DÜŞÜŞ
Önce gözleri kısıldı. Dişleri ve azgında bir kasılma hissetti. Burnu sanki ağrıyor gibiydi. Gözleri de bir ağırlık ve batma halindeydi. Gittikçe uzaklaşan sesler vardı.
“Ay yazık düştü adamcağız!”
“Şey değil mi o? Hani oğlu kayboldu.”
“Hilmi bey işte arkeolog.”
“Düştü. Öylece dümdüz düştü. Koşun…”
Sonra gökyüzünün sesleri geldi. Bu dünyanın dışından gelen kuş sesleri gibi. Hilmi’in bedeninde yırtıcı eller geziniyor gibiydi. Kasları yırtılmış gibi acıyordu. Aniden düşmenin getirdiği, hazırlıksız, ham bir bedenin refleks acısıydı bu. Kafasının arkasında farklı bir ağrı duyuyordu. Gözlerinde şimşekler çakarken, kafatasındaki acı, yıllar öncesini anımsatıyordu. Tam kafasının arkasına aldığı dipçik darbesi yıllar sonra ses ve uğultu olup, yaşadığı binlerce haksızlığı hatırlatıyordu. Boğazına bir şey takılmış gibi her aldığı nefes, acı veriyordu şimdi. Sesler boğuklaştı. Karanlık bir girdaba kapıldı. Belli belirsiz dış yaşamı hisseder gibi olsa da, girdap kuvvetliydi. Karanlık çok katlı bir kuyuya benziyordu. Bir ara üşüdüğünü hissetti. Donuyordu sanki. Sonra müthiş bir ateş, o ateş bedeninde toplanıp, ağzının içinde son buluyordu. Ağzında iki dişi düşmenin etkisiyle ağzının iki noktasını delmiş, hastaneye getirildiğinde, ağzında ciddi bir kanama oluyordu. Hilmi gözünü açtığında, büyük oğlu Nedim’i yanında buldu. Hala acil tarafında bir yatak ve hasta kalabalığının içindeydi. Göz pınarından da kan gelmişti. Bir gözü feci acıyordu. Acı ve ağrının aynı şey demek olduğunu öğrenmişti. Derin nefes ihtiyacı da canını yakıyordu. Ne olduğunu hatırlamaya çalışıyordu. Oğluna bir yabancı gibi bakarken, aslında yanına gelenin oğlu olduğunun farkındaydı. Ancak duyduğu şaşkınlık ve korku, gözlerine yabani bir boşluk koyuyordu. Yavaş yavaş bir çukurun içine çekilen gözlerinde duyduğu basınç, dayanılmazdı. Oğluna baka baka uyudu. Gözlerini tekrar açtığında, bu kez tek kişilik odada yalnızdı. Acıları ve ağırlığı hafiflemiş, kendini daha iyi hissediyordu. Bir an ayağa kalkabilir miyim acaba diye aklından geçirdi. Sonra beklemeye koyuldu. Derken yeniden uykuya daldı. Tekrar gözünü açtığında odası karanlıktı. Ve refakatçi kanepesinde biri uyuyordu.
“ Sina! Diye seslendi.”
Nedim gözlerini açtı. Babasının yatağına geldi. “Baba Sina yok. Baba biliyorsun Sina yok.” dedi. Sonra görevli hemşireyi çağırdı. Sakinleştirici bir şeyler istedi. Doktorun talimatından başka ilaç veremeyiz yanıtını alınca, Nedim babasının yanına uzandı. Kulağına sürekli telkinde bulundu. Geçecek. İnan her şey yoluna girecek diye saatlerce onu sakinleştirmeye uğraştı. Gün ağarınca Nedim babasının yanında uyuyakalmıştı. Hilmi oğlunun elini sürekli sıkıyor, sanki ondan kurtulmaya çalışıyordu. Nedim ürkerek uyandı. Babası bir türlü uyanamıyordu. Bir kâbusun onu tutsak ettiğini düşündü. Kırık sarı bir güneşin, yeşilimsi ışığı hastane odasının penceresinden, düz şeritler çekerek girmeye başlamıştı. O ışıklar hep oradaymış gibi, her şeyi bir anda eskitirmiş gibi, uzun zamandır baba ve oğul hep oradaymış gibiydi. Tutsak kâbusları kıran, kırık güneşe uyanınca, düşüşün başka tonlarını da görüyorlardı. Düşüş yitik bir evlada duyulan sonsuzmuş gibi gelen acının perdesinden küçük bir sahne. Düşüşler yitik evlatların bilinmezliğine bir çağrı. Kayıp insanlara ne olurdu? Kapıdan öylece çıkıp giden evlatlar, o an yiteceğini bilseydi, bir kez olsun, geri bakmaz mıydı? Kapının önünde kanlı bir kıyafet vardı. Sokak burası her şey olabilir diyordu Nedim. Mantıklı görünüyordu. Ama yüreği bıçak sokulu bir baba için her şeyin başka bir yan anlamı da olabilirdi. Her şeyden herkesten şüphe ediyor, geçmişinde kimlerle tartışmışsa tek tek sayıp döküyordu. Yıllar önce bir kazı sırasında jandarma komutanıyla ciddi tartışmıştı. Birlik komutanı seni kazıdım aklıma demişti. Hiç beklemediğin an da bir şey gelecek başına demişti. Devletin memuruyum demişti Hilmi Bey de. Kimseye zararım olmaz. Şimdi hastane yatağında hala o birlik komutanını binlerce kere anlattığı gibi tekrar anlatıyordu oğluna.
“ Bir şey yapmadım o komutana. Ben o köylü adama kızdım. Biz kırk derece sıcağın altında kazı yapıyoruz. Köylü adam gelmiş, oturuyor heykelin üstüne. Yetmiyor elinde bir şişe su elini yüzünü yıkıyor. Heykele de su geliyor. Heykel kireç taşından yapılmış. Öbür tarafta başka bir er, yeni çıkan küçük testileri koyduğumuz korunağa ayağını dayamış. Allah kahretsin böyle insanları. Ağzıma geleni söyledim. Ere de çıkışınca kafama dipçiği yedim. Öğrenciler köylüler koştular. Kafamın kanıyla ayağa kalktım. Komutana dik dik baktım.”
Nedim “ Biliyorum biliyorum kork benden demiş komutan.” Babasını sakinleştirmeye çalışırken, kardeşinin ne şekilde bulunduğunu, aklından çıkaramıyordu. O çiftlik, çok tanıdık geliyordu. Nereden hatırlıyorum bu çiftliği diye düşünüyordu.
Hilmi “ Ne korkacağım. Korkmam. İşimi yapıyordum ben.”
Nedim” Baba bu olayın üzerinden yirmi yıl geçmiş. O komutan sağ bile değildir.”
Hilmi” Öyleyse ne oldu benim oğluma?” Hilmi oğlunun hâlâ kayıp olduğunu biliyordu. Dün o düşüp, bayılırken, Nedim kardeşini teşhis etmekteydi.
Hilmi“ Kapımda kanlı çamaşırlar buldum. O gün ne giymişti? O çamaşırlar, bir an tanıdık geliyor, bir an çok başka birine ait gibi.”
Nedim “ Nereden biliyoruz Sina’nın eşyaları olduğunu?”
Hilmi “ İki gündür aklım başımda değil.” Gözlerini yumdu. Hırıltılı bir nefes çıkardı. Bir müddet öylece kalakaldı. Sonra oğluna döndü.
Hilmi “ Kötü kâbuslar görüyorum. Şener ile kavga ediyorduk rüyamda da. O köpek var ya hani tentenin altında aç susuz bıraktığı köpek. Yaşıyormuş. Köpek bana gözleriyle cümleler kurdu. Neler söyledi hiç hatırlamıyorum.”
Nedim “Hangi köpek? Şener gibi bir serseri ile senin ne işin olur?”
Hilmi“ Sina bir zamanlar onunla arkadaşlık ederdi. Ben de karşı çıkardım. Baba ön yargılı olma derdi. Kötü muamele görmüş bir çocuk. Kendi ailesinin bile sevmediği bir çocuk o derdi. Ne yapsa hırpalarmış ailesi. Daha küçükten ezmişler.”
Nedim” Çevresinde arkadaşları da tekinsizdi.”
Hilmi “ Düşerken aklımda neler vardı biliyor musun? O tentenin altındaki bağlı köpeği her gün görüyordum. Sonra dikkatimi çekti. Köpek, dili bir karış dışarıda, dışarı salyalar akıtıyor. Sık sık soluyor. Önündeki kovada kim bilir kaç günlük su vardı. Bir de geçen hafta erken kalmıştım. Bir de ne göreyim? Köpeğin zinciri, tentenin üstünden sarkıtılarak bağlanmış. Yavrucak kafası yukarıda uyuyordu. Bir ayın içinde yaşlanıvermiş köpek. Sen hiç öyle bir işkence ile uyumak zorunda kaldın mı?”
Hastane odasının içi, dışarının bungun pusarık havasını almaya başladı. Yer yer gün ışığı kırıntıları içeri kaçsa da yağmur yağacak gibi duruyordu. Hava dönmüştü.
Hilmi bu kez de Şener’in çocukluğunu anlatmaya başladı.
“ Şener’i çocukken birkaç kez sokakta kendi kendine söylenir ve ağlarken buldum. Sina’da annesi yine döve döve yıkamıştır demişti. Düşünebiliyor musun? Sayarmış kaç kez sabunladığını, tam elli kez başını sabunlarmış. Sıcak suyla haşlarmış çocuğu, banyo sevmiyor diye de çok kızarmış. Yazık. Çocukluğu acı içinde geçmiş. O yüzden de bir baltaya sap olamadı. Aynı durumda bir çocuk daha vardı, arka mahallede o da alkolik babasından dayak yedikçe, orada burada küçük yangınlar çıkarmaya başlamıştı. Sokaklarda savaşçılık oynarlardı. Üniversitede değildim o zamanlar. Devlet dairesinde… Öksürmeye başlar.
Nedim “ Baba yoruyorsun kendini. Bırak insanları ne yapalım herkes nasibi olduğu o insanlığı almıyor. Alamıyor işte. Bazen boşunadır pek çok çaba.”
Eski mahalleyi, babasının evini gözünün önüne getirdi Nedim. Neler oluyor diye düşünüyordu. Bütün bu olanların Şener ile ilgisi ne? Şener, Bir zamanlar Sina ile arkadaşmış. Sina beni bir çiftliğe götürmüştü. Diye aklından geçiriyordu. Bir köpek, nasıl bir köpek? Tavşanlar vardı çiftlikte. Gidip karakola mı sorsam, o çiftlik mi? Adı neydi çiftliğin?
Nedim “ Baba bu Şener’in tavşanları da var mıydı?
Hilmi “ Vardı ya. Neden sordun ki?
Nedim “ Baba dinlen sen. İşlerim var doktorunu göreyim.
Hilmi “ Eh iyi madem ben uyurum artık. Midemin altında bir batar acısı oldu. Ağrıkesici ne zaman vereceklermiş bir öğren. Sonra eve git çocuklar merak etmişlerdir seni. Küçüğü benim için öp.”
Nedim “ Gidip bir öğreneyim.”
***
Şimşekler çakmaya başlamıştı. Nedim hastane bahçesinde yumrukları sıkılı, dudaklarını kemirerek düşünmeye çalışıyordu. Babası düşmeden üç gün önce bulunmuştu Sina. Ölü olarak bulunmuştu. Domuz bağı yapılmış, bir çiftliğin tavuk kümesinde iki büklüm ve kaskatı. Üzerinde beyaz ince tüyler. Tüy, beyaz…
Öfkeyle eski mahalleye koştu. Tanıyanlar Hilmi beyi sordular. Etrafını saranlara bir şey demeden Şener’i sordu. Yine tentenin altında çatıdaydı. Beslediği tavşanlara bakıyordu orada.
Şener’in eli ayağına karıştı. Terasın duvarından atlamaya kalkışırken, Nedim onu yakaladı. Ve boğazına yapıştı.
Nedim” Neden kaçıyorsun? Ha! Ne oldu? Sen neden babamla tartıştın? Utanmadın mı hasta bir insanı üzmeye?”
Şener “ Her işime karışıyor? Yok köpeği öyle bağlama, yok çok ses çıkarma, efendi ol bilmem ne!.. Ben sizin gibi hanım evladı yetişmedim ben buyum tamam mı?”
Nedim “ Beni görünce niye panikledin sen? Söyle bakalım bir şey var sende?”
Şener’in gözleri korkuyu saklamayı bilmiyor gibiydi. Korku delici, yıkıcı, kesici bütün silahların yerini haykırıyor gibiydi.
Şener “ Bir şey yok!”
Nedim “ Sina bulundu. Bil bakalım nereden çıktı Sina?”
Şener “ Nereden bileyim?” Derken, gözleri, taraçanın en ücra köşesinde ki kanlı urganı gösteriyordu.
Nedim “ Dostlarınla içki içmeye gittiğin eski bir çiftlikte.”
Şener “ Bak benim bir şeyle ilgim yok tamam mı?”
Nedim “ Senin adını verdi.”
Şener” Yalan söylüyorsun.”
Nedim” On bin lira da parasını çalmışsın”
Şener “ Yem atıyorsun. Yemem ben bu numaraları?”
Nedim “ Karını döver dururmuşsun. Paran yok. Parasız adam her haltı yer. Çocukluk arkadaşını bile kaldırır.”
Bunları söylerken, gözü etrafı kolaçan ediyordu. Kesilmiş tavşan kafaları, eski çamaşırlar, ellerini paçavra olarak bunlara siliyor olmalı. Kanlı çamaşırlar da yerlerde atılı duruyordu. Tentenin altında sıcak, insanı diri diri pişirecek kadar yoğundu. İnsanı sersemletiyordu.
Nedim iri yapılı bir insandı. Şener hareketli, daha kısa yapılı. Bir fare gibi elinden kaçmayı başardı. Tekrar duvara koştu. Nedim tekrar yakaladığında köpeğin zincirini Şener’in boynuna doladı.
“Seni buraya asarım. Kimsenin ruhu duymaz. Konuş hadi niye yaptın? Çiftliği tarif ettiklerinde şüphelendim. Ama sen beni görünce kaçmaya yeltendin. İşte o an anladım ki kardeşime sen kıydın. Ya konuş teslim ol. Ya da şuracıkta intikamımı alacağım.”
Şener “ Şeyma! Şeyma neredesin polisi ara adam öldürüyorlar.” Bunu boğulurcasına söyledi. Aşağıdan mahalleli Üst kata, taraçaya vardılar. Ortalık karıştı. Yapma etme diyenler oldu.
Zinciri boynuna düğüm ettikten sonra diğer ucunu çekmeye başladı. Şener’in ayakları yerden kesildi. Mahalleli uğultu kopardı.
Şener “ Dur söylüyorum tamam dur!” Diye çırpınıyordu.
Sonra Nedim yavaş yavaş zinciri saldı.
Şener “ Tamam yaptım. Sizin gibi parayla oynamıyorum ben! Kaç geceler aç yattım. Kaç geceler soğukta ayazda kaldım. Para istedim. Vermedi. Hâlbuki ihtiyacı mı var! Babanın hem emekli maaşı var. Hem apartmandaki dairelerinden kazanıyor. Sina hem ders veriyor. Hem bilgisayardan iş yapıp para kazanıyor. Sen desen yüksek mühendis oldun kendi işini kurdun. Bir bekçilik işi bile vermediniz. Bari gözümün önünden gitseydiniz. Acı çekin istiyorum ulan! Sende anla acı neymiş.”
Nedim “ Duydunuz mu? Paramız var diye kardeşimi öldürmüş. Sırf fesadından kıskançlığından kardeşime kıymış. Ulan mahallede tek arkadaşın oydu. O çiftlikte üstüne başına tavşan tüyleri yapışmış. Bakın kanlı bir urgan var şurada. Görüyor musunuz?
Mahalleli
“ Tüh yazıklar olsun”
“ Sina ölmüş bu öldürmüş.”
Nedim “ Polisi arayın.”
Günün karanlık tonları yavaş yavaş çekildi. Tentenin çürümüş yerlerinden, gün ışığı sızmaya başladı. Bir anda rüzgâr tentenin altına çekildi. Bir top beyaz tüyü, gelip Şener’in üzerine yapıştırdı. Rüzgar cinayeti görmüş bir tanık gibiydi. Kış bütün alaca tonlarıyla bir cinayeti gördüğünü anlatıyordu. Hilmi bey beyazlar içinde kaldığı bir kabus görüyordu. Beyazın arklı tonlarına doğru ve hap aşağıya doğru düşüyordu sürekli. İki gün sonra da can verdi.
HAVVA AĞRAL
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz