Felsefe

Deliliğe Övgü

Erasmus (1469 – 1536)

Çocukluğumda her zaman baklavanın sadece ramazan bayramlarında yendiğini sanır, “Keşke her gün bayram olsa.” derdim. Çünkü köylerde baklava, öyle nişastadan yapılan Paluze gibi, un helvası, sütlaç gibi, pek kolay olan bir tatlı değildi. Hem masraflıydı hem de telaşlıydı, zordu. Annemin önce uzun uzun hamur tutup yufka açması gerekiyordu; onları kat kat –içine malzemesini de koyarak- sermesi, sonra da baklava dilimi şeklinde kesmesi ve fırına vermesi büyük iş istiyordu. Tabi tepsinin usta bir el tarafından şerbetinin verilmesi de çok önemli; her kadın bu beceriyi gösteremezdi.
Bu nedenledir ki ben o çocuk aklımla baklavayı sadece bayramlarda yendiğini sanırdım. Hatta bir keresinde anneme söylediğimde, annem de bana: “Deliye her gün bayram a oğlum.” diyerek gülmüştü.
“İyi de bu konuyla baklavanın alakası ne?” diyeceksiniz? Doğrusu konu ‘deli’ olunca, var. Tabi ki, deliden deliye de fark var. Merak edilmesin, ona da açıklık getireceğim.
Bir insan, matbaanın bile Avrupa’dan 250 yıl sonra geldiği bir ülkede doğarsa, Erasmus’un “Deliliğe Övgü” kitabını da kitabın yazılışından tam 503 yıl sonra okuyorsa, -kitap 1511 yılında yazılmıştır- burada baklava örneğini anlamak sanırım kolaylaşır. Çünkü kitap beni öylesine etkilemişti ki, neden daha önce okumadım diye, hayıflanır oldum. Bundan, Thomas More’nin “Ütopıa’sı, Cervantes’in “Don Kişot” u, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sında olduğu gibi, içim acıyarak üzüntü duymuştum. Gerçi geç doğmuş olmak ve -geri kalmışlığı bir türlü üzerinden atamamış bir ülkede doğmuş olmak- yeterli eğitim alamamış olmak, benim kabahatim değildi ama yine de üzülmüştüm. Kim bilir daha neleri kaçırmışız biz?
“Deliliğe Övgü” Erasmus’un bir başyapıtıdır. Kabaca Yayınevinin 2007 yılı baskısı elimde. Daha sonra diğer birkaç yayınevi, –hem de çok ucuz fiyata mal ederek- bastılar bu kitabı, iyi de ettiler… Doğrusu kitabı okurken her sayfası beni çarptı. Çünkü yapıtta altı çizilen olayları yüz yıllar sonra günümüz koşullarında yaşıyor olmak ve onların öngörüleriyle örtüşüyor olması, beni kitaba daha da bağladı. Gerçek şu ki, kitabın insana verdikleri hiçbir eğitim dilimiyle ölçülemez… Hayır, Erasmus’un beş yüz yıl önce değil de günümüz çağında yaşıyormuş gibi sağlam tahlillerini görünce, bizlerin –beyin gelişmişliği açısından- fazlaca ileri gitmediğimizi görüyorsunuz. “Peki ya teknolojideki kaydedilen aşamalar?” diyeceksiniz. Evet, haklısınız, ama hala buna karşın insanlar birbirlerini öldürmeye, anmalarda, kutlamalarda gaz sıkarak, cop sallayarak birbirlerinin sokak aralarında kovalamaya devam ediyor olmaları, bir kadına, bir çocuğa 13-14 kişi birlikte tecavüz edebiliyor olması, bir camide, kilisede veya köy baskınlarında top yekûn katledilmeleri korkunç bir şey. Ülkemizde bir erkeğin bir kadını yirmi-otuz yerinden bıçaklayarak öldürüyor olması nasıl bir adalet duygusuyla ölçülebilir?… Siz, yaşadığınız ülkeye Laik Demokratik sistem diyeceksiniz, ardında yapılan seçimleri, -halkın iradesini- hiçe sayarak, “ Yoook! Bunu beğenmedim, tanımıyorum, buyurun tekrar sadığa!” diyeceksiniz ve insanların gözlerinin içine baka baka soygunlarınıza, zorbalığınıza devam edeceksiniz.
Sanıyorum aşağıda Erasmus’dan yapacağım alıntılar bu durumu daha iyi açıklamış olacak: Yoksa biz ilkel, niteliksiz, adalet ve demokrasi yoksunu iktidarlara daha ço inanmaya devam edeceğiz.
“(…) Sözgelimi birisi yüksek bir kuleden şöyle bir etrafına baktığı anda –hani Şairlere göre Juppiter hep böyle yaparmış ya- insan yaşamının en çok felakete gebe olduğunu görür bir anda, dünyaya gelmenin ne denli sefil, ne denli iğrenç olduğunu, büyüyüp gelişmenin ne denli emek istediğini, çocukluk çağının ne çok tehlikeye açık olduğunu, gençliğin ne çok sıkıntıya maruz kaldığını, yaşlılığın ne ağır bir yük, ölümün ne sarsılmaz bir zorunluluk olduğunu, ne çok hastalığın yanı başımızda saf tuttuğunu, ne çok belanın pusuya yattığını, ne çok sıkıntının saldırıya hazır beklediğini, ne kadar az şeyin safraya bulanmamış olduğunu görür. İnsandan insana bulaşan kötülükleri anımsatmama bile gerek yok, fakirlik gibi, mahpusluk, şerefsizlik, utanç, işkence, haksızlık, ihanet, hakaret, ihtilaf, sahtekârlık gibi. Ama bu yaptığım kum tanelerini saymaya” (benzer.) (Erasmus/ Deliliğe Övgü/ sayfa 87) Yani Erasmus diyor ki, sayamadıklarım saydıklarımdan çok daha fazla.

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın