BİR SEVDANIN ARKA YÜZÜ
ELLİ YILA SELAM DURUŞU
“Anıların bir roman diliyle anlatılması gerekiyordu. Yaşananlar önemliydi, bu önem yüzbinlerce insanı harekete geçiren bir örgütün gözler önünde nasıl tasfiye edildiğini anlatmak gerekiyordu.” Yazar Hasan Oğuz Pel Yayınları tarafından basımı yapılan “Bir Sevdanın Arka Yüzü” kitabının yazılma nedenini, kitabın ana kişisi Ahmet’in ağzından böyle anlatıyor.
Bir Sevdanın Arka Yüzü kitabı bana ulaştığında, kapağı “68” ve “78” kuşağına hiç de yabancı gelmeyen bir tasarım ile karşıladı beni. Sıradan bir dönem kitabı ile karşılaştığımı düşünürken, kendimi 12 Eylül askeri darbesi öncesinde yaşananlar ve sonrası olayları bir parti hareketi içinde yer alan birisinin ağzından anlatılan olaylar dizini içeren roman/anı içinde buldum.
Daha girişte Alman şair Bertolt Brecht’in sevda yüklü dizeleri ve ardından Fransız yazarJean De La Bruyere’nin aşk ve ateş üzerine sözleri ve kitabın yazar tarafından süreç içinde kaybedilen yoldaşlarına ve sevdiceği ve eşine ithaf edilmesi, kitabın sadece bir olaylar dizgisi değil, gönül bağlarının da anlatılacağının işaret fişekleri gibiydi.
Ali Özenç Çağlar, kitap ön sözünde yazar Hasan Oğuz’u, bir arkadaşının “güzel, kaliteli biriyle tanıştığımda onu kucaklayıp sarılasım geliyor. Çünkü böyleleri o kadar az ki. Hele ki yaşadığımız şu süreçte…”cümleleri ile kucaklıyor.
Önsözde belirtildiği gibi, daha çok belgesel ve teorik çalışmalar içinde olan ve gazete, dergi yazıları ile bilinen Hasan Oğuz’un ilk roman çalışması; deneyimli bir ustanın elinden çıkmış bir eseri ele almanın heyecanı ile okunabiliyor.
“Bir Sevdanın Arka Yüzü” kitabın ana karakteri Ahmet’in çocukluğu ile başlayan anlatımda ilk karşımıza çıkan, bir yerleşim yerinin insan eli ile nasıl değiştirildiği, bunun o yöre insanına etkilerinin neler olabileceği, yörenin insanı nasıl şekillendirebileceği ve kuşaklar boyu etkisinin nasıl olabileceğini anlatımı olacaktır.Ahmet’in “çebiçliğini” (keçi yavrusuna verilen ad olmakla birlikte pek çok yörede inatçı, gözü kara, ele avuca sığmaz çocuklar için kullanılmaktadır bu deyim) bir keçi kadar inatçı olmakla birlikte dirençli oluşunun da ilk işaretlerini görürüz. Hasan Oğuz, Ahmet’in ağzından 12 Mart dönemine de giriş yaparken 78 kuşağının da yaşadığı dünyanın penceresini aralamış oluyor.
Bir Sevdanın Arka Yüzü kitabını okuduğumuzda, yetmişli yılların İstanbul merkezli anlatımı, Ahmet’in ağzından anlatılırken, 1977 yılının kanlı 1Mayıs mitingini, sol hareket bakışı ile anlatırken, dönem devrimcilerinin en büyük çelişkilerinden biri olan kadın-erkek ilişkilerini Zeynep’in Ahmet’e seslenişi aracılığı ile çarpıcı olarak anlatıyor: “Biz sizinle evlenmesek, gidip faşistlerle mi evleneceğiz? “Bacım, bacım nedir bu Allah aşkına. Ben seni seviyorum ama sen ha bire solculuktan bahsediyorsun. Tamam, ben de solcuyum ama ben senin bacın değilim!”
Gerçekten de pek çok sevda yitirilmedi mi, şiirlerde satır aralarına saklanmadı mı, sevdiklerimize sevdiğimizi söyleyemeden en insan yanımızı gösteremeden sevdiklerimizi kaybetmedik mi? Sevdalar niye bir şeylerin arkasına saklanmak zorunda kaldı?
Sevdanın Ahmet tarafında ise karşılaştığımız, karşılık beklemeden yapılan emek ve özveri ile oluşturulan bir alt yapı görüyoruz. Kitap okuma sevdası, eğitim sevdası ve bunları kalem/kâğıt ile buluşturma. Ahmet bu sevdayı terk etmenin pişmanlığını şu sözleri ile:
”Her şey çok güzel de romanın, şiirin değiştirici gücü yok, sadece konuşuyor ve yazıyorlar” düşüncesinden “Oysa edebiyat ve sanattan beslenen bir politika olsaydı bizler kolayca böyle dogmatik ve şematik hatalar yapmazdık.” yorumuna evrilmesini de anlatıyor.
Bu öz eleştiri, aslında sol hareketin eksik kalan yanlarından birini, ruhundaki yarayı da yansıtmaktadır. Edebiyatı gereksiz bir zaman kaybı gibi görmek, sol hareketin bir yanını eksik bırakmıştır.
Aralarında Ahmet’in de bulunduğu üniversite gençliği, kendi deyimi ile o dönemde sadece ütopik ve popülist bir yaklaşımla işçi sınıfı arasına karışmak ve örgütlenmek düşüncesindeydi. Bunun için, işçilerin yoğun olarak yaşadıkları gecekondu semtlerinde yerleşim ve fabrikalara girerek çalışma ile bu düşüncelerini gerçekleştireceklerini ön görmüşlerdi. Her iki strateji de ütopik olmaları nedeniyle başarısız olacaktı. İlkinde sadece gecekondu bölgesinde yapı yapma ile sınırlı kalan çalışmalarda, fabrikalarda da başarısızlığa mahkûm oluyordu.
Hasan Oğuz, Ahmet’in ağzından yaptığı öz eleştiride; otomasyon ve dijitalleşen yeni üretim tekniklerinin sol örgütlenmede eski üretim tekniklerine dayalı düşünceleri berhava ettiğini belirtir. “Kuşkusuz sosyalist devrim için sanayi işçisi temeldir. Ama toplu üretim parçalanıp, robotlar ve dijital üretim nedeniyle kol gücüne dayanan emek sayısı sınırlanırken, beyaz yakalı işçi artan oranda devreye giriyordu. Beyaz yakalı emek gücü, üretime yön verip, onun tüm bilgisine sahip olurken, üretimin devamında ya da durdurulmasında önemli gücü elinde bulunduruyordu”
Yetmişli yıllarda işçi hareketleri fabrikalarda grevler ile etkili oluyordu. Ahmet ve arkadaşlarının, kendi örgütü tarafından bu grevlere destek amaçlı görevlendirildiklerini görmekteyiz.
Ahmet, fabrikada grevde olan Ağaç-İş sendikası başkanı Cenan Bıçakçı’nın ricası ile burada ilk dersini almıştır aslında: “Arkadaşlar sizden ricam hem işçi arkadaşlar arasında gereksiz ve üst düzey politik tartışmalar yapmamanız hem de grev komitesinin aldığı bütün kararlara harfiyen uymanız.”
Ahmet, ilk defa meselenin özünü grev çadırlarında kavradığını:” Sendika eğitimcileri grev çadırlarında işçilerin anlayacağı şekilde işçi sınıfının üretimdeki rolü, politika ile ilişkisi, emek sermaye arasındaki çatışmanın çözümü, devlet ve iktidar meselesi ve buradan hareketle sorunun asıl çözümü ve sosyalizm anlatılıyordu. Adeta eğitmen arkadaş beynimize sokarcasına bu eğitimi veriyor, soru-cevap ile bitiriyordu. Sosyalizm ve işçi sınıfına ilişkin en kapsamlı eğitimi burada almıştım” diyerek açıklıyor.
Öğrenci hareketi içinde bu tür işçi hareketlerinin ve sendikal hareketler yerine silahlı gerilla faaliyetlerinin esas alınması tartışılmaya başlanıyor. Ahmet de bulunduğu ortam gereği, üzerindeki grev çadırı deneyiminin etkileri yerine, devrimin işçi ve halk ayaklanmasını gerektirdiğini bunun da silahlı halk ayaklanmasıyla gerçekleşebileceğini düşünüyordu.
Hasan Oğuz, Ahmet’in hayatının hem üniversitede devam zorunluluğu olmayan bir bölümde okuyarak hem de İETT de memur olarak çalıştığı dönemde örgütünün illegal çalışmalarının yürütülmesinde çalışmalarını anlatırken, Ahmet’in örgütçü yanını ortaya çıkartmaktadır. İş yerini hem bir eğitim hem de bir örgüt sığınağı olarak kullanan Ahmet, yıllar sonra bir arkadaş toplantısında kendisine söylenen övgü dolu konuşmalardan yola çıkarak;” hiçbir çaba boşa gitmemişti. Eski kadrolardan bazı dönekler anlamamış olsa da örgütlediğim bu insanlar, hala bu cümleleri kuruyorsa demek ki doğru yolda yürümüşüm” yapılan işlerin doğruluğunu teyit etmektedir.
1977 1 Mayıs komitesi provokasyona açık olan örgütlerin alana alınmayacağını bildirmesine rağmen, tüm örgütler alanda bulunmak için hazırlıklarını yaparlar. Yıllar sonra basılı yayında konu ile ilgili makale yayınlayan Hasan Oğuz; Ahmet’in ağzından konuşarak, “Bizim cenahta sanırım ilk özeleştiri benden gelmişti” diyecektir. O günün gençlerinin provokasyon ortamını göremeyecek kadar siyasi bir körlük içinde olduklarını söyleyecektir. Ahmet o gün ile ilgili düşüncelerini aktarırken:” Yükselen kitle ve sınıf hareketi, iktidar tarafından mutlak surette durdurulmalıydı. Bunun ilk ayağı 1 Mayıs saldırısıyla gösterildi. Bir taşla iki kuş vurulacaktı hem kitle korkutulacak ve geriletilecek hem de devrimci hareketler değişik yol ve yöntemler ile tasfiye edilecek.” diye açıklarken, Mihri Belli’nin o gün için söylediği “1975 yılına kadar biz devrimciler ilerliyorduk, ancak bu tarihten sonra gerilemeye başladık. Bunun nedeni içimize ayrılıkları sokmak ve kitlelere karşı bir korku imparatorluğu inşa etmekti.” söylemine katılarak, devrimci hareketin o günden sonra patinaj yapmaya başladığını dile getirir. Yazar devamında, o tarihten sonra devrimci hareketin sınıf ve emekçi hareketini örgütleyecek kapasitesini yitirdiğini not edecektir.
Ahmet, 12 Eylül gelişinde örgütünün diğer benzerleri gibi toplumsal gelişmelerin ardından sürüklenip, akıntıya karşı kürek çeker durumda, kadrolarını büyük oranda kaybetmiş, rutin görevler dışında bir planlaması olmayan, hazırlıksız bir durumda olduğunu belirtir.
O dönemde örgüt tarafından alınan kararlar tartışılmadan uygulanırken, yerel eylemlerin nasıl sonuçsuz kaldığı, örgütün nasıl dağıtıldığı yöneticilerin ne durumda oldukları, örgütün çözüldüğü ve tutuklamaların olduğunu anlatır.
O dönemde evlenen Ahmet’in İstanbul’dan ayrılma zamanı gelmiştir artık. Örgüt tarafından İzmir’de görevlendirilmiştir. Yaşam koşulları hiç de iyi değil diyen Ahmet, o günleri anlatırken:” Meğerse parti, bir avuç mültecinin eline geçmiş. Zira Merkez Komiteden geri kalan üç kişi yurt dışına gitmiş/kaçmış, sözde mektuplar ile partiyi yönetiyorlardı. Aslında parti, fiilen tasfiye olmuştu ama ayakları yere basmayan dimdik ayaktayız söylemini kullanmaya devam ediyorlardı” diyerek durumu özetlemektedir.
Örgütü ayakta tutmaya çalışanlar adına Ahmet sözlerine şöyle devam ederken:” Ancak o koşullarda göremediğimiz şey çok açıktı; parti dağılmış, çalışan yönetici organlar ortadan kalkmış, en ileri militanlar bile partiden uzaklaşmıştı. Aslında biz yel değirmenleri ile savaşıyorduk ama bunun çok da farkında değildik. Yurt dışına kaçan üçlü MK, biz bir avuç kadroyu aslanların önüne yem olarak atmıştı. Partinin somut gerçeğini, parti çalışanlarından saklamayı iyi becermişlerdi.”
İzmir anılarını Ahmet aracılığı ile anlatan yazar, bir özeleştiride daha bulunur:” ilk defa Karadeniz kültürünü Güzelbahçe’deki Lazların salaş balıkçı lokantasında öğrendim. Yemeklerini de acıya dayanan ezgili türkülerini de… O zamana kadar sadece Kürtler çok acı çekmiş, dolayısıyla dertli türküler Kürt halkına özgü diye düşünürdüm…”
İzmir’de koşulların dayatması ile Ahmet Çukurova’ya gitmek zorunda kaldığında durma noktasına gelen çalışmalarını arkada bırakarak Adana’ya geçmesi ile sevda çarkı yeniden Ahmet’i sınamaya başlar. Yeniden yerleşmek, yeniden iş kurmak ve yeni insanlar tanımak enerjisini yüksek tutmasına yardımcı olsa da yeni ihanetler, yeni hayal kırıklıklarını da eksik olmaz Ahmet’in üzerinde. Yeni bir kimlik edinen Ahmet artık Hasan’dır. Eşini de Adana’ya almış olsa da illegal yaşamın getirdiği sorunlar, takipler, kaçmalar hiç eksik olmaz Ahmet’in hayatından. Almanya’da düzenlenecek olan parti kongresi için bölge delegesi olarak görevlendirilmesi ile gurbet yolları görünür Ahmet’e. Hasan Oğuz bu bölümü şöyle bitirir:
“Ahmet’in çok sevdiği ve güzel dostluklar kurduğu Adana’ya artık elveda zamanı gelmiş çatmıştı. Yeniden Ahmet’i bir hüzün kaplar. Anılar, anılar. Anılar…”İnsanlık yerleşik toplum düzenine binlerce yıl önce geçse de gurbet kuşları hep konar göçer, konar göçer. Her ayrılış yeni bir başlangıç olarak sevda çarkı dönmeye devam eder.
Artık yeni bir kimliği, yeni bir görevi olan Ahmet, 3 yaşındaki oğlu, eşi ve İstanbul’u arkasında bırakarak, İzmir üzerinden Almanya’ya uçar. Artık adı Latif olan Ahmet karışık duygular içinde bir bilinmezliğe yönelmiştir. Ahmet; girdiği duygusal durumu tehlikeli bir varoluş olarak düşünse de Terentius’un “Ben bir insanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” söyleyişinde olduğu gibi, bu duygulardan kaçamıyordu. Uçakta aklının karışıklığı arasında öne çıkan şey, dışarıda olan merkez komitesinin uzun süre yurt içinde özverili çalışmalarının değerini bilecek birilerinin olacağı düşüncesiydi.
Almanya’da o kapitalizmin simgeleri ile karşılamıştı. İlk gelen gurbetçi işçilerin ağır koşullarda, madenlerde ağır sanayide ve inşaat işlerinde çalışmaları ile var edilen yapılaşma ile Almanya dünya savaşının izlerini yok edip, dünyanın en zengin ülkelerinden biri olmuştu. Ahmet, kendisini karşılamaya gelen arkadaşlarının yaşadığı hayatı görünce düşünmeden edemez; “bizler, hayvanların yaşadığı ahırlarda yaşıyorduk, ama yoldaşlarımız Almanya’da kaloriferle dairelerde yaşıyor, Mercedeslere biniyorlar”. Bu Ahmet’e göre yaman bir çelişkidir. Zaman içinde yaşam koşullarını kavraması ile nesnel olarak bunun mümkün olduğunun farkına varacaktır. Bunun getirdiği süreç sonunda bu olanaklardan yararlanan yoldaşlarının devrimci mücadele yolundan saparak, mültecileşerek tasfiyeci ve yıkıcı bir sürece gireceklerini de görmüştür.
Almanya süreci Ahmet için tam bir yıkım ve yok oluş gibidir. Kimliksiz kalmış, değer verdiği yoldaşlarının yozlaştığını, hareketin nasıl savrulduğunu, sicili bozuk olanların nasıl yükseldiklerini, örgütü nasıl ele geçirdiklerini görmüştür. Yayın organında yazdığı makaleler ile durumu değerlendirmeye çalışmış, sevdasını sürdürmeye devam etmiş olan Ahmet, polisin nasıl parti içine sızdığını, Türkiye’de takiplerin kaynağının Almanya olduğunu fark etmesi, yıkımı derinleştirmişti.
Bu süreç, Ahmet’in hem üst yönetimden uzaklaştırılmasına hem de parti üyeliğinin dondurulması ile sonlanır. Beş parasız ve kimliksiz orta yerde bırakılan Ahmet;” bu kadar derin bir vicdansızlığı beklemiyordum “diyecektir. Ölüm ile yaşam arasında ince bir çizgide gidip gelmeye başlayan düşünceleri, hesap sorabilmek için yaşamak zorunda olduğu kararı ile durulur. Yurda dönme kararı alsa da bu zaman alacaktır Ahmet için. Yaşamak için iltica başvurusu da böyle bir karardır aslında, zor koşullarda çalışıp, evine para göndermek zorundadır. Sahte bir isimle yaptığı iltica başvurusu kabul edilince sevinemez bile, bir süre bu sahte kimlikle yaşamına devam eder.
Nihayet, edindiği sahte bir pasaport ile sorunla karşılaşmadan Türkiye’ye dönen Ahmet, artan baskılar ve dağılmış parti örgütüne rağmen dönüşünü “inanın ki ülkenin zindanlarını, buranın şatafatlı yaşamına yeğ tutuyorum” diyerek açıklamıştır. Enerjisini yeniden toplamak için, enerjisinin kaynağı olan işçi sınıfının arasındaolmakla bulacağına inanan yazar Hasan Oğuz, Ahmet’in ağzından şöyle seslenir:” Evet, bu yolla ben, yeniden küllerimden doğdum ama bana alçaklıkları reva görenlerin çoğu mültecileşerek hayat içinde eriyip gittiler. Evet, ekonomik zorluklar hiçbir zaman bitmedi ama ben, bu hayatla mutlu oldum”.
Yurda dönüşünden sonra Ahmet, çıkan af yasasından yararlanarak üzerindeki suçlamalardan kurtulur, hatta bedelli de olsa askerlik görevini tamamlar. Bu arada, eski arkadaşlarından Ömer için ayrı bir sayfa açar Ahmet. Ömer, 12 Eylül sonrası tutuklanıp, ağır işkencelere rağmen sır vermemiş bir yoldaşıydı. Onun bir sözünü bir kenara not eder; “Yoldaş, bizim partimizin başına hangi bela geldiyse bunun tek nedeni vardır; denizlerin ölmeyip geride kalan eski arkadaşlarıdır. Bunu unutma.” Parti ile bağını koparan Ömer dağda silahlı mücadeleye katılma kararı alarak, İstanbul’dan ayrılır.
Ahmet, örgütsüz yapıya inanmadığı için, sendikal çalışmalara başlar Tüm-Bel-Sen adıyla kurulan sendika kurucularından birisidir. Gazete köşe yazıları ile mücadeleye katkı sunmaya devam eder. Edindiği birikim ve deneyimleri aktaracak kitaplarda yazmaya başlar.
Eski bağlantıları ile İstanbul’da bir ilçe belediyesinde göreve başlayan Ahmet, işçi sınıfındaki değişimi de fark eder. Kol gücü yanında büro emekçilerinin etkisi sınıf hareketi içinde daha ön plana çıkar. Başta eğitim olmak üzere, belediye ve devlet dairelerinde çalışan memurlar KESH(Kamu Emekçileri Hareketi) adı altında örgütlenir. Bu örgütün adı KESK olarak değiştirilir.
Sendika içinde farklı politik çevrelerden gelen kişiler olsa da aynı ortak hedefler doğrultusunda çalışmalarını sürdürürler. Ahmet’te gazete köşe yazıları ve makaleler ile bu çalışmalara katkı sunar.
Ahmet, bir yanan teorik çalışmalara katkı sunarken, diğer yandan sendikal çalışmalara da katkı sunuyordu. Ülkede yaşanan ekonomik kriz derinleşirken, parçalanmış demokratik güçleri bir araya getirmek amacı ile Anadolu Değişim Hareketi ortaya çıkar. Kuruculardan birisi de Ahmet olur.
Tüm bu koşturmaca içinde, siyasi cinayetler, adam kaçırma olaylarından Ahmet’te nasibini alır. Kaçırılma girişimi başarısız da olsa, can güvenliği tehlikede olan Ahmet için yeniden gurbet yolu görünür. Memur olmanın avantajı ile üç aylığına Almanya vizesi alan Ahmet için dönüş hiç de umduğu gibi kısa zamanda gerçekleşmeyecektir.
Yasal yollarla Almanya’ya gelen Ahmet, iltica başvurusunda bulunur. Mülteciler için oluşturulan Berlin’e yaklaşık 120 km. uzaklıkta bulunan Neubrandenburg yerleşim yerinde bulunan iltica kampına gönderilir. Kampta Ortadoğu kökenliler çoğunlukta olsa da Afrikalı sayısı da epey fazladır. Büyük çoğunluğu daha iyi yaşam koşulları ve para kazanma amaçlı olan sığınmacılar, oldukça zor koşullarda yaşamak zorunda kalmışlardır. Ahmet, burada da haksızlıklara karşı çalışmalarını sürdürür. Yerel sol örgütler yardımı ile sığınmacılara elinden geldiği kadar yardımcı olur. Yerel gazetelerde yazılar yazmayı da sürdürür. Almanca bilgisi yetersiz olduğu için, eski tanıdıklarının çevirmenliğine başvurur.
Çalışmaları, yerel siyasi partilerin bile dikkatinden kaçmaz. Sağ partiler bile kayıtsız kalmayıp, Ahmet ile görüme yaparlar, sığınmacılarının sorunlarını bu düzeyde de duyurmaya çalışır.
Ahmet; sığınma talebinin sonlanmasından sonra, mücadelesine devam edebilmek amacı ile kamptan ayrılıp, Düsseldorf’a geçer. Her ne kadar kira yardımı ve az da olsa para yardımı alsa da evine para göndermek zorundadır. Burada sevdiği bir aile dostunun yardımı ve yol göstermesi ile taksi şoförlüğüne başlar. Bu süreçte edindiği deneyimleri makale olarak yayınlar.
Ahmet için ihanetler ve hayal kırıklıkları bitmeksizin devam eder. Hain bildiklerinin el üstünde tutulmalarını kaldıracak gücünün olmadığını hisseder. Yeniden ölümle yaşam arasındaki ince çizgide dolaşırken bulur kendini. Hasan Oğuz, bu duyguları Ahmet’in ağzından şöyle ifade eder:” Değerler kaybolmuş, ihanet kol geziyor. Sanki bu ihanete karşı yenilmiş hissediyordum kendimi.” Zaman ve duygular bir kez daha tekrar etmiştir adeta. Kendisini ilk Almanya çöküşünde Köln’de sokak ortasında bırakılmış gibi olduğunu düşünür. Şöyle devam eder:” Yüreğim sanki bilincimi esir almıştı. Sağlıklı düşünemiyordum. Büyük bir yürek vurgunu içindeydim.” Stefan Zweig’ın “Hitler’in hükmünü sürdüğü bir dünyada yaşamak istemiyorum” diyerek eşi ile intihar edişi aklına gelir. Ahmet bu duygusundan hem ailesi hem de sosyalizm kavgasında yitirilmiş olan yoldaşlarını düşünerek çabuk sıyrılıp kendini toparlar. Buradan aldığı güçle daha büyük bir performans ile çalışmaya devam eder.
Almanya’daki ortam, her geçen gün Ahmet’i daha fazla olumsuz etkiler, daha kırılgan ve duygusal olur. Bir yıl ara ile önce babasını, sonra da ablasını kaybeden Ahmet “sürgünde yaşamanın en yıkıcı yanı da buydu; ülkeye gidememek ve sevdiklerinle görüşememek, öldüklerinde mezarlarına bir kürek toprak dahi atamamaktı.”
Her ne kadar yılgın olsa da Ahmet için örgütsüz devrimcilik olamazdı. Bu dönemde katıldığı çalışmalarda yeni hayal kırıklıkları ile karşılaşması kaçınılmazdı. Yaptığı çıkarım; sınıf mücadelesinin öznel sorunlarının başında gelen sınıfsal aidiyetlerin felsefi ve düşünsel boyutlarını açıklamak ve yeniden felsefi teoriye dönmenin önemli olduğudur. Bu doğrultuda çok sayıda eser ve makale yayınlar. Felsefe, edebiyat ve sanatın hem yaşamımdan hem de politik hayattan adeta kovulduğunu fark eder. Oysa felsefenin konusu insandır.
Ahmet tüm olanlara karşın yine de ülkesinin sığınılacak tek liman olduğunu, ülkeye dönmek ve kaldığı yerden mücadeleyi sürdürmek kararındadır. Yasaklı olması nedeniyle bu isteğini yerine getirememesi, sürgün hayatını daha da çekilmez hale getiriyordu. Biraz olsun memleket havasını solumak, yaklaşabilmek için Yunanistan’ın Rodos adasına kısa bir tatile gider. Adanın kıyısından Marmaris’i izler. Müdavimi olduğu kafe Bar’ın sahibi Anadolu göçmeni Yorgo ile sıkı dost olur. Sürgün hayatını en iyi o anlamıştır. Ege adalarını gemi ile gezen Ahmet, elini uzatsa değecek kadar yakınlaşır yurduna. Rodos’a dönüşte sanki üzerine karabasanlar çökmüş gibi hisseder.
Ahmet, özellikle davetli olarak gittiği Arnavutluk gezisinde, daha önce karşılaştığı yozlaşma, dönüşme ve savrulmalar ile karşılaşır. Buradan ayrılışta içinde kopan isyan duygusu, aslında kendisi dahil tüm yoldaşlarına karşı bir isyandı. Bu duygusunu şu kelimeler ile dile getirir:” İnsanlık o derece ağır bedeller ödemişti ki Dünya’nın altıda birinde sosyalist düzen kurulmuştu… ve biz yoldaşlar, bu rejimi koruyamadık. İç ihanetleri ve yoldan sapanları dikkate almadık ve böylece yenildik.”
Latin Amerika gezisinde Venezüella’da ise; HugoChavez’in 21.yüzyıl sosyalizmi ile tanışır. Küba ile Venezüella dayanışması içinde, sağlık sisteminin işleyişini ve fabrikaların devletleştirilmesi gibi olayları gözlemlediğinde bunun bazı kavramları Marksizm’den alınmış olsa da bir tür devletçi karma bir yapı olduğunu gözlemler. Ahmet gezide hem gözlem yapıp hem de geçmişi sorgulayarak dersler çıkartarak gelecek güzel günleri düşünüp “iyi ki varım, iyi ki bu çağda yaşamışım!” diyecektir.
Ahmet için Hasan Oğuz son olarak düşüncelerini aktarırken, o’nun daha ortaokul döneminde başlayan devrimci ruhunun 1974-75 yıllarından itibaren bilinçli ve örgütlü politik mücadeleye dönüştüğünü ifade eder. Ölümle yaşam arasında gidip gelen mücadelesinde ayakta kalmayı başarmış, toprağa düşen devrimcileri aklına getirerek direnme gücü ve enerjisini kendinde bulabilmişti.
Sevgi ve tutku ile başlayan mücadelenin zamanla rekabete ve kavgalara direnememesi, sevginin ortadan kalkması ile yoldaşlar arasında sevginin de bittiğini vurgularken, tüm bunların bir karabasan gibi devrimci hareketin üzerine düştüğünü not eder. Ahmet’in yaşadığı kırılmaların sebebi her ne olursa olsun, devrimci hareket, sınıfsal konumundan, ana ekseninden kopartılmış, basit gibi görünen sebepler ile örgüt içi bölünmeler sonrasında, tasfiye edilmiştir.
Roman kahramanı Ahmet yazarın duygularını anlatırken, kendisini bulutlar gibi hafif ve hüzünlüdür. Özgürlük, onun için bir savaşma gerekçesidir. Bu nedenle turnaları çok sever, kitabın girişinde alıntılanan Brecht’in dizeleri hislerine tercüman olur.
Bir karşılık beklemeden tek taraflı bu sevda uğruna toprağa düşenlerin, özgürlüklerini kaybedenlerin ve kendilerinden ödün vererek özverili mücadelelerin, karşılık beklemeden sevdalarının ardından koşanları anlatan romanın son cümlesi, yıkılan, parçalanan sevdaların nedenini özetlemektedir:
“Keşke ihanetler yaşanmasaydı…”
Sevda, bir şeyi karşılık beklemeden sevebilmektir. Ahmet bir roman kahramanı olarak karşımıza çıksa da sevda uğruna toprağa düşenlerin, özgürlüklerinden olanların, vatanlarından sürgüne gitmek zorunda kalanların, ihanete uğrayanların, yılgınların ve yeniden ayağa kalkanların yazıya dökülmüş halidir.
İnandıkları uğruna can verenlere selam olsun.
Onca ihanete karşın dik durmayı bilenlere selam olsun.
Hasan Oğuz’a teşekkürlerimle;
Cevdet Günal Tüzün
Ağustos, 2023
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz