BOKSÖRÜN TABURESİ/ Öykü/ Efe Nazım Aslançelik
Güneş dağların ardından doğarken, Antalya Kaleiçi esnafları dükkanlarının kepenklerini teker teker açmaya başlamış, beyaz yakalı önlükleriyle simitçi önlerinde uyanmaya çalışan öğrenciler hayatlarının peşine düşmüşlerdi. Ben ise her sabah kapının önüne konan ilk tabureydim. Sahibim Papaz Ali, civarın en erken kepenk açan dükkanı olarak nam salmış eski bir boksördü. Hayatım boyunca beni hep yanında taşıdı. Beraber nice zaferlerin üzerine oturmuştuk. Bir keresinde dünya şampiyonası yarı finalinde rakibi Yugoslav asıllı Dimitri’ye sinirlenip beni ringin dışına fırlatmış, sol bacağım kırılmıştı. Hayat bazen böyledir birileri kazanabilsin diye birilerinin kırılması gerekir.
Papaz Alinin, annesi Hıristiyan babası Müslüman olduğundan mütevellit Papaz lakabını almıştır. Bana da Papazın taburesi ünvanını layık görenler bugün Müslüman mahallesinde salyangoz satanlardır. Hayatım boyunca Papaz Aliyle birlikten oradan oraya sürüklenip dururken ben onu taşıdım oda beni ikimizin birlikteliği bir çıkar ilişkisinden öte değildi. Herkesin bir amacı vardı. Bazıları amacını hayatı boyunca arıyor, bulamayanlarda dünyadan el ense çekiyordu.
2000’li yılların başında özel sipariş olarak Diyarbakırlı marangoz Bekir Pervazoğlu’nun nasırlı ellerinden çıkmıştım. Kendimi özel hissediyordum. Başta herkes kendini özel hissederdi. Sonraları özel hisler yerini sıradanlığa bırakırdı. Ustam Bekir Pervazoğlu’nun ellerinden çıktıktan sonra özenli ambalajım kargolanmak üzere hoyrat ellere teslim edilmişti. Elden ele atılarak kamyonun karanlık, soğuk ve temassız kasasına bırakılmıştım. İçimizde Türkiye’nin dört bir yanına ulaşmak üzere birçok özel ürün vardı. Yolumuz uzundu. Sohbet etmek derde düşmüştü. Hemen yanı başımda duran sandalye ile göz göze geldik. ‘’Yolculuk nereye?’’ diye sordu. Bunu soran sandalye gürgen ağacından yapılma, kolçakları el oymasıyla işlenmiş ambalajının üzerinde özel üretim damgası bulunan bir sandalye idi. Kamyonun kasasında bulunan herkes özel üretimin esiriydi. Antalya’ya gidiyorum. Diye cevapladım. Soğuk ve tekinsiz bir cevaplama olacak ki sandalyenin hoşuna gitmedi. Bir süre sonra yavaş yavaş susmaya başladık. Kamyon her durduğunda kapak her açıldığında içimizden biri yeni yaşamına doğru yola düştü. Sandalye ve benim aramdaki en net fark sandalyenin yerinin bana göre daha sabit olması pek fazla dışarı çıkmaması genelde evin içinde kullanım şeklinin net olduğu bir üründü. Ben ise ilk önce kapının önüne konanlardan, sürekli taşınanlardan, her kesimden insanların üstüne oturduğu bir üründüm. Ben bir tabureydim. Kimileri kapının önüne atar, kimileri arabasının bagajında taşır, kimileri üzerime saksı koyar, kimileri bir yere ulaşmak için üzerime basardı. Basit ve kullanışlı bir üründüm. Kamyon yolculuğun sonuna doğru geldiğinde içeride bir tek ben ve sandalye kalmıştık. Kapaklar bir kez daha açıldı ve sandalye yeni hayatına düşmek üzere sahibinin ellerine teslim edildi. Sahibinin ellerinin arasından bana son kez bakarken ‘’Bol şanslar küçük dostum.’’ Dedi. Sona kalmıştım ama dona kalmak istemiyordum. Bir süre sonra kamyon son durağa yanaştı. Elden ele fırlatılarak Antalya Lara da bulunan kargo şubesine teslim edildim. Yeni sahibimin gelip beni almasını beklemeye koyuldum. Çaylar, kahveler şakalar havada uçuşurken içeri 30’lu yaşlarda hafif kirli sakallı bir adam girdi. ‘’Özel üretim taburem şubenize gelmiş onu alacaktım.’’ Dedi. Devrik cümle kuran bu adam beni de devirecekmiş gibi hissettim. Bankonun arkasında duran kadın ‘’Bir saniye’’ dedi. Önündeki bilgisayardan işlemleri yaptıktan sonra beni bulmaları için dağıtım elemanlarından birine emir verdi. Üzerimde çok fazla ağırlık vardı tabure olduğumdan dolayı üzerime bir yığın başka kutuları dizmişlerdi. En sonunda beni bulup sahibime teslim ettiler. Arabanın ön koltuğuna oturtuldum. Emniyet kemerini üzerime sıkıca bağladıktan sonra yola çıktık. Teypten gelen Türk sanat müziği tınıları havaya karışırken sahibim yüzünün altında gizlediği sesiyle eşlik ediyordu. Yolumuz çok fazla sürmemişti. Beni büyük bir depoya getirdi. Işıkları açtığında karşımda bir boks ringi duruyordu. Ambalajımı açmak için tezgahın üzerinden bıçağı aldı. Üzerimde yazan özel üretim etiketini görünce suratına kirli bir gülümseme geçirdi. Aceleyle bıçağı sağa sola savurup ambalajımı yırttı az kalsın beni de yırtacaktı. Ringin üzerine çıkarıp en köşeye yerleştirdi. Üzerime oturup beni sınadı poposunu sağ sola oynattı bu bir sağlamlık testiydi. Sağlam olduğuma inandığında benimle oynamayı bıraktı. Temiz bir bez ile tozuma alırken ‘’Seninle çok maç kazanacağız’’ dedi. Kendimi değerli hissetmiştim. İlk defa biri beni kapının önüne koymayacaktı. Bir işlevim bir amacım olacaktı. Bu koca adamı taşıyacaktım. Tam 1 sene boyunca binlerce antreman binlerce yumruk, ter, gözyaşı döküldükten sonra sonunda dünya ağır sıklet boks şampiyonasının ilk maçına çıkacağımız gün çattı geldi. Atmosfere hayran kalmıştım. Binlerce insan sabırsızlıkla iki insanın birbirine yumruk atmasını bekliyordu. Papaz Ali’nin beni hiç yanından ayırmaması bana verdiği değer insan ve eşya ilişkisinden öteydi. Soyunma odasından çıkmadan önce Papaz Ali avuç içiyle tablamın üzerine vurarak ‘’Bana şans dile dostum’’ dedi. Gözyaşlarımı tutuyordum çünkü ağlarsam bozulacaktım. Soyunma odasından ilk ben çıktım ve her zaman ki yerime yani ringin köşesine yerleştirildim. Spikerin havalı anonsundan sonra Papaz Ali alkışlarla ringin üzerine çıktı. Hemen arkamızda Papaz Alinin koçu Hamza Altındağlı duruyordu. Papaz Aliye son taktikleri verdi. Hem orta noktaya gelip iki boksöre kuralları hatırlatarak maçı başlattı. Rakip Avusturalyalı MarkusWalter sol kroşesini Papaz Alinin çenesine doğru savurdu ve dağ gibi adam sendeleyerek üzerime doğru düştü. Papaz Alinin sol kulağı sol ayağımın hemen yanındaydı. Ona karşı derin bir bağ kurmuş olmalıydım ki bir an olsun damarlarım acıyla dolmuştu. ‘’Papaz Ali kalk ayağa ve bitir şu Avusturalyalının işini’’ dedim. Her ne kadar onun beni duymayacağını bilsem de asıl duymamız gerekenlerin sözcükler değil hisler olduğunu çok iyi biliyordum. Papaz Ali ayağa kalktı koca cüssesiyle ringi salladı. Bana doğru dönerek gülümsedi bu yüzüyle son gülümsemesi olmuştu. Sonrasından yumruklarıyla MarkusWalter’a gülümsediğini gördüm.
Ve işte o an Avusturalyalı yerden kalkamadı. Hakem Papaz Alinin sol elini havaya kaldırarak maçı bitirdi. Dünya ağır sıklet boks şampiyonasının ilk turunu kazanmıştık. Papaz Ali beni sol bacağımdan tutup havaya kaldırdı. İnsanlar bizi alkışlıyorlardı. Bir tabure için paha biçilemez bir andı. Ertesi gün gazetede kendimi görmüştüm. Papaz Ali ve ben manşet şöyleydi ‘’Taburesine güvenen boksör’’ aramızdaki bağ iki insanın arasındaki bağdan bile daha güçlüydü. Tarifi tedavülde olmayan açıklanması güç ve gülünç bir şeydi bu
Bu galibiyetten ve manşetten sonra Papaz Ali ile ben bir daha hiç durdurulamadık. Birlikte ağladık, birlikte güldük, birlikte dertleştik. O dünya şampiyonu olup tarihe geçerken ben amacımı tamamlamanın gururunu yaşadım. Tam yirmi yıl birlikte oradan oraya sürüklendik. Oda bende yaşlanmıştık. Bir yerlerde durma vaktimiz gelmişti. İşlevselliğimizi yitirmiş aksamaya başlamıştık. Benim bacaklarım artık eskisi gibi sağlam değildi. Çok marangoza göründüm ama hiçbir zaman eskisi gibi olamadım. Papaz Ali Parkinson hastalığına yakalandığını öğrendiği gün yumruklarının titrediğine şayit olmuştu. Yavaş yavaş birbirimizden kopmaya başladık. O bir köşede ben bir köşede ölümün bizi alıp götürmesini bekleyerek geçiriyorduk. Papaz Ali biraz birikmişiyle Kaleiçi’nde boks malzemeleri satan ufak bir dükkan açtı. Beni de yanında götürdü. Artık onun için bir özelim kalmamıştı. Yük olmaya başladığımı hissediyordum. Yıllarca içerideyken şimdi her sabah dükkan açıldığı vakit kapının önüne konulan ilk eşyaydım. Gün içinde üzerime çeşit çeşit insanlar oturuyordu. Kimi zaman başka esnafların dükkanlarına eksiği gidermek için konuk bile oluyordum. O beni unutsa da ben onu hiç unutmamıştım. Ilık bir haziran gününde üst raflardan birine ulaşmak için beni kullanmak aklına geldiğinde kendisine bunun iyi bir fikir olmadığını söylemek istesem de beni duymuyordu. Onun için artık özel değildim çünkü işlevimi yitirmiştim. Kapının önünden beni aldı dolabın önüne yerleştirdi. Sağlamlığımı kontrol etti ve belki de bana sok kez güvendi. Oysaki onun kadar bende yaşlanmıştım. Üzerime çıkmaması için bildiğim tüm marangoz dualarını etmeye başladım. Sol ayağını üzerime koyduğunda direnmeye çalışıyordum. Hafifçe sallandık derken sağ ayağını da üzerime koydu. Üst rafa uzanmak için ayakuçlarında yükseldi. Çok zorlanıyordum liflerimden kopmak üzereydim. O parmak uçlarında hareket ettikçe taşıyacak gücüm kalmıyordu. İçimden üçe kadar saydım önce sol ayağım sonra sağ ayağım yerinden çıktı. Koskoca Dünya ağır sıklet boks şampiyonu Papaz Ali’yi üzerimden düşürmüştüm. Acı içinde yerde kıvrınıyordu. Sol bileği kırılmıştı. Bağrış sesini duyan esnaflar apar topar Papaz Aliyi hastaneye götürdüler bense dükkanın ortasında öylece kalakalmıştım. Esnaflardan biri gelip kapıyı üzerime kilitleyip kepengi sertçe kapattı. O gece bir şeylerin değişeceğini anlamış olmalıyım ki varlığım acı vermeye başlamıştı. Ertesi sabah dükkanı açmaya Papaz Ali geldi. Sol kolunu komple alçıya almışlardı. Sinir ve acıyı yüzünde bir araya getiren Papaz Ali bir hışımla beni tuttuğu gibi dışarıya çöpün yanına fırlattı kırılmadık yerim kalmamıştı. Yetmedi öfkesiyle birlikte elindeki baltayı üzerime doğru salladı her salladığında geçmişini, anılarını, hikayesini yaralıyordu. Yaraladığı sadece ben değildim. Ben yaralanmamıştım sadece öldüm. Esnaflar Papaz Aliyi güçlükle sakinleştirdiklerinde benden geriye eser kalmamıştı. En başta özel olan ben tüm kırılmış hislerin, anların ve anıların adına kırılmıştım. Her şey çok çabuk unutulmuştu üzerime çaylar, kahveler içildi. Şakalar yapıldı. Birkaç dakika sonra gelen çöp kamyonuyla birlikte geri dönüştürülmek üzere götürüldüm. Belki de hayat böyleydi mukadderat buydu. Herkes bir gün geri dönüştürülmek üzere götürülüyordu. Kim bilirdi…
Efe Nazım Arslançelik
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz