SARKIK KULAK
Yaz tatillerimin en heyecanlı, en sevdiğim, özlemle andığım zamanlar, dedem ile birlikte yaptığımız çarşı alışverişleriydi.
Dedem ile babaannem kasabaya birkaç kilometre uzaktaki bağ evlerinde yazı geçirirler, kışları ise kasabada kiraladıkları evde ya da bizimle birlikte şehirde kalırlardı. Bağ bahçe işleri için mart sonu nisan başı gibi bağ evi açılır, temizlenir, gerekli tamirler yaptırılır, bahçe sürdürülüp arklar açılır, ilk tohumlar toprak ile buluşturulurdu. Daha okullar kapanmadan, karneleri almadan annem ve babam beni kamyondan bozma otobüse bindirip kasabaya gönderirdi. Sabah erkenden başlayan yolculuk öğleden sonra kasabaya varış ile sonlanırdı. Stabilize yollarda dağ tırmanışı nedeniyle otobüsün motoru hararet yapar, sık sık su kaynatırdı.Bu zorunlu uzun molalarda, yolluk yiyecekleri paylaşılır, büyükler sohbete dalarken, çocuklar kovalamaca, ip atlama, saklambaç gibi oyunlar oynar, böylece bu uzun yolculuk şenlik havası içinde atlatılırdı. Dedem, otobüs terminali denilen büyük çınar ağacının bulunduğu alanda hem beni karşılar hem de otobüs ile gönderilen gecikmiş tarihli gazetelerini alırdı. Şehir postasının gelmesi ile kasabanın tek kırtasiyecisi Mehmet amcanın iş yerinin önünde gazete alma kuyrukları oluşurdu. Postacı, birikmiş mektupları dağıtmak üzere kargo torbasındaki mektup tomarlarını yıllanmış deri çantasına doldurarak bir an önce dağıtıma yetiştirmeye çalışırdı.
Bağ evine gidiş için patika yolların değişmez taşıma yöntemi at veya eşekler bulunur hem benim eşyalarım hem de dedemin alışveriş torbaları yüklenir, ben ve dedem de yerleştikten sonra hayvanların sahibinin öncülüğünde bağ evine yolculuk ve benim hep özlemle andığım, hiç bitmesin istediğim yaz tatilim başlardı.
Daha ilk günden patika yolun iki yanını saran çam ağaçları ile sağlı sollu sıralanan, sararmaya başlamış başaklar ile dolu buğday tarlaları ve hafif ekşimsi bir koku yayan nohut tarlaları beni kucaklar, sarıp sarmalar adeta yaylaya hoş geldin karşılaması yaparlardı.
Çam ağaçlarının dalları arasında sincaplar koşuşturur, serçeler telaşlı bir uçuş içinde yuvalarında cıvıldaşan yavrularına durmadan yem taşırlardı. Yumurtadan yeni çıkmış kertenkele yavruları taşların arasında saklanarak hızlı sıçrayışlar ile koşuştururlarken, kelebek ve arılar polen taşıma görevlerine çoktan başlamış olurlardı. Bunlar güzel geçecek bir yaz döneminin erken habercileriydi sanki.
Dedem özellikler kasaba pazarının kurulduğu cuma günleri sabah erkenden kasabaya inerdi. Yaşlılığın verdiği yorgunlukla, kasaba merkezine gidişinde hep zorlanırdı.Kasabaya gidiş yolunda “Yalnız Çam”, “Çatal Çam”, “Eğri Çam” diye isim taktığımız ağaçların gölgesinde soluklanır, on beş yirmi dakikalık patika yolu dinlene dinlene bir saatte alırdı. Kasabaya varışında yorulmuş ve terlemiş olarak kendini arkadaşı tatlıcı Mahmut amcanın dükkanına zor atardı. Bir porsiyon el yapımı bol şerbetli kadayıfını yiyip, bir bardak soğuk suyu içtikten sonra toparlanır, çarşıyı dolaşır alışverişini yapar ve ev yönüne giden eşekli birisini bulup, yükünü taşıtarak eve dönerdi.
Tatlıları, Mahmut amca eşi Ayşegül teyze ile birlikte hazırlardı. Sıcak bakır tepsiye sıvı hamur ip gibi incecik akar, daha tepsiye değer değmez katılaşmaya başlardı. Adeta tepsi üzerinde dans gösterisi yaparak, tel tel ayrılan kadayıfları, Ayşegül teyze tam zamanında demet halinde toplayıp tahta çubuktan yapılmış raflara asardı. El yapımı kadayıflar bakır tepsiler içinde odun fırınında kızarıncaya kadar pişirilir, hazırlanan şeker şerbeti sıcak sıcak yedirilip, dinlendirildikten sonra servis edilirdi. İsteğe göre şerbete gül suyu veya tarçın katılırdı. Bol cevizli kadayıf tepsileri kısa zamanda boşalır, servise yetişemeyenlerden bazıları gelecek gün için sıra yazdırıp, geri dönerdi.
Benim en sevdiğim kısmı ise, tepsilerde kalan kırık kadayıf ile karışık bol şerbete fırından yeni alınmış sıcacık ekmeği banarak yemekti. Tabii önceden en az bir porsiyon tatlı çoktan yenmiş, sindirilmiş olurdu. Anlayacağınız tepsilere son dokunuşu ben yapardım.
Dedem ile birlikte kasabanın “Cuma Pazarına” gittiğimiz bir gün, kasaba girişinde “trampacı” olarak adlandırılan gezgincilerin olduğu yerde herhangi bir yere bağlanmamış olmasına rağmen hiç kıpırdamadan duran, sol kulağı aşağıya sarkmış, kuyruğunu kamçı gibi sallayarak üzerine konan sinekleri kovalayan, sakince önünde bulunan bir tutam otu yemekte olan eşeği gördüm. Eşeğin sırtındakirden rengi belli olmayan bir çul, boynunda el örmesi kıl bir ip bağlıydı, ipin diğer ucu boştaydı. Eşek boynundaki ipe o kadar alışmıştı ki, ucunun bağlı olup olmadığını onun için fark etmiyordu. Trampacılar; kasabadan kasabaya gezip hem bakır kapları kalaylar hem basit tamir işlemlerini yaparlarken, aynı zamanda trampa olarak bilinen her tür eşyanın değiş tokuşunu da yaparlardı. Bu sakin eşekçik de yük taşımada kullandıkları eşeklerden biriydi sanırım.
Eşeğin hayattan kopmuş, tamamen duyguları körelmiş bu hali içimi parçalamıştı. Kim bilir neler yaşamıştı da bu hale gelmişti, o güzel gözlerinde olması gereken hayat ışığı solmuştu.
Dedeme eşeği gösterip ceketinin eteğini çekiştirmeye başladım. Dedem “hayırdır, eşeği pek sevdin her halde “diyerek başımı okşadı. “Dede, o eşeği alabilir miyiz?” diye ceketini çekiştirmeye devam ettim. Dedem “ne yapacaksın o uyuşuk eşeği, baksana ayakta uyuyor. Bundan hayır gelmez” dese de ben “seni evden kasabaya kadar taşısa yeter” dediğimde, durup yüzüme sen beni kandırmaya mı çalışıyorsun der gibi baktı. Ben tüm şirinliğimle gülerek “hadi dede bak sende yararlanacaksın o da” dediğimde “bir düşünelim bakalım” dedikten sonra tatlıcı Mahmut amcanın dükkanına doğru yürüdü. Tadını başka bir yerde bulamadığım doyumsuz lezzetli kadayıflarımızı yedikten ve buz gibi suyu içtikten sonra “Hadi dede alalım şu eşeği” diye ısrarla dedemi çekiştirmeye devam ettim. Mahmut amca bana “hayırdır ortak, nedir bu eşek hikayesi” diye sorduğunda, dedeme bakarak “Mahmut amca, kasaba girişinde trampacıların yanında bir eşek var. Dedeme alalım diyorum dinlemiyor. Hem o eşekçik biraz rahat eder hem de dedem kasabaya gelip giderken yorulmaz.” Mahmut amca, “bak ortağım nasılda akıllı, illa o eşeği sana aldıracak” diye dedeme göz kırparak “hadi ortağımı üzme de hepiniz sevinin” dedi. Dedem” evladım Trampacılar eşeklerini satmak istemez, onu kullanıyorlar” dediğinde, “dede onlar trampacı, her türlü ticareti yaparlar” diye hazırcevaplığımı konuşturdum.Mahmut amca da “ortak ben onları tanıyorum, benim bakırları hep onlara kalaylatıyorum. Ben de gelirim konuşuruz” deyince, Dedem “kerata kandırdın beni yine” dedikten sonra, Mahmut amcayı da alarak beraber trampacıların yanına gittik.
Eli yüzü kömürden kararmış, elleri ateşi ellemekten adeta taşlaşmış, kalay ve kalaylamada kullanılan malzemelerin etkisi ile ağzında diş kalmamış, saçı sakalı keçeleşmiş, yaşı belli olmayan trampacı’nın yanına varınca Mahmut amca” Cafer usta kolay gelsin. Senin şu sarkık kulaklı eşeği satarsan alalım. Hem eşek sana yük olmaz hem de bizim ihtiyar ile torunu yaya olmaktan kurtulur.”
Adının Cafer olduğunu öğrendiğimiz adam, hiç istifini bozmadan” o eşek bana lazım” diyerek pazarlığı zorlayacağını belli etti. Yapılan sıkı pazarlıklardan sonra eşeği satın aldık. Ben hemen eşeğin üzerindeki o çulu attıktan sonra, kasabanın girişindeki dereye götürüp, eşeği bir güzel yıkayıp temizledim. Eşek şaşkın bir halde etrafına bakındıktan sonra aynı sakinlikle, dere kenarındaki otları kemirmeye başladı.
Dedem, nalbur ve aynı zamanda demirci ustası olan Nuri ustadan bir takım deriden yapılmış ağızlık ile, kendirden yapılmış ip ile yanıma geldi. “Hadi bakalım biriktirdiğin harçlıkları ver de eşeği giydirelim” diye göz kırparak gülümsedi. Eşeğe bu hali ile binecek değildik, ben önde eşek arkada Nuri ustanın işliğine geldik. Nuri usta eşeğin tımarını yaptı, tırnaklarını temizleyip törpüledikten sonra, ocakta tavlayıp dövdüğü yeni nalları ayaklarına çaktı. Sırtına da üzeri kıl dokumadan yöresel motiflerin işlenmiş olduğu kumaş ile kaplı yeni bir semer yerleştirdi. Eşyaların koyulması için yine üzeri yerel motifler işlenmiş kıl bir heybe semerin üzerine yerleştirildi.Tabii ki yeni ham pamuklu bezden yapılma içi arpa saman karışımı yem dolu yem torbası boynuna asıldı. Bu işlemlerden şaşkın olması gereken eşek, hiç istifini bozmadan sanki hep öyleymiş gibi, yem torbasından yemlenmeye başladı. Nuri usta, işliğin arkasından, kendi ördüğü, ucu nazar boncuklu bir işlemeyi getirip eşeğin alnına taktı. Sıra eşeğe bir isim bulmaya geldiğinde bu işi üstlenip, tören edasıyla ismini açıkladım; “Sarkık Kulak”.
Tüm tören işlemleri tamamlandıktan ve dedemin alışverişten aldığı eşyaları heybeye yerleştirildikten sonra, Mahmut ve Nuri amca ile vedalaşarak eşeğe binip evin yolunu tuttuk.
Zaman içinde Sarkık Kulak da kasaba yolunu ezberlemişti. Dedem evin önünde eşeğe biniyor, hiç “deh” “çüş” demeden kasabaya gidiyordu. Eşeği Mahmut amcanın dükkanına yakın bir yere bırakıp, alışverişini yapıyor, yine hiçbir komut vermeden eve dönüyordu. Sarkık Kulak, eve geldiğinde de bir yere bağlanma ihtiyacı olmaksızın sakince dururdu. Üzerinden semerini indirmek, tımarını yapmak, yem torbasında yemini tazelemek benim görevimdi.
Zavallının duyguları o kadar körelmişti ki, hiçbir karşılık vermeden bir duygu belirtisi göstermeden hayatına devam ediyordu. Bahçeye veya tarlaya gittiğimde sanki bana bağlıymış gibi benimle gelir, sakin sakin otlanırdı. Yol boyunca onunla bir arkadaş gibi konuşur bazen okulda öğrendiğim şarkıları bile söylerdim. Böyle anlarda sanki gözlerinde zayıf bir ışık parlar gibi olurdu.
Yaz sonuna doğru bir geçe yarısı, Sarkık Kulak’ın acı acı anırması ve sağa sola çifte atma sesleri ile uyandık. Dışarıya çıktığımızda evin arkasında bulunan samanlıktan alevler yükselmeye başlamıştı bile. Herkes, samanlığa koşmuş, kurtarabildiğimiz kadar eşyayı, samanı ve hayvanı samanlıktan dışarı taşımıştık. Komşuların da yetişmesi ile yangın kontrol altına alınsa da samanlık tamamen yanmıştı. Neyse ki hiçbir canlı kaybı yoktu.
O günden sonra bizim Sarkık Kulak kahraman muamelesi görse de, o yine eski haliyle, sol kulağı aşağıda, kafası hep yere yakın, sakince yemlenmeye devam etti.
Mersin, şubat, 2023
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz