KADİM SESLER YADİGARLAR VE GÖLGELERİ
İsyankâr yapılı bir kadındı. Öfke tepesinde dikili kızıl bir tüy gibiydi. Dalgalı bir havası vardı. Berrin’e düşlerinde kızıl bir kuş vermişti o tüyü. Onu taşıdığından beri, kendi imgesine sarıldığına inanır. Kabusunda da siyah renkli bir kuş. Esir düşmüş, rehin de düşmüş olabilir. Delirten, çıldırtan bir sesi var. Gece aniden patlayan bir kulak zarı. Sırf kabus gördüğü için, günlerce kulağı çınlamıştı. Berrin çakılı kalmıştı bir kasabaya. Etrafındakiler, bir gölge oyunu kadar etkisiz, griye çalar gibi silik. Oradaki herkesin sabrı, eski bir yontudan kalma, bir de kasvetli odalardan birinde Meryemana köşesi. Ailenin sırrı, ışık görmeyen bir odada gizli gizli edilen dualar. Berrin için o odadaki heykelciğin ve yakılan mumların bir anlamı yoktu. Halası ve annesinin inancını taşımak istememişti. İçinde farklı bir ateş taşıdığına inanırdı.
Bu yaz Yağız’ı terk etmişti. Kazancı iyi olsaydı, buraya dönmek zorunda kalmayacaktı. Hiçte istememişti. Bu mahallenin ve bu kasavet bulutu çökmüş evin, kadim silik insanlarına hep öfke duyuyordu. Ayrılırken bir daha dönmeyi aklından bile geçirmek istemiyordu. Kendince parlak fikirleri vardı. Ve burası olmazdı işte. İçindeki imge, parlak düşünceler, hatta öfkesi bile soluksuz kalıyordu. Basık bir hava, loş odalar, dingin iki kişi, annesi ve sessiz, küskün bir hala. İlginç bir şekilde birbirlerine benzemeye başlamış iki kişiydi onlar. Evin içindeki canlılığı temsil eder gibi de değillerdi. Bağnazlık bir huydu bu evde. Evin her köşesinde ne olduğu bilinmeyen bekleyişin lekeleri, benekleri vardı. Onlara benzemekten korkmaya başlamıştı daha şimdiden. Neyse ki bankadaki işi ona tüm gün meşguliyet veriyordu. Hafta sonları da arkadaşlarıyla planlar yapabilirse, atlatırdı bu dönemi. Terfi alırsa, kendi evine çıkardı işte. Yine de ara sıra bu bekleyiş lekeli, puantiyeli elbiseyi üzerine giydiğini, giydirildiğini hissederdi. Ürperir, evin içinde bir temizlik hareketi başlatır, hiçbir şey beklemediğini, bu şekilde kendine ifade etmeye uğraşırdı. Eski günlerin yara izlerini, duvardaki laf çarpmalarının hayalet izleri, kurumuş umut tortuları, toza karışmış küskünlükleri silip süpürüyordu. Sanki evi ferahlatmak, havalandırınca loşluğu yıkamak istiyordu. Parlak ampuller, evi fakir göstermişti. Mobilyaların çizikleri, konsolun solukluğu, aynanın dökülen sırrı hep ayan beyan ortaya çıkıvermişti. Küskün hala “bu ışıklar gözümü alıyor sanki. Evin içi gece bile gündüz gibi.” Sırlı oda yine karanlıktı. Bir gün Berrin bu heykelciğe ışık tutarak baktı. Ağlayan bir Meryem olduğunu görünce de bir tuhaf oldu. Kucağında İsa peygamberin bebekliği vardı. Çok küçük yapılmıştı. Yine de detaylar fark ediliyordu. Mumlar tüm odayı islendirmiş, öbek öbek gölgeli izler bırakmıştı.
Değişmezlik gibi kural mı var bu evde? Bu evden ruhuma sirayet eden neyse, Yağızla aramıza girdi belki de. Durağan, içime çöken bir ağırlık, sırlar saklamanın dilsizliği. Bir o kadar kapanık. Kalın kadife kenar perdelerin, koyu güne boyadığı evin, iç içe geçen kutu gibi odaların sakladığı, öksüz üç kadın. Hala Şefika’nın gizli korkuları bu odalara sinmiştir. Anne evin dış cephesi gibi pul pul eksilmiş,ince ince ölümü nakışlamış, adı kanser olan dantellerle yıllarca harçlık çıkarmış, ellerinin derisi katlanarak kalınlaşmış, gözleri yıllardır koyu bir oyuğun içinde kalmıştı. Aline hanım Ermeni kökenli, bir aileden geliyordu. Durağan, dalgın halleri, başına eşarp bağlıyor olması sebebiyle de, onu Müslüman sanan mahallesinde kendini farklı göstermeyi göze alamamıştı. Onun korkusu neydi? Şefika’nın korkularını anlayabilirdi Berrin. Kaçtığı adamdan zorla getirilmiş, eve kapatılmış, yıllarca odalardan çıkmasına bile müsaade edilmemişti. Aracı olan akrabalar, bırakın bir temiz hava alsın diye yalvarmışlardı. Ne çare Berrin’in babası, zorbalığından dönmemişti. Ve yaşadıkları şu mahalle; insanlara birer itham ve urba uydurup, öyle tanırlardı insanları. Berrin’in babası, Hikmet bey için, efendi adam derlerdi. Haşmetli adam derlerdi. Tam bir İstanbul beyefendisi, kol düğmelerini taktı mı; mahallenin kadını erkeği, önünden saygıyla geçerdi. Berrin mahallelinin ağzından dilinden duydukça, gördükçe, düşündükçe, daralıyordu. Haşmetli uzun paltolu babasını, hiçte öyle hatırlamıyordu. Eline cetvelle vura vura kerat cetveli ezberleten, zalim babaydı. Halasını pantolon kemeriyle döven acımasız ağabeydi o. Bir tek ben mi çıplak görüyorum insanları? Yağız takım elbisesiz olduğunda, anasının kuzusu, annesinin her an safını tutan, pısırık bir oğlan çocuğuydu. Meryem Ana’nın karşısına asil, mağdur dikilen anne, dışarıya, başı içerde eşarbını bağlar çıkardı. Çıkınca sanki kambur, eşarbı solgun, başı düşmüş yürürdü. Şefika hala, bahtı kara şalını almadan dışarıya çıkmazdı. Berrin geçenlerde dışarıya çıkacakken, annesi onu durdurdu. Havalar serinliyor. Yaz bitti. Atkını al dedi. Atkıyı dolarken de, seninde yüzün gülmedi dedi. Berrin anladı ki, yüzü gülmedi atkısı vardı. Berrin sokağa çıktıktan sonra, yüzü gülmedi atkısını boynundan çekti attı. Bir imge olarak çıkacağım. İçimde kızıl bir kuş gibi, isyanın dalgası gibi bir imge olarak çıkmak istedi.
Pencere kenarında kimsenin görmediği üç çift göz.
Berrin’de uydu onlara şimdilik. Çay saati. Tarçınlı kurabiye, biraz ılımış açık çay. Hala Şefika, daha bir gizli oturmuş, daha bir çekinik kalmıştı pencere önündeki üçlü kanepede. Şarabi kadife perdenin, rengi yüzüne vurmuştu. Yine de küskünlüğün derin çizgileri okunuyordu.
Sebepsiz gözleri dolar bazen Şefika’nın ,Aline bunu hiç fark etmezdi. Gizli gizli Meryem Ana ile konuştuğunu bilmezdi. Sevdiği adamı, gıyabi olarak gömdüğünü bilmezdi. Ağabeyi’nin bakışları rüyasına girince ağlayarak uyandığını bilmezdi. Sevdiği adamın Fikret’in yüzünü unuttuğunu, bunun için onu artık içine bile gömemediğini Aline bilmezdi. Bunları anlatırsa, Aline yengesi onu delirmiş sanabilirdi. Ve bazen gizli gizli delirmekten de korkuyordu.
Aline’nin Müslümanların Allah’ından daha çok korktuğunu, Şefika bilmezdi. Hâlâ Hikmet beyin oturduğu o tek kişilik koltuğa çekinerek baktığını bilmezdi. Kocası başına sıkça vurduğundan, hasarlı olduğunu sanıyor, gizli gizli delirmekten korkardı.
Bu kasavet oyuğunun ve iç içe odalarında, korku gölgeleri birbirini hiç görmeden yıllarca öylece kaldı. Kadimlerin yıllanmış emirleri, sözleri, ayaklarına, hayatlarına pranga olmuş, odalarda, iki yıpratılmış insanı tutsak etmişti.
Berrin annesi ve halasını zorla çay bahçesine götürdü. Sonra bir anda şalını ve eşarbını üstlerinden çekti aldı. Gözlerinin önünde gitti çöpe attı. Her ikisi birden korkudan bembeyaz kesildi. Korkmayın, çevrenize bakın kimse bir şey demiyor dedi. Geçti gitti dedi. Eve döndüklerinde, arka avluda baba koltuğunu bir güzel yaktı. Bu da tamam dedi.
“Özgürsünüz bundan sonra ne istiyorsanız onu yapın.”
Şefika’nın çok hoşuna gitti. Yüzü aydınlandı.
Aline “yapmayın yadigar onlar” dedi. Şefika koştu, Hikmet’in kol düğmelerini, uzun paltosunu aldı ateşe attı.
“Eksik olsun yadigarı da “ diye bir sevinç nidası kopardı. Aline’nin nefesi sıklaşıyordu. Sonra o da koştu. Hikmet beyin esvaplarının durduğu çekmeceyi boşalttı. Aldı onları da ateşe attı.
Aline’nin dilinden sadece şu sözler döküldü. “Eksik olsun. “
HAVVA AĞRAL
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz