, beyazımsı atletli benim yaşlarımda bir erkek bize doğru koşuyor. O da zayıf, esmer, üzerindeki giysilerin hiç biri yeni değil, üstelik de kirli! Hem koşuyor, hem de“dur, dur, yardım, bekle, yardım, lazım, çocuk”…diye bağırıyor. Söylediklerini ne kadar doğru anladım, bilmiyorum. Biraz aksanlı konuşuyorve biraz da öksürüyor. Hatta bence Türkçe konuşmakta zorlanıyor. Karşımda sadece bir çocuk varken, şimdi yanıma bir de erkekgeliyor. Düşünüyorum; ikisini birlikte atlatıp, nasıl buradan uzaklaşırım. Keşke bu kadar erken saatte ve yalnız gelmeseydim.Acaba benden ne isteyecekler, para isterler mi? Keşke cüzdanımı yanıma almasaydım. Bu karmaşada gökyüzüne bakmayanasıl fırsat bulduysam, yine servi ağaçlarını görüyorum. Hızını arttıran rüzgâr, bulutlarıservi ağaçlarından uzaklaştırmış. Rüzgârı koynuna almış servi ağacının serin yeli ise; saçlarımda, boynumda ve yanaklarımda tek tek dolaşıyor. Servi ağacından gelen yel tıpkı babamın elleri gibi hafifçe saçımıve tenimi okşuyor. Rüzgârla gelen çam kokusu aynı onun esansları gibiiç açıcı ve keskin kokuyor.Gözlerimi kapatıp, bu anda sonsuza kadar kalabilirim.

Bu arada karşıdan koşarak gelen erkek yanımıza yaklaşıyor, yolun sınırında ellerini dizlerine koyup eğilerek dinlenmeye çalışıyor. Nefesi tıkanmış, ama yine konuşmaya çalışıyor. “Merhaba, yardım lazım. İnşallah arabanız vardır. Bu saatte burada araba bulmamızçok zor. Çocuk çok hasta, baygın!” Sonra ellerini dizlerinden çekip, dik bir şekilde durmaya çalışarak “benim adım İdal, çocuğu işaret ederek adı : Habip diyor. Habip ablası çok hasta, babası yok. Bizde araba yok. Acil yardım lazım. Hastane gitmek gerek.” İki, üç kelimeden oluşan cümleler ile kendisini ifade ediyor. Habip’i işaret ediyor. “Türkçe yok, bilmez.” Diyor. Sonrasında birkaç cümle daha söylüyor. Ya Türkçe konuşmuyor yada ben anlamıyorum. Belki de ben şuan onları dinlemiyor, sadece izliyorum. Sonra tekrar “lütfen, lütfen” kelimeleri ile irkiliyorum. Karşımda yol kenarından benimle konuşan İdal gelmiş kolumdan tutuyor, beni çadırlara doğru yürümem için yönlendirmeye çalışıyor. O an yine babam geliyor gözlerimin önüne, onu hatırlamak beni cesaretlendiriyor. Tek bir kelime ile cevap veriyorum. “Tamam” diyorum. İdal bu defa kolumdan daha sıkıca tutuyor, birlikte yürümeye başlıyoruz. İdal ismini ilk defa duyduğum halde bir kere de anladım. Diğer başka söylediklerini arada kaçırıyorum, zaten tüm anlattıklarını da anlamıyorum. Beni sarı çadırın olduğu yere götürüyor. Bir kadın çadırın önünde ateş yakıyor. Yanındaki leğenin içinde hamur var, belli ki ekmek yapacak.İdalkadını işaret edip “benim hanım” diyor. Kadın ateşe attığı kozalakları acele ile elinden yere bırakıp, ayağa kalkıyor ve başıyla beni selamlayıp, âdete saygı duruşuna geçer gibi ellerini çenesinin altında birleştiriyor. Aynı anda geriye doğru koşar adımlar ile bizi çadıra doğru yönlendiriyor. Çadırın önüne geldiğimizde içeride başka bir kadın ve kucağında Habip’ten biraz daha uzun boylu, belki de yaşça büyük olduğunu düşündüğüm esmer uzun saçlı bir kız çocuğu var. Gördüklerim karşısında gözlerim yerinden çıkacakmış gibi acıyor. Bu çocukcağız ne kadar süredir bu şekilde anne kucağında baygın yatıyor, neden bayıldı, nesi var. En yakın hasta hane ve en kestirme yolu nasıl bulurum. Beynimi yakarcasına hızlıca bunları düşünüyorum.

İdal tekrar kolumdan tutuyor “yardım” diyor, “araba var mı”diyor. Telaşla “evet” diyorum. Kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlar, bence daha çok çığlık atıyorlar. Ben arkamı dönüyorum ve yolumu hiç kaybetmemiş gibi arabama doğru hızlıca yürüyorum. İdal benimle birlikte yürüyor, bazen de yanımda koşuyor. Bir taraftan da kendilerini anlatıyor. Bir yıla yakın zaman önce Suriye’den mülteci olarak geldiklerini, göç esnasında Habip’in babasını kaybettiklerini söylüyor. Burada sadece savaştan kaçabilen iki aileden beş kişi kaldıklarını anlatıyor, İdal’ın da oğlu varmış, ağzından zorla çıkarabildiği bir kelime ile ‘rahmetli’ diyor.

‘Habip Türkçe bilmez ama çok işte çalışıyor, para istersen veririz’ diyor. Sadece hasta olan kız ve İdal Türkçe biliyormuş. Kızı okula da gönderiyorlarmış. ‘Onun adı da Elvin’ diyor. ‘Savaş kötü, göç çok zor’ diyor. Zor mu anlamında, “gurbet” diyorum.Ne sorduğumu anlıyor “göç” diyor, “göç zor”. Sağ ayağı ile toprağa bir tekme savuruyor!

Hazır buralardan uzaklaşmadan son bir kez acele ile tekrar servi ağaçlarına bakıyorum. İdal’e göstermeden servi ağacına doğru bir göz kırpıp, bu dünyadan ebedi hayata göçmüş babama gülümsüyorum. ‘anladım’ diyorum, ‘başım üstüne’, ‘ayağıma gelen bu fırsatı anladım babacığım!’

Arabanın kontağını çevirdiğimde radyoyu açık bıraktığımı fark ediyorum. Babamın plaklarından en çok dinlediğimiz ve her seferinde “bu şarkı size, beni hatırlatsın” der;“biz seni hiç unutur muyuz” der, üzülürdüm.

Müzeyyen Senar “Keklik dağlarda çağıldar, yavrum yavrum diye ağlar.”

19.01.2022

***

BU YAZILARDA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın