Şair Ali Yüce Kimdir?
1928’de Hatay’ın Yayladağ ilçesi Hisarcık köyünde doğdu. 1951’de Düziçi Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Anadolu’nun çeşitli köylerinde ilkokul öğretmenliği yaptı. 1961’de yeterlik sınavlarını dışardan vererek Gazi Eğitim Enstitüsü İngilizce Bölümü’nden diploma aldı. Çeşitli liselerde İngilizce öğretmenliğiyle eğitim alanındaki hizmetini sürdürdü. İlk şiiri 1956’da Yücel dergisinde yayınlandı. Daha sonraki şiirleri Yeditepe, Türk Dili, Soyut, Sanat Rehberi dergilerinde çıktı. İlk şiirlerinde İkinci Yeni’ye başarısız öykünmeler görülür. Özellikle Edip Cansever etkisindeki bu şiirde, benzeşme, niteleme, tamlama bolluğu, aşırı soyutlamalar ve dil oyunları, aşırı bir konuşkanlık etkin. Olgunluk dönemi şiirlerinde ise Metin Eloğlu ve Can Yücel şiirinin bazı özellikleri dikkat çeker. Sözcüklerin yan yana dizilmesiyle izlenimler yaratma diye tanımlanabilecek ilginç bir teknik kullanır. İlginç ritimler, konuşma dili ve sesleniş özellikleri kullanarak şiirini geliştirdi. Yaşadığı çevreyi, toplumsal sorunları yansıtan, yer yer taşlamaya yönelen, yergi ve eleştirinin ağır bastığı toplumcu şiirleriyle tanındı.
Şiirinin özellikleri
İlk şiiri 1956’da Yücel dergisinde yayımlanan Yüce’nin daha sonraki şiirleri Yeditepe, Türk Dili, Soyut, Sanat Rehberi dergilerinde çıkmıştır. Yüce, çocuklar için de şiirler yazmıştır.
Toplum gerçeklerini etkin bir eğleni anlatımı ve İkinci Yeni tekniği ile veren şairin ilk kitabı Şiirin Dili, Yapısı, İşlevi (1975) Antakya’da verdiği bir konferansın metnidir ve daha çok kendi yazdığı şiirlerin açıklanmasına yöneliktir. Şairin ilk şiirlerinin Edip Cansever etkisinde olduğu ve bu şiirlerde, benzeşme, niteleme, tamlama bolluğu, aşırı soyutlamalar ve dil oyunları, aşırı bir konuşkanlık etkin olduğu gözlenmektedir.
Olgunluk dönemi şiirlerinde ise Metin Eloğlu ve Can Yücel şiirinin etkin olduğu dikkat çekmektedir. Şair bu döneminde sözcüklerin yan yana dizilmesiyle izlenimler yaratma diye tanımlanabilecek bir teknik kullanır. Bu evresinde şair farklı ritimler, konuşma dili ve sesleniş özellikleri kullanarak şiirini geliştirmiştir.
Şair, genellikle yaşadığı çevreyi, toplumsal sorunları yansıtan, yer yer taşlamaya yönelen, yergi ve eleştirinin ağır bastığı toplumcu şiirleriyle tanınır.
ESERLERİ
ŞİİR:
Boyundan Utan Darağacı (1976)
Halk Çağı (1981)
Ortadoğu Şiirleri (1983)
Şiir Sıcağı (1984)
Anamı Arıyorum (1985)
Antakya Çarşıları (1986)
Şiir Tufanı (1989)
Taş Tanrılar (1990)
Asılacak Kitap (1991)
İnsan Tomurcukları (1991)
Yunuslama (1991)
Havalı Meryem (1994)
Sevgim Servetimdir (1997)
İNCELEME:
Şiirin Dili,Yapısı, İşlevi (1975)
ÖDÜLLERİ
1980 Nevzat Üstün Şiir Ödülü Halk Çağı ile
1982 Yeditepe Şiir Armağanı Halk Çağı ile
1982 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü Halk Çağı ile
1985 Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü
1994 Akdeniz Şiir Ödülü (İtalya)
YOLKESEN
İzmir’e gittiniz mi hiç
Turgutlu’dan geçerken
Çiçekler yolunuzu kesti mi
Göz göze geldiniz mi doğayla
Başınızda kavak yelleri esti mi
Saç sakal ağardıktan sonra
İzmir’e gittiniz mi hiç
Salihli’den geçerken
Bağlar yolunuzu kesti mi
Asma gibi kızlarla
Kız gibi asmalar
Halay çekerken kol kola
Annelerinden izin alıp
Katıldınız mı aralarına
İzmir’e gittinizse eğer
Aylardan mayıs olmalı
Günlerden Gökova
Dargındınız küskündünüz
Barıştınız mı doğayla
Şiir yolunuzu kesti mi
Kuruyan ağzınızı dayayıp
İçtiniz mi kana kana
Ben İzmir’e giderken
Akdeniz’e selam götürdüm
Bir gelinlik kızı gözlerinden
Çürük bir davul patladı kulağıma
Yarım kaldı halk düğünüm
Ben Asarcıklı çoban
Ağzımı keçiler yedi
Ne darıldım ne gücendim
Bir delik daha deldim kavalıma
Dünya dedikleri yuvarlak kitap
Işıklarınız sönmeden
Kaç sayfa okuyabildiniz
Sevgi dediğimiz solmaz bir kumaş
İpliğiniz tükenmeden
Kaç metre dokuyabildiniz
Giydiniz mi doya doya.
(Değerini Bilemediğimiz Bir Ulu Şair)
Yazan: Enrullah Güney
bindim mikelanj uçağına
ekmeğime sürdüm gökyüzünü
akdeniz’i bardağıma doldurdum
kafayı çektim sonra
giydirip kuşattım güzel türkçemi
saçlarını taradım ördüm
koluma taktım şiirlerimi
palermo’ya gezmeye götürdüm
en acı gurbetin
dil gurbeti olduğunu
palermo’ya inince anladım
kimseler görmüyordu
burkulmuş yüreğimin
dilim dilim olduğunu
kimseler bilmiyordu
başımda bir karasevda
ağzımda acılardan
tutulmuş bir dilim olduğunu
indim mikelanj uçağından
şiirimin toprağına ayak bastım
toprak mutlu ben mutlu
züğürt görünmeme bakmayın siz
ben aslında dünyanın
büyük zenginlerinden biriyim
biraz remzi inanç’ım ben
biraz mustafa ekmekçi’yim
gülmektir güldürmektir
sevmektir en büyük servetim
( 1994)
” Şiirimin toprağı halk toprağıdır. yerel ve ulusal kültürden mayalanmayan sanat, evrensele ulaşamaz bence. halk kültürü , içine hiç yabancı madde karışmamış, som bir kültürdür. bebekler için anne sütü ne ise, sanat ve sanatçı için de ulusal kültür odur. bu kültürü, bu anne sütünü emmeden ortaya konan ürünler, kötü birer öykünmeden öteye gidemez bence. evrensellik rütbesini kazanmış büyük yapıtların hamurunda ulusal kültürün mayası vardır. Şiirimi halk kültüründen mayaladığıma göre bu da doğaldır elbet. Halk ne söylerse dosdoğru, apaçık söyler. Ben de öyle yapmaya çalışıyorum. Şiirimin her katmandan, her kültür düzeyinden kolayca okuyup anlayabilsinler, tad alabilsinler istiyorum. Sanatı bir sirk cambazlığı, bir sözcük akrobatlığı, bilinçaltı koridorlarında saklambaç oynamak olarak görmüyorum. Bir gramcık estetik tad için okura cebir denklemi çözdürmenin ona saygısızlık olacağını düşünüyorum. Kimilerinin şiirde kapalılığı seçmelerinin nedenini ülkemin ve dünyanın en büyük ozanı Nazım Hikmet dobra dobra, apaçık söylemiştir.”
biz çocuktuk
hoca yanında okurken
bir hasır parçasının üstüne
besmeleyle diz çökerdik
öne arkaya sallanarak
duamızı ezberlerdik
bizim zamanımızda dünya
bir öküzün boynuzunda dururdu
boynuzları yoruldukça
kımıldadıkça öküz
büyük depremler olurdu
herkes ölür biz kurtulurduk
biz hoca yanında okurken
umut yerdik acıkınca
susayınca umut içerdik
sıkıldıkça bu dünyadan
hoca önde biz arkada
öte dünyaya pikniğe giderdik
Düziçi Köy Enstitüsü’nü 1951’de bitirdikten sonra Ali Yüce, Hatay’ın köylerinde, beldelerinde 10 yıl öğretmenlik yaparken ingilizce öğrendi. Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü’nün sınavlarını dışardan vererek İngilizce öğretmeni oldu. 1961’de Antakya Ticaret Lisesi’ne atandı. 1977’de emekliye ayrıldı.
Yüce’nin ilk şiirleri 1956’da Yücel dergisinde yayımlandı. Toplum gerçeklerini etkili bir eğleni anlatımı ve 2.Yeni tekniğiyle veren, gerçekçi anlayışa bağlı kalan ozanın ilk kitabı 1975’te çıktı:Şiirin dili,yapısı, işlevi. Özellikle 70’li yıllarda şaşırtıcı buluşlar ve ince yergi ögeleri, pek değişik imgelerle donanan şiirler yazdı. İlk kitabı Antakya’da verdiği bir konferansın metnidir ve Antakya’da küçük bir “risale” oylumunda basılmıştır. Ozan, burada, şiir anlayışını dile getirmektedir. 1976 Yüce için verimli geçti. Özyaşam öyküsünün (otobiyografik) bir roman gibi anlatıldığı Şeytanistan ve şiir kitabı olan Boyundan utan darağacı o yıl yayımlandı.
“ Ben Şeytanistan’a roman gözüyle bakmıyorum. “Kimlik cüzdanım” diyorum ona. Yalnız biraz uzuncadır, o kadar.Bir imza gününde, okurun biri “Üç yüz yirmi sayfalık kimlik cüzdanı” demişti” (Yanıtlarıyla Söyleşiler.Mustafa Pala.Yaba yay. 131-139 ss. 1993.Ankara ).
ben çocuk olsaydım eğer
kav çakmak satardım bulut amcalara.
pamuk şekeri alırdım yerine
patlamış mısır alırdım bulut amcalardan
ben çiçek olsaydım eğer
hiç saksı giymezdim ayağıma
ödünç kanat alırdım güvercin teyzemden
üstünüze barış uçardım
ben ırmak olsaydım eğer
altıma saklamazdım ayaklarımı
öyle yaklaşmazdım denize
düşmana yaklaşır gibi sürüne sürüne
ben tüfek olsaydım eğer
patlamazdım kimsenin üzerine
bir tüfekliğimden utanırdım
bir de eğri parmağından insan amcaların.
“Sözüm sanadır ey insan, uygarlığa değil. Bugün uygarlık ağacının meyvesi öyle bol ki, dalları kaldıramıyor… Ancak bu meyveleri eli uzunlar toplayabiliyor…Uygarlık ürünlerinin uygarca ve insanca paylaşıldığını söyleyebilir miyiz? Kimi varsıl ülkelerin yoksullara, gelişmemişlere yaptıkları sözde yardımların arkasında ne hinoğlu hinliklerin, ne tuzakların bulunduğunu bilmeyen var mı? Zaten “yardım”ın kendisi insan onurunu inciticidir. Bir de bu yardımı o ülke yöneticilerini söz dinler durumda tutmak, o ülkenin egemenlik haklarına el koymak amacıyla yaparsanız, buna yardım değil kölelik zinciri denir.”
silkeledim yamalı bayrakları
gözyaşların döküldü çöle
senindir bu soyulmuş toprak
bu sarılmamış yara senin
görür görmez tanıdım
binlerce yıl uzaktan
ırgaladım kuru ağaçları
yanmış güvercinler döküldü
yetim çocukların eteğine
bizimdir bu ısırgan
bu barbar uygarlık
bu yazılmamış roman senin
okudum satır satır
sözcük sözcük ağladım
” İşte böyle bir dünyada yaşayan sanatçı, çevresinde yaşanan acıları, kıyımları ve yıkımları görmezlikten gelerek mutluluk türküleri söyleyemez, söylemelidir. Hayvanlar, bitkiler bile çevrelerine ilgisiz değildir. Sanatçı ne hayvan ne bitkidir. O, yakın çevresinden başlayarak, ezilenlerin, horlananların, kısacası çağının milletvekilidir. Ona bu görevi kimse vermemiş, doğuştan getirmiştir.”
“ Şiir sadece bir gereklilik değil, çağdaş toplumumuzun en devrimci ilkelerinden biri; insanı, onun ruhunu ve sonunda temel değişimleri öğrenmenin en etkin aracıdır. İnsanlığın teknik gelişimi son on yılda gerçekten fantastik bir boyuta ulaştı. Hemen en yakınımızdaki gelecek on yılda, şu sigarayı altına çevirebilmemiz olanağını sağlayacak olan araçların buyruğumuz altında olabileceğini varsayabiliriz. Fakat yine de insan ruhunu değiştirmenin sigarayı altına çevirmekten çok daha güç ve karmaşık olduğuna inanıyorum ben.”
* Benim şiirimde geleneksel halk sanatından gelen tekerleme tekniği vardır. Ama bütün şiirimi kaplar mı bu? Bunun dışında kalanları nereye koyacağım? Baştan beri şunu amaçlıyorum. Yazdıklarımı halk apaçık, eksiksiz anlasın. Burada bir tutanak ya da yazanaktaki anlaşılmayı demek istemiyorum elbet. Estetik bir tadlandırma işleminden geçirilmiş gerçeklerin algılanmasını umuyorum. Bunun için şiirlerimi geleneksel halk ekininden mayalıyorum. Yalnız mayalamakla yinelemeyi, eskiyi hortlatmayı birbirine karıştırmamak gerektir.”
ben ozan milleti
kanlı el öpmedim hiç
yemedim bir lokma kirli ekmek
bir damla eğri su içmedim
ekinle yeşerdim üşüdüm
toprakla yandım oğul
dünyanın bir ucunda
bir damla kan dökülse
baba diye ağlasa bir çocuk
herkesten önce duyar ozan
acılara batar şiiri
çığlık akar dizelerinden
ben ozan milleti
bütün acılar acımdır
yaramdır bütün yaralar
güldüm bütün yüzlerde
bütün gözlerde ağladım
Ali Yüce bir Türkçe sevdalısıdır. Doğudan olduğu kadar, batıdan alınan sözcükler de Onu rahatsız etmektedir. ” Dil bahçemde yaban otları/ Arapça Farsça sözcükler/ Bana da batıyor gülüm/ Ben de kanıyorum Türkçemle birlikte/ Hadi bakalım şiir trafikçileri/ Karnemi zayıflarla doldurun/ Kına yakın gerçekötesine/ Şiirötesine anlamötesine/ Madalya takın madalya/ Kekeme kalemlerin göğsüne” Dil Savaşları şiirinde bu tedirginliğini vurgular.
başka kimseye değil
sana sesleniyorum
sevgili güzel dilim
biraz beri gel hele
bak sana ne diyeceğim
aç kulağını da dinle
o sözcükler var ya
fesli sarıklı agelli
kara çarşaflı sözcükler
anaları arap babaları fars
osmanlıca sözcükler
tut kulaklarından at dışarı
geldikleri yere gitsinler
selam sana türkçem
sevgiler sevdalar sana
güzeller güzeli dilim
türkülerimin anası
toprağım ekinim uygarlığım
dört mevsim şiir açan çiçeğim
sensiz sılam gurbet olur
üzülür cumhuriyetim
o sözcükler var ya
batıdan doğudan gelmişler
salyangoz gibi sümüklü
yengeç gibi eğri büğrü sözcükler
hava karadıktan sonra
yamyassı bir dünyada
küresel halt yemişler
tut kulaklarından at dışarı
geldikleri yere avdet etsinler
Ali Yüce’nin şiirinde yergi doruktadır. “Bumbar” şiirinde bu özellik belirgindir. Burada bir şölende insan davranışlarını irdelemektedir ozanımız.” Mizah. Çelişkilerin keskin olduğu topraklarda boy verir. Bu bakımdan ülkemize mizahın anayurdu desek yeridir. Ülkemizde dünya ölçüsünde büyük mizah ustalarının yetişmesi bir rastlantı değildir. Bunca büyük mizah ustaları varken, benim şiirimdeki bir mizah kılcal damarından söz etmeğe değer mi, bilmem.”
soframız hazır efendim
lütfen salona buyurun
siz şuraya onur verin
siz de şöyle buyurun
konuk gibi davranmayın
hadi lütfen buyurun
buyur istemez efendim
ev bizim ekmek bizim
lütfen önce siz buyurun
ah ne hoş beyiniz var
ha ha ha/ ki ki ki
bağışlayın efendim
biraz şakacı bizimki
bardaklar havaya
hoş geldiniz tıkk
tanışmamız onuruna
güzelliğinize tıkk
what a lovely beyiniz var
ha ha ha/ki ki ki
bağışlayın efendim
biraz çapkın bizimki
altın kaşık gümüş tabak
kadın erkek şıngır mıngır
ay ne güzel yaşamak
soda viski şampanya
demokrasimiz onuruna tıkk
tavuk piliç ızgara şiş
ay bu bumbar ne güzel pişmiş
elinize sağlık ceyda’nım
hiç yemedik böylesini
what do you say miss mary
süheyla’nım ne dersiniz
kuzu balık pirzola şiş
ah bu demokrasi ne güzel pişmiş
hiç yemedik böylesini
hadi biraz daha buyurun
nişanlınız beğenmedi
bari siz buyurun ha ha
şundan da buyurun ki ki
bundan da buyurun ha ha
ay vallahi gücenirim
şundan da buyurun
bardaklar havaya tıkk
bumbarınız onuruna tıkk
kadın kız bayat taze
esmer kumral sarışın pembe
şıngır mıngır şık
ay ne tatlı kızınız var
ha ha ha / ki ki ki
bağışlayın efendim
biraz mayhoş bizimki
Birbirlerine madalya veren, toplantılarda birbirlerine “al gülüm, ver gülüm” övgüler dizenler de Yüce’nin kaleminden kurtulamıyor. O, çağdaş hiciv ustası bir “Şair Eşref”tir…
iki bilgisiz bilgin
yaldızlı diploma verdiler
cüppe giydirdiler birbirlerine
bir köpek kalın sesini
lata gibi yuvarladı
karanlıkların içine
iki görgüsüz sömürgen
anıt diktiler birbirlerine
arya söyledi bir soprano
kılcal sesli bir kedi
eğri büğrü miyavladı
gezegenden gezegene
iki sevgisiz egemen
altın madalya taktılar
çiçek verdiler birbirlerine
madalyalar karardı bozardı
saçlarını yoldu çiçekler
hıçkıra hıçkıra ağladı
iki şanlı bezirgan
ekmeği kanlı bezirgan
demokrasi sattılar birbirlerine
şeytana hile sattılar
savaş sattılar halklara
yoksulluk ölüm sattılar
ilk insandan son insana
bir kurukafa kaldı (1992)
” Dünya insanının bir kesimi açlıkla, yoksulluk ve ölümle boğuşurken, çocuklar kediler gibi sokaklarda ölürken, geri kalmış ülke halklarını sömürerek varsıllaşmış kimi ülkeler en büyük yatırımı silah üretimine ve tecimine yapmaktadırlar. İnsan yaratımı olan uygarlık, insana karşı olmamalıdır. Uygarlık can almaz, kan dökmez. kan döken, can alan uygarlığa uygarlık denmez, ille denecekse barbar uygarlık denir. Bugün üçüncü dünya ülkelerinde, 450 milyon insan açlıkla boğuşmakta, her yıl 40 milyonu açlıktan ölmektedir. dünyada 800 milyon insan okumasız yazmasız, 120 milyon okul yaşına gelmiş çocuğa okul yoktur. (Cumhuriyet 4 ağustos 1994).
19 yıl önce Yüce, böyle yazmış. Sayıları 3 ile çarpmak gerekiyor. Ülkemizi, ateş çemberindeki Ortadoğu’yu düşünmek yeter. Duyarlı Ozanımızın insan kalbi, gönlünden geçenleri yazıya döktürüyor, şiire çeviriyor. Fakat bu şiir acı yüklü, ıstırap yüklüdür…
Emekli öğretmen Ali Yüce, Ankara’da yaşamaktadır bugün…Üretgen ozanımızın çok sayıda şiir kitabı çıktı: Halk çağı, Ortadoğu şiirleri, Şiir sıcağı,Antakya çarşıları,Şiir Tufanı,Taş tanrılar,Sevgim servetimdir,Asılacak kitap,Yunuslama,Havalı Meryem…Çocuk kitapları da var: Çocuklar insan tomurcukları, Anamı arıyorum,Uzaya giden uçurtma…Ödülleri de var: Milliyet Roman Yarışmasında mansiyon, Nevzat Üstün şiir Ödülü, Yeditepe Şiir Ödülü, TDK Şiir Ödülü, Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü, Akdeniz Şiir Ödülü (İtalya).
Dilimin uygarlığıdır şiir
Sevmek gönlümün uygarlığı
Nice öldürseniz ölmem
Çiçekli ve kuşlu bir havada
Toprağa kahkaha dolmuşum
Senin saçların sağanak
Gözlerin deli
Dünya kuruldu kurulalı
İlk sevişimdir bu benim
Ağaçların dallarında
Göz göz oluşumdan belli.
Ali Yüce’nin Türk şiirindeki yeri nedir? Soruyu kendisi yanıtlıyor : “ Bana ayrılmış, numaralı özel bir yer yok Türk şiirinde. Bütün yerler ayrılmış. Ta arkalarda bir yerde, şöyle bir kenardan bakarım. Eksik olmasınlar, Türk şiirinde bana yer verenler de var, kenardan bakmama bile ruhsat vermeyenler de var. Ben korsan ozan mıyım ne?”
***
SEVDALI SÖZCÜKLER
Beni tanımadın mı dedi
Bir sözcük bir sözcüğe
Çevir zamanın sayfalarını
Belleğini iyi yokla
İyi bak gözlerimin içine
Anılar devşir yüzümden
Bir yağmur sonrasıydı
Yan yana düşmüştük hani
Bir şiirin ilk dizesinde
Göz göze gelmiştik birden
Bir şey kımıldamıştı içimizde
Sonra sürülmüştük şiirden
İzinsiz öpüştük diye
Anımsadım dedi öbürü
Elin elime değince
Bindim sevdanın mor atına
Gittim ta eski günlere
Küçüldükçe büyüdü hüzün
Adını bilmediğim bir şey
Çıt diye kırıldı içimde
Ne acılar çektim bilsen
Nelere katlandım gurbette
Senetlere tutanaklara
Mahkeme kararlarına geçtim
Yıllarca ad oldum bir kötüye
Bir an bile unutmadım seni
Göz göze gelmedim hiç
Senden başka bir sözcükle
Sesin sesime değince
İçimdeki süt denizleri
Köpürmeye başladı gene
Öpüşe banınca dudaklarımızı
Kendi kokusunu duydu yosun
Şiirin gizli aynasında
Kendi rengini gördü menekşe
Haydi gel dedi
Dişi sözcük erkek sözcüğe
Başka bir şiire girelim
Görünmeden ozan abiye
HARİTADA DENİZE GİRİYORUM
Hem acılar eğitiyor
Hem türkü söylüyorum
Aslında bir yapının
Temelini atıyorum
Tuğlam pişmemiş daha
Demirim yok çimentom yok
Kumum kirecim hazır değil
Bu yapı ne zaman biter
Kaçıncı katta bulurum güzeli
Belli değil
Bir yağmur bulutunu
Elime alıp kokluyorum
Bulut mulut bahane
Aslında bir şiirin
Temelini atıyorum
İlk dizeyi yazıyorum
Kan ter içinde kalemim
Kimseye göstermeden
Haritada denize giriyorum
Ne zaman çıkarım bilmem
Hangi kıyıda bulurum güzeli
Belli değil
Boğazıma doluyor
Sözcükler şiir molekülleri
Yarı yoldan geri dönüyorum
Tatlı mı ekşi mi deniz
Rengi sarı mı pembe mi
Korsan beye sorun bunu
Vallahi ben bilmiyorum
Nerede bir çirkin görsem
Başımı önüme eğiyorum
Kıpkırmızı olunca şiirlerim
Utancımdan ölüyorum
Ben ne zaman dirilirim
Kaptan bey ne zaman ölür
Belli değil
Hem kentte oturuyor
Hem yalan söylüyorum
Bozuk çıkıyor fotoğrafım
Korsan beyin ölü töreninde
Gülerken yakalanıyor şiirlerim
Ben başarıyla somurtuyorum
SÖYLEŞTİLER
Boz Azime’nin oğlu
Selim Çavuş ile
Kör Nuru’nun oğlu Al’efendi
Söyleştiler
Dedim ya gene derim
Bizik Asarcık var ya Al’efendi
Bizim bu deyyus köyü var ya
Vallah billah adam olmaz
İtler köpekler olur da
Bizim köy olmaz Al’efendi
Dinime imanıma talağıma
Avradım benden boş olsun
Yalan yanım yere gelsin
Bizim köy adam olmaz Al’efendi
Adam ta Angara’dan kalkıp
Büyük başınnan ayağımıza gelmiş
Böyle mi değil mi Al’efendi
Yüzünden nur damlıyo şıp şıp
Ağzından bal akıyor konuşurken
Nohut gibi dane dane olup sesi
Beynimize giryo Al’efendi
Ah ki bizim köyde beyin nerde
Bir kulağımızdan girip
Ötekinden çıkıyo dedikleri
Böyle mi değil mi Al’efendi
Adam ne dedi bak Al’efendi
Kardaşlarım dindaşlarım
Verin kolunuzdan kopanı
Tanrı veren kullarını sever
Şeker gibi söz Al’efendi
Ah ki bizim köyün adamı ham
Toplana toplana ne toplandı
Üç bin lira para bir kamyon kavak
Yüzüm yere düştü utancımdan
Dinime imanıma talağıma
Bizim köy adam olmaz
Ne gülüyon Al’efendi
Bir çürüklük mü var sözlerimde
Haydi be Kör Nuru’nun oğlu
Gavır Ali sen de
KADIN YONTULARI
1
kadın
göz
şimşek
saç
sağanak
sırt
mermer
güvercin
ürkek
ıslak
taze
gerdeğe girer gibi girdi denize
2
kadın
kumral
kahverengi
sarışın
pembe
bel
kalem
beden
keman
bacaklar
merdiven
adımlar
şiir
yüreğimde evrensel kaşıntı
OLMACA
Ben çocuk olsaydım eğer
Kav çakmak satardım
Bulut amcalara
Pamuk şekeri alırdım yerine
Patlamış mısır alırdım
Ben çiçek olsaydım eğer
Hiç saksı giymezdim ayağıma
Ödünç kanat alırdım
Güvercin teyzemden
Barış uçardım üstünüze
Ben ırmak olsaydım eğer
Altıma saklamazdım ayaklarımı
Öyle yaklaşmazdım denize
Düşmana yaklaşır gibi
Sürüne sürüne
Ben tüfek olsaydım eğer
Patlamazdım kimsenin üstüne
Bir tetiğimden utanırdım
Bir de eğri parmağından
İnsan amcaların
HASRETİNDEN
AZIK
Acıkmayasın
Sevgi koydum
Azık sana
Yer dolusu çiçek
Gök dolusu güneş
Verdim sana
Üşümeyesin
Korkmayasın
Işık koydum
Azık sana
Öplüm öplüm
Öpülgen dost
Saçları denize
Dökülgen dost
Ağlamayasın
Yazık sana
Gülme koydum
Azık sana
EVRENSEL KARDEŞ
Tarar saçlarını
Örer anam
Bütün çocukların
Anası anam
Kucaklar babam
Şu koca dünyayı
Bütün çocukların
Babası babam
Çarpar yüreğim
Bütün göğüslerde
En uzak ülkenin
Komşusuyum ben
Haydi artık
Doğsun güneş
Batsın karanlık
Bütün çocukların
Kardeşiyim ben
TUTKAL
Bir sabah uyandım baktım
Düşüm yastığıma yapışık
Şiir yazarken ölmüşüm
Dilime yapışık sözcükler
Çığlığım tavana yapışık
Eğilip baktım pencereden
Rüzgar damlara yapışık
Gözlerim yapışık Antakya
Ölü götürüyor üç beş kişi
Ayakları yola yapışık
Kime küsmüş nar ağacı
Çiçeklerini yere atar
Cellat üşür gölgesinde
Tere batmış darağacı
Ayakları köze yapışık
Sen nasıl baharsın böyle
Bütün kuşların tek kanatlı
Korkuları tüylerine yapışık
Ağaçların çiçek açmış
Acıları dallarına yapışık
Sen ne biçim uygarlıksın
Parmağın tetiğe yapışık
Özgülük beslersin kafeste
Kadınların çiçek açmış
Sıcaklığı vitrinlere yapışık
Bir sabah uyandım baktım
Çürük bulutların altında
Takla atıyor kirli sular
Işığa sövüyor üç beş kişi
Kimlikleri yüzlerine yapışık
AÇ AĞZINI KARANLIK
İşim gücüm bu benim
Sorguya çekmek gerçeği
Sevginin rüzgarı ak da
Savaşın bayrağı niçin kara
Bütün suçum bu benim
Evreni kucaklamak
Çözmek kör düğümleri
Sonra bildiğiniz gibi
Gecenin içine attılar beni
Kirden pasaktan gecenin
Ta dibine yuvarlandım
Sevindiler gerisin geri
Acıya öfkeye bulandım
Aç ağzını karanlık
Dişlerini sayacağım
Eğilip aldı beni yerden
Halk anam güzel anam
Yıkadı kirimi pasımı
Ağrımı acımı silkeledi
Toz alır gibi aldı öfkemi
Sıcacık et koynunda
Yıllarca ısıttıktan sonra
Yeniden doğur beni
Giydim yeni giysilerimi
Çıktım yeni bir yola
Yeni ayaklarımla yürüdüm
Yeni gözlerimle baktım dünyaya
Günaydın dedim yeni sesimle
Başı sevda dolu bir değa
İşim gücüm bu benim
Sorguya çekmek çirkinleri
Emeğin suyu ak da
Sömürünün değirmeni niçin kara
Bütün suçum bu benim
Tahta çıkarmak güzeli
Uygarlığı halklamak
İşte sabah oldu
Yum gözlerini karanlık
Eski bir ormanda ben
Yeni bir ağaçmış gibiyim
Aç gözlerin karanlık
Tepeden tırnağa ben
Çiçek açmış gibiyim…
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz