Öykü

Cevdet Günal Tüzün ve Bir Öyküsü

BİR AVUÇ LEBLEBİ

Yoğun toplantı ve iş trafiğinin ardından hem biraz rahatlamak hem de hava almak amacı ile bürodan çıkıp, caddenin karşısında bulunan park içindeki çay bahçesine geçtim. Burası beni her zaman dinlendirmiştir; asırlık çınar ağaçlarının altında yarı çimenlik yarı taş döşeli zemin üzerine atılmış tahta masa ve iskemleler üzerinde oturup, taze demlenmiş çay içmek, benim için bir terapi seansı gibidir. Etrafta adeta kovalamaca oynar gibi uçuşan güvercinler, yerde zıplayıp telaşla gezinen serçeler, denizden gelen o tarifsiz koku, martıların çocuk çığlıklarına benzer haykırışları ile deniz üstündeki uçuş manevraları, ağaçların rüzgârda çıkarttığı sesler, terapinin ana unsurları olurdu. Çay ocağından yayılan taze çay kokusu ve çaycı Ahmet’in tepsiye kaşıkla vurarak tutturduğu tempolu vuruş eşliğinde “taze çay, demli çay” seslenişi daha ilk dakikadan itibaren beni yoğun tempodan kurtarıp, rahatlatmıştır her zaman. Bu sürede, kalp atışlarım düzelir, tansiyonum normale gelir ve hem fiziksel hem psikolojik rahatlama ile güne devam edebilecek enerjiyi bana sağlardı.

Daha ilk çayımı yudumlamaya başlamıştım ki, yaşı geçkince bir beyefendi masama gelerek bana bir kart uzattı; “Merhaba, ben Arman, Doktor Arman” dedikten sonra teklifsizce masamda bulunan boş sandalyeye yerleşti. Yan gözle baktığımda gördüğüm; temiz ve bakımlı, seksenli yaşlarının sonlarına gelmiş, gür saçları tamamen kırlaşmış, yüzü tertemiz traşlı, takım elbiseleri jilet gibi ütülenmiş, kravatı düzgün bağlanmış, gözlerinin içleri gülerek bana bakan birisiyle karşılaştım. Deyim yerindeyse tam bir tonton dede yanımda oturuyordu. Ahmet’e seslenip bir çay daha söyledim, Ahmet, yanımdaki yaşlı beyefendiyi işaret ederek, ona da getireyim mi diye sorar gözlerle baktığında kafamla olur işareti verip, etrafı seyretmeye devam ettim. Çaylar geldiğinde, masa arkadaşım teşekkür ederek çay bardağını Ahmet’ten almak için uzandığında, ellerinin titrediğini fark ettim. Ahmet de durumu görüp, bardağı olabildiğince nezaketle masaya bıraktı. 

Masa komşum cebinden bir avuç leblebi çıkartarak bana uzattığında, doğrusu ne yapacağımı bilemedim, Arman Bey ısrarla elini uzatınca açmak zorunda kaldığım avucuma leblebileri doldurdu. Artık belli olmuştu, benim park keyfim kişisel olmaktan çıkıp, toplu terapiye dönecekti. Sandalyemi hafifçe komşuma doğru döndürdüğümde, gülerek bana bakmaya devam eden bir çift göz ile karşılaştım. Ben de kendimi tanıtmam ile birlikte sohbet kapısı da açılmış oldu. Arman Bey, ağzına birkaç leblebi atıp bir yudum çay içtikten sonra, bana da işaretle aynısını yapmamı söyler gibi yaptı. Leblebiler taze ve çıtır çıtırdı. Doğrusunu söylemek gerekirse, çay ile birlikte epey keyifliydi de. İlk birkaç atıştırmadan sonra sanki kırk yıllık arkadaşmışız gibi hiç duraksamadan konuşmaya başladı.

Arman Bey, bin dokuz yüz kırklı yıllarda, babasının devlet memuru olarak görev yaptığı Anadolu’nun kırsalında çok çocuklu bir aile içinde dünyaya gelmiş. Babanın az maaşı ile kıt kanaat geçinmişler. Büyük kardeşleri erken yaşlarda iş bulmak umuduyla büyük şehirlere çalışmaya gitmişler. Ailenin mali yükü biraz hafifleyince Arman Bey için okumak kolaylaşmış. Öğretmenlerinin de önermesi ile lise eğitimi için, kasabadan ayrılıp, il merkezinde bulunan lisede yatılı okumak üzere evden ayrılmış. Annesinin hastalığı ile baba Arman Bey’e yeterince harçlık gönderemediği için, epey zorluk çekse de okulu iyi derece ile bitirip, üniversite için seçim yapmak üzere lise öğretmenlerinden yardım almış. Önce yurt dışında mühendislik okumak istese de ailenin maddi sorunları nedeniyle bundan vaz geçmek zorunda kalmış. Bunun üzerine öğretmenlerinin desteklemesi ile İstanbul Üniversitesi Tıp fakültesine kaydını yaptırmış. Bir öğretmeninin yardımı ile de devlet bursu alıp, okulun yurduna yerleşmiş. Evden pek fazla parasal destek alamayan Arman Bey, çoğunlukla günü tek öğün yemekle geçiştirmiş. O da yurtta çıkan karavanada ne varsa. Evden gönderilen kavrulmuş leblebileri cebinde hep bulundurur, açlık hissettiğinde bir avuç leblebi ile açlığını bastırırmış.Zorluk ve yokluk içinde geçen tıp eğitimi sonrasında uzmanlık eğitimini genel cerrahi olarak tamamlayıp, asistan olarak fakülte hastanesinde çalışmaya başlamış. Araya giren askerlik görevinde de askeri hekim olarak görev yapmış. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde görevlendirilmiş. Yine bir görev için yola çıktığında uğradığı trafik kazası, hayatını yeniden şekillendirmiş. Kaza sonrası uzun süre tedavi gören Arman Bey, sol elindeki sinir sıkışması nedeni ile cerrahlık yapamaz duruma gelmiş. Fakülteden öğretim görevlilerinin önermesi ile dal değiştirerek çocuk doktoru olmak üzere uzmanlık eğitimine başlamış ve çocuk hastalıkları uzmanı olarak yeniden üniversite hastanesinde asistan olarak çalışmaya devam etmiş.

Altmışlı yılların sondönemlerinde siyasi nedenler ile ülkeden ayrılarak Almanya’ya gitmek zorunda kalmış. Arman Bey, burada çocuk sağlığı üzerinde uzmanlaşmış ve iyi bir kariyer elde etmiş. Hastanede tanıştığı kendisi gibi göçmen olan bir Macar hanımefendi ile evlenmiş. Gerek vatan hasreti gerekse seksenlerde ülkede oluşan görece demokrat hava ile birlikte Türkiye’ye dönerek, benim doğup büyüdüğüm sahil şehrinde yeni kurulmakta olan hastanenin çocuk bölümünün kuruluşunda öncülük etmiş. Almanya’da edindiği deneyim ve bilgi birikimi ile teknolojiyi, dönemin bürokratlarını ikna ederek, hastanenin çocuk bölümünü örnek bir klinik haline getirmiş.

Emeklilik yaşına geldiğinde de severek çalıştığı şehrinden ayrılmayıp, yaz aylarını yaylalarda geçirecek şekilde, temelli kalmış.

Arman Bey’in hayat hikayesini anlatırken, zaman zaman duygulandığı, gözlerinde yaş biriktiği olduğu kadar, kahkahalar atarak anlattığı yerler de oldu. Sohbet o kadar akıcı ve anlatış şekli o kadar güzeldi ki zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Telefonumun çalması ile sohbetimiz kesildiğinde, Arman Bey, sakince sandalyesinden kalkıp, daha önce fark etmediğim bastonuna dayanarak usulca parkta gezmeye devam etti. Telefon konuşmam tamamlandığında bu tonton beyefendiyi bir daha görebilmeyi umut ederek bana verdiği karta baktığımda adeta donup kaldım. Kartta şöyle yazıyordu:

Bu kartı size veren kişi babam Arman Özdemir’dir. Kendisi demans hastasıdır. Lütfen aşağıdaki numarayı arayarak yerinizi bildirin ve lütfen ben sizin yanınıza gelinceye kadar birlikte kalın

Altta bir isim ve telefon numarası vardı.

Kendimi toparlayıp, hemen numarayı ararken bir yandan da Ahmet’e seslenip, Arman Beyi geri getirmesini söyledim. Telefonu açan Arman Bey’in kızıydı. Önce teşekkür ettikten sonra bulunduğumuz yere çok yakın olduğunu ve sabah saatlerinden beri babasını aradığını söyleyerek, birkaç dakika içinde yanımız geleceğini bildirdi.

Telefonu kapattığımda Ahmet Arman Bey’in koluna girerek yeniden biraz önce birlikte oturduğumuz masaya getirdi. Ahmet’e iki çay söyledikten sonra Arman Bey ile bu kez ben konuşmaya başladığımda, onun beni hemen unuttuğunu ve kendi dünyasında olduğunu fark ettim. Yeniden tanışıp konuşmaya başladığımızda, cebinden bir avuç leblebiyi çıkartıp bana uzattı.

Kızı gelinceye kadar hayat hikayesini yeniden anlatmaya başladığında, sanki hiç dinlememişim gibi ilgi ile Arman Beyi dinlemeye devam ettim. Konuşması kızının gelişi ile birlikte kesintiye uğradığında, Arman Bey sanki kırk yıllık arkadaşmışız gibi kızını tanıttıktan sonra cebinden çıkarttığı bir avuç leblebiyi avucuma koyarken “lazım olur, acıkırsan atıştırırsın” dediğinde sanki veda eder gibiydi.

O günden sonra her parka gidişimde Arman Beyi gözlerim aradıysa da o’nu bir daha görmedim. Üzücü bir haber almamak için bana verdiği kartta yazılı olan numarayı arayıp sormaya da korktum doğrusu. Hep onun bir yerlerde leblebi yiyip çay içtiğini düşünerek, o hali ile hatırlamak istedim.

Ha, bu arada bende de leblebi alışkanlığı başladı. Parkta Ahmet’in getirdiği çayı yudumlarken birkaç leblebiyi de ağzıma atıyorum.

Tüm yaşlılarımıza saygı ve sağlık dileklerimle.

Cevdet Günel Tüzün

Mersin ekim,2023

***

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın