Deneme

Ayşe Sevinç Erginsoy, Bu Haftanın Denemesi.

YAŞAMA DİRENMEKTİR

     Akşam olmak üzere. Gökyüzü kızıl görüntüsüne bulandı diye düşünüyorum, camdan karşıki dağlara doğru bakarken. Güneş, ne kadar da muazzam bir senfoniyle gizleniyor dağların arkasına doğru. Ben de ritim tutuyorum yavaş yavaş. En sonunda hızlanmaya başlıyor ritmim ve her güzel şeyin bitmesi gibi o da son buluyor. Artık güneşten eser yok. Hemen pencerenin yan tarafında ki ağaca bakıyorum. Yapraklarının özenle yerleştirilmiş olduğunu düşünüyorum. Ağaçlar yalnızlık çekerler mi ki diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Hava kararmak üzere. Ne yapacak bu ağaç tek başına. Kökleri toprağın altında gizli ve sıkıca bağlanmış, kaçmayı deneyemez bile. Kaçmayı başarsa nereye kaçacak kafasında eğer bir sürü düşünce dert tasa taşıyorsa. Onlar da peşinden gelmeyecek mi? Babaannemin bir sözü aklıma takıldı birden. Kızım derdi şu karşındaki evlere bak. Bacaları tütüyor değil mi? Ama bu evlerin ocaklarında et mi kaynıyor dert mi bilemezsin? Sahi! Ne kaynıyordur? Kimi kahkahalar atarken, kimi hasta annesine mi bakıyordu acaba? Ya da sevdiğini göremeyecek olan birisi bağrı yanık türküler mi dinliyor, gözlerinden kanlı yaşlar akıtarak. Yulduz Usmonava’nın dediği gibi “dünyada tek gerçek şey ölüm”? Ölüm başkasının yalnızlığı değil midir? Yalnızlık da bir çeşit ölüm değil midir? Ölmekle kalmak arasında ki bir oyun değil midir yaşamak dedikleri.

Çeşitli oyunlarla süslüyoruz arada kalan bu zamanı. Çünkü, biliyoruz ki bu dünyanın devinimi hepimizi yutuyor ve yutmak zorunda olduğu gerçeğiyle yüzleşmek gerektiğini düşünmeye çalışıyorum. Zira, başka canlılara yer açmak gerek. Bu gerçeklikle başa çıkmak zor olsa da.

“Taş olacağız ama selin yeline bırakmayacağız kendimizi”. Bu sözü sürekli dikte etmeye çalışıyorum beynime. Dün hayat vardı ama yarın yaşam var. Yaşamı çoğu kereler gözümüz görmüyor! Hayatı hep dünler de bıraktığımızı düşünsek de hayat hep yarınlar da saklı. Bazen kuşlar uçmayı unutuyor ya da uçmak istemiyor ama yine de hayat devam ediyor. 

Kafamın içi o kadar kalabalık ki. İçinde kalabalıklaşmak kendini yavaş yavaş bitiriyor. Sıcağa maruz kalmış buz gibi eritiyor insanı. Deli deli sorularla yüklü kafamın içi. Mantığım ve duygularım arasında gidip geliyorum yaşamı sorgulayarak.

Bazen diyorum ki yaşadığın hayattan ne bekliyorsun? Kendini bulabiliyor musun hayatın içinde? Beklemek ve bulmak!

İçimde oluşan ve hiç yok olmayacak özlem çığlıkları taşıyorum. Kendi cennet ve cehennemi mi yaşıyorum bu dünyada. Vicdanım bu arada kendi yolunu buluyor. Yaşam benim için aldığım nefesten ibaret değil, bundan çok daha fazlası. Hayat kocaman bir okyanus ve bizler içinde debelenerek yaşamaya çalışan küçük balıklarız. Okyanusta kaybolmamak büyük uğraşı gerektirir. Tabi bu arada birilerine yem olmazsak. Ne yazık ki, ben de hayatın içinde yaşamaya çalışırken kayboldum, kandırıldım, aldatıldım, başıma balyoz gibi inen sözlere maruz kaldım. Hele yaşadığım kayıplar! Hepsi büyük acılar yaşattı bana. Her tarafım yara bere içinde kaldı. Kimine pansuman yaptılar kimine hiçbir şey kar etmedi. Yaşamayı kendimi kendime öldürterek öğretmeye çalıştılar. Ama yine de direnmeye çalıştım. Herkesin içinde bir hikaye olan bir dünya hayal ettim ve hayallerin hikayesi mutlu biten bir şiir yazarak dünyayı kurtardığımı düşündüm. Böyle bir dünyanın varlığını hayal ettim. Olmadığını düşündüğüm anlarda da bir ışık yakacağını umdum hep.

“Ölüm kucak açmış savaşın çocuklarına ve minik bedenler cenneti istiyor

Savaşın olmadığı sınırların olmadığı tel örgüsüz günler

Ey acımasız dünya beni duyuyor musun?

Ben senin boynuna bir yük olarak geldim.

Doğanın kanunu bu mudur söyler misin?

Ey ağaçlar, kuşlar, dağlar, patikalar, ayak basılmamış topraklar siz söyleyin bana

Işık yakmak mümkün müdür?

Yarına dair umutlar hala yaralı. Ve hüzünle dolu. Aslında hüzün dediğimiz şey hayatın ritmi.

Gece ve yağmur yağıyor. Büyük bir şehrin büyük bir caddesi ama kimse yok. Sessiz bir cadde, her yer ışıklarla kandırılmış. Arabayla geceyi yavaş yavaş adımlarken yağmurun altında küçük bir çocuk takılıyor gözüne. Islanmış, üşümüş. Annesi elini tutmuş ama bırak çocuğu kendine dahi annelik edemeyecek kadar yorgun ve bitkin. Önce çocukla sonra kadınla göz göze geliyorsun. Sonra kaçmak istiyorsun oradan ve son sürat basıyorsun gaza ve bekliyorsun önüne bir duvar çıkmasını çarpmak için. Son sürat giderken dikiz aynasından geriye bakıyorsun ve ne görüyorsun biliyor musun?

Görmezden geldiğin her şeyin içindeki yaranın kabuğuna yapıştığını ve yarattığı ağırlık ile yarayı içten içe büyüttüğünü. Üstelik farkına dahi varamadan kanamaya başladığını. İşte hüzün ve dediğim gibi hayatın ritmi. İnsanların duyarsızlıklarını, riyakarlıklarını, menfaat sağlama çabalarını, kibirlerini gördükçe yaşamın getirdiği güzellikleri zaman zaman reddettiğim olmuyor değil! Var olamadığımı düşünüyorum bunları gördükçe göğüs kafesim sıkışıyor nefes alamıyorum. Ve “Ben” o kadar kocaman bir dağ ki insan işte bu dağı aşamıyor! Acı çekiyorum. Bazı insanlar için güzel olan bir şey başka insanların içinde acıtabiliyor içini…

Acılar yaşanacak elbette ama zamanı geldiğinde de ölmeli ki, yeni acılara yer açılsın diye düşünüyorum durmadan. Ama, içimizde acıların, umutların, özlemlerin, hayallerin ve en ilginci de mutlulukların dahi açtığı bir yara var ve bu yara asla iyileşmez sadece kabuk bağlar ki her çekilen acı gelir bu kabuğa yapışır ve sürekli büyür böyle olunca içimizdeki yara!

Bırak benim acılarımı başka insanların o görmezden geldiği şeyler dahi hassas insanların içindeki yaraya gelir yapışır çünkü bu dünya hassas insanlar için bir mezarlıktır! Her gün yaşanılan olaylardan bir parça izi gömüyoruz. Bazı şeylere gücümüz yetmiyor. Gücümüz yetmeyene güç yetirmeye çalışmak, olan gücümüzü de bitiriyor. Düşünsene, kuşun kanadı kırılmış, kelebeğin kısacık ömrü dolmuş, gül dalında kurumuş, kedi boş tabağa bakıyor…

Bunların hepsi farklı acılar uyandırmaz mı insanın için de? Ve onlara fayda sunmaya çalışmak uğraşmak didinmek aynı zaman da kendimize sunduğumuz fayda değil midir? Görmezden gelinen şeylerden utanç duyuyorum. İşte onunla baş edemiyorum. Kapıdan dışarıya adım atsam utanç abidesi kişilerle karşılaşıyorum. Kızmakla karışık yaşıyorum bunu.

Sevgi o kadar büyük bir içsel duygu ki içimdeki bütün kötü duyguları öldürüyor. Tabi bu duyguyu tam içselleştirmeyi başarmak önemli. Nefret ettiğim kişiler olaylar olmadı mı? Elbette oldu. Nefreti içimde yok edemezsem özgürleşemeyeceğimi düşündüm hep. Öyle değil mi sürekli birilerinden, bir şeylerden nefret ederek nasıl yaşanır. Nasıl huzura varır ki insan. Karşıdan nefret ettiğin biri geliyor. Günün geçen güzel yanını görmezsin işte o zamanı.

Bir de güven çok önemli. Kendine güvenirsen başka insanlardan korkmazsın. Korktuğun vakit çaresizliğin içinde bulursun kendini. Yaşamın gizemli yanlarını hep kaçırırsın. Ötelersin hayatı. Hayatın ötesi var belki evet ama yaşamın ötesi yok. Yarınımızın olacağını kim garanti edebilir ki bize.

 Ah keşke yaşadığım hayatı kendim kontrol edebilseydim. O zaman ne kadar farklı yaşardım bu hayatı. Kolay yolu seçmedim hiç. Seçemedim. Bir tarla al ek biç yaşa. Hiç bir şey düşünmeden. Ama ben hep zor yolları seçtim. Toplumun içine karıştım. Kah kavga ettim, kah savaştım. Kendimi kandırmaya çalıştığımın farkına varmadan. Belki de bilerek açtım kendimi dış dünyaya. Ortamlarda bulundum, arkadaşlarla gezdim, sevgiyi de birlikte deneyimlemek istedim. Ruh halimi değiştirmek için uğraşı verdim. İçimde değişim sancıları yaşadım. Tutunup durduğum şeyleri bırakma savaşı verdim. Kabuk değiştirmeden önce var olan kabuğumla yüzleştim. Duygularımla savaş verdim yüzleşebilmek için. Kaç kere aynaya bakıp içimden geçenleri anlattıktan sonra yere çarptım. Ve o aynanın kırıkları yavaş yavaş battı tüm bedenime. Tutunduğum ne varsa aslında var olmadığı gerçeğine kendimi açtım. Günlerce yemek yemedim ve başımı yastıktan kaldıramadım.  Bu içsel savaşı vererek insan ne olursa olsun kendi özüne dönüyor. Kendisiyle barış imzalıyor. Bunun daha kolay yolunu bulmaya çalıştım ama olmadı.  Bunun daha kolay yolu yok.

Olması gerektiği kadar üzülelim istiyorum, olması gerekenden fazla sevinelim. En azından sevdiğim insanlar için böyle olsun.

Yaşayacaklarımızın doğallığını gönüllü kabul etmeye çalıştım. Saf sevgiyle bakmamız gerektiğini düşündüm hep hayata. Lev Tolstoy’un dediği gibi “belki de her şeyi kabullenip hayatı akışına bırakmak” gerek.

Hayat bize armağan olarak sunulmuşsa elbet hakkını vermeliyiz. Doyasıya severek doyasıya öperek

Ve kucaklayarak karşımıza çıkan her şeyi.

Uyumalıyım, yeni bir savaşa dirençle karşılık vermek için.

Ayşe Sevinç Erginsoy

***

BU YAZILARDA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın