GÜZ GÜNEŞ
Güneş, ışığını göndermesine karşın, ısısını esirgediği şu güzel güz’ün tadını yaşamak için, kendimi sokağa attım. Gerçi sokaklar yürünecek gibi olmasa da, evde oturmaktan iyidir. Gölgenin esintisi, güneşin ılık yüzü, içime bir ferahlık verdi.
“Neden ısını küskün soba gibi esirgiyorsun canım Güneş’im” dedim o ılık yüzüne bakarak. Soba deyince hep yıllar öncesine giderim, taaa öğrencilik yıllarıma. Geçmişin güzel anıları zaman içinde nasıl da kıymetleniyor. O zaman yaşanılanlar sıradanmış gibi algılansa da; yılların mahzeninde demlenmiş şarap tadında geri dönüyor.
Kız İlk Öğretmen okulunda okuduğumuz yıllardı. Tarım dersimize babacan, yaşlıca, hareketleri ağırlaşmış, biraz da ağır duyan Tahsin öğretmenimiz gelirdi. Yaşı nedeniyle sınıfa hakim olamazdı. Hababam kızlar sınıfına dönerdi sınıf. Öğretmen dersi anlatmak yerine elindeki metni bir öğrenciye okutur, sonra da o metni yazdırırdı. Bu dersi sınıfın çalışkan öğrencisi Hatice ile yapardı. Hatice sınıfın kurtarıcısıydı. O, öğretmeni izler, not tutardı. Çünkü herkes bir şeylerle uğraşırdı. Kimi getirdiği dergileri arkadaşıyla bakar, kimi sohbet eder, kimisi de yapılacak ödevlerini tamamlardı. Özgür; otuz – otuz beş kızın olduğu sınıf nasıl oluyorsa öyleydik. Bazen ipin ucu kaçınca idareden ikaz gelirdi. Sınıfı susturmakta sıkıntı yaşadığı anlarda; fıkralı, esprili beddualarla uyarıda bulunurdu. Yine sesin yükselip tavan yaptığı bir anda, o yumuşak ve babacan sesiyle; “İnşallah dam’ınız damlar, çağanız (çocuk) beşikte ağlar, sobanız yanmaz “ demişti, geleceğin anneleri olacak bizler için. Hepimiz gülüşmüştük bu bedduaya. Sonra tekerleme gibi dilimize yerleşip kaldı..
Okuldan mezun olduktan sonra çekilen kura sonucu her birimiz bir köye öğretmen olarak atandık. Gittiğimiz köyler Anadolu’nun bilindik köyleri. Köyde lojman yoksa köy evlerinde bir oda tutulup kalınıyordu.
Göreve başladıktan sonra babamla köye gittik. Yine ılık yüzüyle bize gülümseyen güzel bir güz günüydü. Kalabilecek ev için arayışın içine girdik. Bir köylünün evinde bir oda bulduk. O odaya yerleştim. Önümüz kış olduğu için öncelikli ihtiyaç olan soba ve odun temin edildi. Eve yerleşmiş, sınıfımı almış, eğitime başlamıştım. Hava soğuk dişlerini gösterince sobayı kurdum..
Sobayı kurdum kurmasına da o ıslak ve kalın odunları tutuşturmak hiç de kolay olmuyordu. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur toprak damı suya doyurunca fazlasını odanın içene gönderdi. Islak odunları tutuşturamadığım bir yanda, tıp tıp damlayan su bir yanda. Damlaların geldiği yerlere kaplar yerleştirdim. Sobayla uzun uzun mücadele ettikten sonra inadı kırılan odunlar tutuştu. Yaşadığım o anlar şimdi anımsadığım kadar keyifli olmadı tabii ki. Beceriksizliğime kızdım,
üşüdüğüme kızdım, moral bozukluğuyla çırpınıp durduğuma kızdım. Herkes kendi için kazanmış görünüyordu. Yine de zaferi kendime almayı ihmal etmedim. Aldığım önlemlere güvenen su, gönül rahatlığı ve iştahla tıp tıp diyen ahenkli sesiyle akmaya devam etti.
Belki sorunları çözmenin verdiği huzurdu, belki de sinir düğümlerimin çözülmesiydi, gülme krizine girdim. Hepsini atlattıktan sonra derin bir nefes alıp sobanın yanına oturdum. Öğretmenimin bedduasını anımsadım. Dam’ım damladı, sobam yanmadı. Bekâr olduğum için çağam ( çocuk) yoktu. Onu da ileriki yıllarda yaşayınca bedduanın üç ayağı tamamlanmış oldu…
Yılların mahzeninde çıktığımda güz güneşiyle hâlâ yan yana yürüyorum
şimdi…
Nilüfer Uçar / 2021
24 Ekim 2021
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz