BİR HESAPLAŞMA ALANI OLARAK TİYATRO
Sıradan bir askeri, Hitler’in karşısına çıkarabilecek, izafi ve sonsuz düşünce tiyatronun kaleminde,bu sanatın kalbinde mevcuttur. Asker ŞVAYK’ın Hitler’e hesap sorabildiği yer, tiyatro sahnesidir. Ancak sanatın bu hayal gücü, gerçek güce, ya da gerçeğin ta kendisine ilham olmayı başarsaydı, binlerce Yaduhi insan katledilmemiş olacaktı. Burjuvaziyle, bir insanın kendisiyle, yaşadığı tüm hayatını, adalet duygusunu, ahlaki olan meseleleri, en rahat ortaya yatırıp, içinden, mizahi olanı, trajediyi, sorgulamayı çıkarabileceğimiz alan yine tiyatrodur.
Yaşam kendi varlığının idamesini bir mübadele hareketine borçludur. Bu devimin sonsuz bir alış veriş döngüsü olarak devam edecektir. Mübadelenin yanına mücadeleyi, hak tanırlığı koymadığımız müddetçe, hayat bizim ellerimizin arasından kaymış, kendinden vazifeli, örgün bazı hakim güçlerin eline geçmiş ve o yaşam artık bizim yaşamımız olmaktan çıkmış olur. Bizlerin sırtından geçinen, asalak, despot örgün yapılara kendi varlığımızı teslim etmiş oluruz. İnsanlık tarihinin en gerçekçi okuması için; insanların en başta kendilerini eleştirel ve sorgusal bir süzgeçten geçirmeleri gerekmektedir. Bunların araçları, felsefe, psikoloji, sosyoloji, hukuk vs gibi alanlar olmakla birlikte, tüm bu alanları, işlerlik boyutunda, kurgusal, verebilecek olan alan yine sanat olacaktır. Peki sorgulamazsak, tartışıp, geliştiremezsek ne olur? Bir orman kanunu, bir mafya, bir zorbalık açığa çıkar. Şiddetin, despotça yönetimlerin, insanlığa yaşam hakkı tanımadığı yerde, sanata da yer olmayacaktır. Çünkü sorgulatan her şey onlar için sakıncalıdır. Oyunlar yasaklanır, kitaplar yakılır, sanatçı linç edilir, şairler yakılır. Saldırganlığın altında, gizli bir korku vardır. Kendi yapay korku dünyalarının, başlarına yıkılma korkusu. Yarattıkları korku dünyasında, hayat bir tehdit gölgesinde, kaotizmden beslenen bir teröre dönüşür. Ve sanat bütün bu kör dövüşlerin ve kör düğümlerin ifşacısı gibi, köyün delisi gibi bir çığlık atmaktadır.
Sanat ve insanlık bin yıllardır iç içe, son birkaç yüz yılda ise, karşı karşıya gelmiştir. İlkel toplumlarda sanatın kendisi, bir organon araçtır. Sanatı, sanat olarak değil, belki iletişim aracı, belki bir öğünme, bir tapınma, bir sığınma vs görmüşlerdir. Kabile dansları, heykelcikler, ritüeller hep yaşamlarının içindedir. Ondan sakınmak için bir nedenleri yoktur. Çünkü birbirinin üzerine hakimiyet kurmak gibi bir talepleri olmamıştır. Düşüncede var olma evresinde ise sanat icrasını nereye koyacaklarını sürekli tartışan filozoflar ve dönemler oldu. Ancak sanayi devrimi ve sonrası, acımasız savaşlara, sömürüye sebep olurken, insan ilişkileri ve sanatın algısı da değişmiştir. Zengin zümre için, bir popülerlik, yoksul zümre için ise, bir eylemlilik, bir protesto halini almıştır. Popüler kültür dedikleri bir alanda, kendi hallerinde kısa paslaşan zümre, sanat adına anlamsızlık, boşluk ya da hiçlik üreteceklerdir. Bununda bir alıcı var. Yoksa da dayatılarak, oluşturulur. İlginç bir gerçeklikse, dayatılan her şeyin sahiplenicisi bir kitlenin de eş zamanlı bir şekilde inşa edilmesi mümkün oluyor. Sanattan nasıl faydalanacağımızı da, hakim güçler belirlemek istiyor. Bauman ahlaksal kayıtsızlığın da, üretilen bir şey olduğunu söyler. Aynı zamanda ahlaksal görünmezliğin de böyle olduğunu söyler. Kitle dediğimiz toplam, gerçek örgün bir
yapı oluşturamaz. Güdümlü hareket noktasındadır. Güdücü gücün normları, kitlenin devinime eşitlenir. Sanat, kalite değer ve insanlık ölçü birimleri yerine, menfaatlerin dile geldiği, ruhsuz bir kalabalığa dönüşen yapı, gerek eylemsizlik, gerekse tepkisizlikle ya da bilakis yasa dışı eylemle suçlara ortak olur. Öyleyse kitle küntlüğünün ya da suçlarının yerine, ruhu olan bir toplum yaratmak, adalet, ahlak ve insanlık adına kaygı duyduğumuz tüm değerler için şarttır. Bu kuramsal boyutun işlerlik kazanacağı alanlar için sosyolojinin konusu diyebiliriz. Ancak ruh ya da değerler anlamında kaygılı, özverili, empati insanını yaratmanın, sorgulatmanın ve bireysel hesaplaşmanın, toplumsal iyileşmenin yollarından biri yine sanattır.
İnsanlık mübadelesini yaparken, etik, insani, hak tanır boyutları, kendi var oluş menfaatinin gerisine düşürünce, sanat, eleştirel bir boyutta kazanmış oluyor. Çünkü sanat, çıplak sözcüklerin, arınmışlığın, isyanın tok sesi haline gelmiştir. İşte böyle sanat, hakim güçler tarafından hiçbir zaman kabul görmeyecektir. Hesap soran bir mahkeme ve muhakeme alanı değildir elbet. Ancak, sorgulatma açısından, etken alanların içinde bulunur. Özellikle tiyatro, adalet, zümreler, toplumun mutluluğu, sosyal bir yaşamın normları, her zaman Sanatın da konusu olmaktan geri durmayacaktır.
Kant manevi bir yön olmaksızın ahlaka varışı tarif ederken, düşüncenin dogmatizme karşı bir savaşımını da vermeye çalışıyordu. Yalnız şunu da düşünmek gerekiyor; insanlık, arketip düşünceleri ve dogmaları kurarken de, yıkma eylemine geçerken de, iyi niyetli, insanlık odaklı olmaya dair bir çaba gösterdiler. Felsefenin alanı, kişinin ve dolayısıyla toplumun mutluluğunu da içine katarken, yine iyi niyetler ve normlar ile yola çıktı. Ancak zaman ve normların, kanunlara göre işlevselliği, içerik ve yapı kaybına, anlam kaybına yol açıyordu. Bu da kanunların, toplumun gerisinde kalmasından kaynaklanan bir problem gibi görünüyordu. Ayrıca eklemek istediğim bir konu da, kanunlar çoğaldıkça, kanunsuzluğun ona keza fazlalaşması durumudur. Ya da diğer bir temas ile söylemek gerekirse, kanun koyucuların, kanun benim demeye başladığı nokta, yine kanunsuzluğun ta kendisi olmaktadır. Bu bir paradoks.
Brecht’in Üç kuruşluk Opera oyunu, dilencileri, mafya ilişki ağını ve bu ağda bir yer zapt eden devlet aygıtını iç içe görüyoruz. Yaşamın değerinin kaybolduğu yer, kanunsuzluğun nefes bulduğu bir yere dönüşür. Devlet aygıtı, zamanla işlevseliğini yitirir ve kanunsuzluğun bir parçası haline gelir. Dilenci çeteleri, ticaretle uğraşanlar yavaş yavaş birbirinin içine giren bir kir yumağına dönüşür. Mağduriyetler, çığlıklar duyulmaz olur. Aklını çalıştırıp, durumdan nemalanan kişiler de, yapay bir saygınlığa bürünür. Çözüm ne? Sorgulayan bir insan olma yetisi kazanıp, sorgulatan her alana, sahip çıkmak. Bu bir adliye koridoru da olur, bir tiyatro gişesi de. Haktanır olmanın en basit yolu, kendi bilinçsel varlığımıza bir hak tanımaktır.
HAVVA AĞRAL
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz