Bu sabah babamı evin içinde aramayı bırakalı sekizinci gündü. Sekiz gündür her şey yerli yerinde duruyordu. Babamın yaşadığını mutfak bankosunun üzerinde artan boş bira şişelerinden anlıyordum. Mutlu çocuklar kadar mutsuz çocuklar da vardı ve sayıları git gide artıyordu. Ben her şeyin tam ortasında öylece duruyor, hiç bir şey yapmadan olanı biteni seyrediyordum. Rahmetli Annem şöyle derdi. ‘’Ne olursa olsun iyi kal Rıfat. Mutsuz ol, ağla, yenil ama iyi kal oğlum. Çünkü sonunda mutlaka iyiler kazanacak.’’ Annem belki de içinde bulunduğumuz koşullar gereği beni ayakta tutmak için tüm bu fiyakalı sözcükleri sıraya diziyordu. Yaşasaydı bende gönlünün raflarına iyilik tohumları ekecektim. Ah anne sen gittin tohumsuz kaldım. Niyetim okula giden kaldırım taşlarıyla örülü olsa da ayaklarım Antalya’nın sokaklarına pelesenk olmuş bir kere. Kapıyı sertçe çarptım. Anahtarı pas pasın altına koydum. Bunu da Periyle izlediğimiz Amerikan filminde görmüştüm. Çocukken insan her şeye özenebiliyor. Bende buna özenmiştim. Saat sabahın altısı mahallede hayat yavaş yavaş gün yüzüne çıkmış, ayakkabılar yollara vurulmuş, oturma odası pencereleri sonuna kadar açılmış, kadınlar kocalarını ‘’Allaha emanet’’ diyerek işlerine uğurlamış, genç kızlar aynaları çatlatmış ve gecesi gündüz, gündüzü gece olanlar mahalleden sessizce geçmişti. Ben kendimden geçerken arkamda bıraktığım tek gerçek annemin gülümseyişiydi. Zaman zaman Periyi çok özlüyordum. Belki de beni seven ikinci kadındı, fakat ben beni seveni sevemiyordum. Gönlüm hayatımın karmaşasına sıkışmış ürkek bir kuş gibiydi. Ne uçabiliyordum. Nede kaça biliyordum. Göç etmek mi? Ben hiç göç etmedim. Ömrümü Antalya’nın şevkatsiz sokaklarında geçireceğimi düşünüyordum. Bazı adamlar tanımıştım. Aynı şehirde koca bir ömür geçirip o şehirde tabutlarını yakan. Böyle adamlar yüzde yüz yerli malıdır. Yine bazı adamlar tanımıştım. Tek bir kadına aşık olup koca bir ömrü yakıp yıkan. Ben bu adamlar gibi olmaktan korksam da gördüğüm en delikanlı adamlar bu adamlardı. Topuklarıma vura vura yürümeye devam ettim. Üç kapılardan aşağıya doğru sallandım. Terzi Yorgo’nun önünden geçerken sabahın ilk ışıklarına merhaba diyen bir ses tonuyla ‘’Rıfatttt Yenilmezz Rıfaatt’’ diye haykırdı kirli camın ardından. Sol eliyle sigaradan sararan bıyıklarını düzeltti dudaklarındaki sigara bitmeden sağ eliyle ikinciyi yakmaya yeltendi. ‘’Koca Yorgooo’’ diye seslenerek içeri girdim. Halinden belliydi akşamdan kalmaydı. Sol bacağını durmadan sallıyordu. Eski kaptandı Koca Yorgo Türklerin terzi kendi söküğünü dikemez atasözüne inanmayınca ben dikerim değip emekliliğini bu tezi çürütmek için harcamıştı. Sonradan anladı insanın kendi söküğünü dikemediğini, onu tanıdığımdan beri eski koyu yeşil bir kadın gömleğini dikmeye çalışır, söküğü her gün yeniden söküp yeniden dikerdi. Günün sonunda göz yaşları gömleğin cebini doldurduğunda anlardı dükkanı kapatıp rakıya düşmesi gerektiğini. Hiç evlenmemişti, çocuğu da yoktu belki de beni o yüzden çok severdi. Ya da kaderi benzer olanlar birbirine hep en yakındı. Sigarasını ahşap kültabağına bırakıp ayağa kalktı, masanın üzerinden leblebi tozuyla dolu olan kavanozu alıp yanıma geldi. Biliyordu çok sevdiğimi ve bunu bilen tek kişiydi. Kaşıklayıp ağzıma götürdüm. Kocaman gülümserken sarı leblebi tozları dudaklarımdan puf diye uçup gitti. ‘’Hayat leblebiye benzer Rıfat, ezildikçe toz olursun.’’ Dedi Koca Yorgo. Haklıydı, insan sonunda toz olan bir varlıktı. Kendi söküğünü dikebildin mi? Diye sordum. ‘’Gönlümdeki sökük dikiş tutmuyor Rıfat Yenilmez.’’ Diyerek ince bir tebessümle altını çizdi. Üzülmek, ağır bir vicdanın ürünüydü. Koca Yorgo vicdanına hapsolmuş yaşamının son bulmasını bekleyerek günleri ağartan bir adamdı. Neredeyse tüm günü burada geçirmiştim. Arka sokaktan yükselen ‘’Kimseye etmem şikayet’’ şarkısının havaya karışıp teneffüs etmesiyle birlikte günün sonuna çeyrek olduğunu anladım. Başımı öne eğerek selam durdum Koca Yorgoya, selamıma karşılık oda başını öne doğru eğdi. Boşlukta dolaşan ayaklarım bir yere yetişebilmenin telaşıyla sokağın ağır zemininde raks ediyordu. İnsanlar, gidecekleri bir yer varmışçasına yürüyor, ben önce kendimi sonra dünyayı kandırıyordum. Belki de annem ölmeseydi hiçbir şey ayrı yazılmayacaktı. Ölüm, masada unutulup soğumuş bir yemek gibiydi. Annem öldü sıcağın tadını unuttum. Nereye gidiyordum. Kime doğru yürüyordum. Soruları vitrinlerden, yansımalardan, insanların yüzlerinden görüyordum. Sevdiğim herkes ölmüştü. Yorgo yaşasın diye dua ettim. İnsan bir acıyla nasıl yaşar Yorgo’dan öğrendim. Müziğin peşine düşerken kendimden düşüyordum. Bazı sesler başka hayatların varlığına bir ağıt gibiydi. Annemin sesi kulaklarımdaki en güzel melodiydi. Esra’nın sesi vardı birde, berrak suların ahengiydi. Yıllar geçse de bu kadınların sesleri kulaklarımdan hiç silinmeyecekti. Biraz soluklandıktan sonra müziğe doğru yürümeye devam ettim. Sokağın sonuna doğru ilerledikçe müziğin sesi yükseliyordu. Evlerin pencerelerinden yansıyan insan gölgeleri sokak lambasının ışığına bulanarak havaya karışıyordu. Küçücük sokağın sonunda bir sürü siyah renkli ahşaptan sandalyeler ve masalar, masalarda oturan her yaştan ve türden insanlar beni kucakladılar. Burası kimseye şikayet etmeyenlerin, kendi hallerine ağlayanların yeriydi. Tam olarak içinde bulunduğum durumun karşılığını hayat bana vermişti. Ayaklarım ve kulaklarım beni benim gibi olan insanların yanına bırakmıştı. Siyah sandalyeyi kaldırımın üzerine çıkarıp olan biten her şeyi uzaktan izledim. Kimseye şikayet etmeden kendi halime ağlayarak. Burası Kimseye Etmem Şikayet Meyhanesi, günlerden Salı, saatlerden hiçbir şey.. Efe nazım Arslançelik |
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz