KRALLIKTAN ZİGOTLUĞA (*)
6000 yıl öncesiydi. Kraliyet sarayımın en gözde yeri ve her parçası altından olan, usta işçilikle yapılan tahtımda oturmuş 3000 yıldır devam eden hükümdarlık yıllarımı düşünüyordum. Mısır denilen bu koca diyarda birçok savaşa ve barışa bizatihi imzamı atmıştım. Tarih sahnesinde Süleyman kadar anılmayacak olsam da en uzun süre tahtta kalan kral olarak yer alacaktım. Bu uzun süre zarfında yüzlerce çocuğum ve binlerce torunum olmuştu. Çoğunu hatırlamıyorum, isimlerini dahi bilmediklerim vardı. Sahi nerededirler ve şu an neler yapıyorlardır Tanrının cezası veletler. Bir de kum tenli, göğüsleri diri, dudakları şehvetli, gözleri ile beni milyonlarca kere soyan kadınlar vardı. Uzun saçlarımda ellerini gezdirir, çıplak bedenime diş geçirirlerdi. 1000 yıl öncesine kadar geceleri sabırsızlıkla beklerdim, beklerdiler. İşte o gecenin meyvesi mi cezası mı bilemiyorum o veletler birer birer dünyaya geldiler. Bilmiyorum, görmüyorum sanıyorlardı ama her şeyin farkındaydım. Ülkeyi bölmek ve beni sürmek istiyorlardı piç kuruları. Ulan Mısır’ı öyle yedirir miyim size? Henüz benim yemem bitmemişken…
Son günlerde tüm vaktimi tahtımda geçiriyordum ve sadece temel ihtiyaçlar için hizmetçilerimi çağırıyordum. Gördüğüm yüzler sadece onlarındı ve duyduğum sesler onlardı.Aralarında biri vardı ki çok kıymetliydi. Her fırsatta onu çağırırdım. Gençliğimi hatırlardım, anılarım tazelenirdi.
-Naftalin…
-Neden geciktin?
Naftalin böyleydi hep gecikirdi. Esir pazarından 30 dirhem altın karşılığında sarayıma hizmetçi olarak almıştım. 100 dirhem 1000 dirhem de isteselerdi verirdim. Naftalin’i görür görmez anılarım tazelenmişti. Hüzün ve sevinç duygularını uzun zamandan sonra bir arada tatmıştım. Rahvan atlar gibi Mısır’ın kaldırımsız sokaklarında koşmak istemiştim.
-Naftalin, bu akşam yemekte az pişmiş deve eti ile beyaz şarap istiyorum. Yemekten sonra da kurutulmuş Hindistan cevizi ile şekersiz limonata servis edersiniz. Şimdi çekilebilirsin huzurumdan.
Ağzımın tadına göre bir şeyler istemiştim ve midem hepsini yemek üzere kendisini hazırlamaya ve guruldayarak benimle iletişim kurmaya başlamıştı bile… Hala tahtımdaydım ve Naftalin’in çıkışını izledim. Naftalin bana Nefertiti’mi hatırlatıyordu. Ah Nefertiti’m taze avokadom. Uğruna tüm tapınakları dağıtırdım, onca Tanrıyı tek Tanrı karşısında dize getirirdim. Ulan Eros, bu bana yapılır mıydı?
Evet, tüm suç Eros’taydı. Bundan 3000 yıl öncesiydi yani tahta çıktığım yıllara denk geliyordu. O zaman Mısır kralı Hüsamettin abiydi. Hüsamettin abi hastalanmıştı. Mısır’ın tıp uzmanları bir türlü çare bulamamıştı. Buna kızan Hüsamettin abi bu bilim insanlarına ağır işkenceler yapmaya başladı, hatta bir kısmını piramitlere işçi olarak göndermişti. En sonunda bu zorlu şartlara dayanamayan tıp uzmanları Mısır’ı terk etmeye başladı. Bu durumu haber alan kral Angus ise kızı Nefertiti’yi Hüsamettin abiyi iyileştirmesi için göndermişti. Hepimiz heyecanlı bir şekilde, parmaklarından şifa akan, güzelliği dillere destan olan doğaüstü kadını beklemiştik. Ah o gün Nefertiti’yi ilk görüşte âşık olmuştum. Benim olması için tanrıları teker teker dolaşmıştım, tapınaklara altın yağdırmıştım. Tuhaf bir şekilde işler beklediğimiz gibi gitmemişti. Hüsamettin abi son günlerini yaşamaktaydı ve Mısır’da sıcak günler yaşanıyordu. Taht kulislerinde hararetli sohbetler tartışmalara dönüyordu. Benim ismim de dâhil birkaç isim dillerde dolaşıyordu tabi. Benim ismimin ön sıralarda olması gayet doğaldı. Gençtim, kuvvetliydim, yakışıklıydım, uzun saçlarım vardı, ağzım iyi laf yapardı ve son zamanlarda tapınaklara dağıttığım altınların da etkisi olmuştu. Tahta geçeceğim kesinleşince Eros’a haber saldım. Bana ve Nefertiti’ye ok atmasını tembihledim. Eros’un şaşılığı tutunca ok sümsük Akhenaton’a saplandı ve Nefertiti ona âşık oldu. Eros’a uzun süre kızgın ve dargın kaldım. Şaşılığı yüzünden Nefertiti’siz bir hayat sürecektim.
Bir gün Eros çıkageldi ve elinde bir cisim vardı. Kendisini bana affettirmek için hediye getirmiş. Ben ilk defa gördüğüm cismi elime aldım, kurcalamaya başladım. Üzerindeki tuşlara dokununca kulağımı delecek şiddette sesler duydum. Korktuğumu gören it eniği Eros gülmeye başladı. Ben ise sinir küpüne dönmüştüm o an kılıcımı çekip Eros’un dilini koparmak istedim. Halimi gören Eros gülmeyi bırakıp bana cismi tanıtmaya başladı. Adı radyoymuş ve gezegenleri dinleyebilirmişim, geleceği de dinleyebilirmişim ayrıca zaman makinası olarak da kullanabilirmişim. Bunları duyunca Eros’a olan asırlık öfkem son bulmuştu ve eskisi gibi dost olmuştuk. Radyomu güzel bir yere sakladım. Sakladığım yer bir solucan deliğiydi ve istediğim zaman buradan geleceğe de gidebilirdim. Kimseye söylemeden yıllarca radyo dinleyerek Mısır’ı yönettim. Herkes ilmi siyasette iyi olduğumu söylerdi, ağzımdan çıkan sözlere tapanlar dahi vardı. Eros’a ne kadar teşekkür etsem azdı. Bazı zamanlar da eğlenceli programlar çıkardı radyodan. Mars, Venüs, Jüpiter ve Dünya gibi gezegenlerin hepsini dinleyebiliyordum. En eğlencelisi şüphesiz Dünya gezegeniydi. Frekansı denk geldiği zaman saatlerce dinler, sonra radyoyu saklardım. Radyonun varlığı duyulursa veletler yamyam sürüsü gibi üzerime üşüşürlerdi. Tahtımı ele geçirmekle kalmazlar beni parçalara ayırırlardı öyle ki mumyamı yapmaya bedenim bulunamazdı.
Akşam yemeğim gelmek üzereydi ama kraliçe ortalarda yoktu. Son zamanlarda piramitlerin azameti ile kafayı bozmuştu. Gerçi son zamanlarda her şey hızlı bir şekilde değişiyordu; artık ayak uyduramayacak seviyeye gelmiştim. Kaç bin zamandır yaşıyordum böyle yaşantı görmemiştim.
O akşam yemeğimi yalnız yedikten sonra kurutulmuş Hindistan cevizi ile şekersiz limonatamı yudumlarken radyodan dinlediklerim aklıma gelmişti. Hemen toparlanıp plan kurmaya başlamıştım. Mısır’da bulunan tüm sanatçılara yemek daveti vermeliydim ve krallığımda yer alan bu güzel tatları onlara da tattırmalıydım. Kudretimin gölgesinde büyülenmeliydiler. Özellikle şairler o yemekte olmalıydı. Krallığımdan ayrıldıktan sonra büyülü sözleri ile adeta beni halkıma pazarlamalıydılar. Tüm sohbetlerde gücüm, zenginliğim, cesaretim, biraz da gözdağım geçmeliydi. Bu topraklarda halkın aklına ikinci bir seçenek gelmemesi için elimden geleni yapmalıydım. Zenginliğimi duyan halk benimle övünmeliydi, adım geçince eğilmeliydi. Hatta zenginliğimin bitmemesi için ellerinde ne varsa bana getirmelilerdi. Bunun için sanatçılara yemek hazırlığı başlatmıştım, tüm sanatçılara gelmeleri için emir vermiştim. Fakat işler yolunda gitmemişti ve tüm planımı büyülü sözcüklerin ustaları olan şairler bozmuştu. Davetimi kabul etmeyip üstüne üstlük bir de bildiri adı altında sözler yayınlamışlardı. Halk ise bu karşı duruşa beklenmedik bir ilgi göstermişti.
Yemek davetine gelenler ise imarlar için, tarlalar için, piramitlerde konser vermek için sahte beğeniler ve sahte gülücükler saçıyorlardı. Elimde kalan sadece bunlardı. Hissediyordum son zamanlarımdı artık ve bana kaçmaktan başka şans kalmamıştı.
Kaçış planı hazırlamaya başlamıştım. Aklıma ilk gelen plan Nil nehri üzerinden sandal ile kaçmaktı. Ahmak kafam yüzünden bunu yapamamıştım. Koca Nil nehrini çocuklarıma vermiştim üstelik sandallar da onların hizmetine teslim etmiştim. Eğer bu planı uygularsam açgözlü veletler beni nehre atarlardı. Çayımı yudumlarken tütünümden derin bir nefes çekince aklıma radyo gelmişti. Solucan deliğine gitsem radyonun frekansını ayarlarsam buradan kaçabilirdim. Reenkarnasyona pek inanmıyorum ama belki yeni bir yaşama da sahip olabilirdim. Bu fikir beni çok mutlu etmişti ve son defa sarayımı dolaşıp tahtımı sevmiştim. Sabah erkenden buradan kurtulmalıydım.
İçimde tarifsiz duygular ile sabahı zor etmiştim. İyi gelir diye birkaç kadeh şarap içmiştim ama fayda etmemişti. Sabah olunca ilk önce Nil’e gitmeye karar vermiştim ardından koca ülkemi terk edecektim.
Sabahın erken saatlerinde nehre vardığımda,koca Nil yüzüme serinliğini gönderiyordu. Sakinliği ile beni kucağına çağırıyordu. Sal sesi Nil’in sesi ile bütünleşince kulaklarım doğanın müziğine sarılmıştı. Eşlikçi sazlıklar ve kürek sesleri muazzam tonda bütünleşmişti. Gözlerimi kapatmış kendimi anın ortasına bırakmıştım. Binlerce yıllık yaşamımın en huzurlu dakikalarını Nil’in kollarında yaşamıştım. Elveda etmek üzere ayağa kalktım; gözlerim nemli, ruhumda dinginleşmeyecek duygular, yüzümde yılların burukluğu ile Nil’e, kum tenli kadınlara, iliğini kemirdiğim Mısır’a, sevgili Nefertiti’ye veda ettim.
Solucan deliğine girer girmez radyomun frekanslarını ayarlayıp geleceğe yolculuğa başlamıştım. Şu an tam hatırlamıyorum ama birkaç saniye sonra dağlık bir yere düşmüştüm. Etrafıma şaşkın şaşkın bakınmıştım. Rüzgâr esintisi tenime çarptığında irkilip, titremiştim. Bulunduğum alanın bir kısmı sarı sarı tarlalar bir kısmı yeşil büyük otlar ile donatılmıştı. Dağlar irili ufaklı dizilmişti. Dağ eteklerinden tepelere kadar ağaçlar kök salmıştı. Mısır’a nazaran güzel ve ferah bir yere benziyordu. O geceyi bir ağaç kovuğunda geçirmiştim. Sabah garip seslerle güne merhaba demiştim. Sesin geldiği tarafa gittiğimde, atlara demir bağlayan ve koşturan insanlar görmüştüm. Aynı işi yapıyorlardı ama hepsi birbirine bağırıyordu. Şu insanları anlamak her daim çok meşakkatli bir iş olmuştur. Biraz gezinmek istemiştim. Dağın öteki tarafına geçtiğimde sanki dakikalar içerisinde bambaşka bir diyara gelmiştim. Taşlar ve ağaçlar renkli bezlerle süslenmişti. Çok garip bir durumdu merak ettiğim için insanları izlemeye başlamıştım. Bir saat kadar sonra anladım ki dağın bu tarafı tanrılara ait ve ağaçlar taşlar birer tapınma figürü. İnsanlar geliyor bez bağlıyor gözyaşları içinde yalvarıyor sonra gidiyor. İnsanların bir kısmı da işi ileri boyuta taşıyıp mum yakıyor saçlarını başlarından koparırcasına kendilerini parçalıyorlardı. Ah insanlar ne kadar da aciz ve gülünçler. Bu manzarayı güneşin kızgın bir şekilde tepemde durduğu ana kadar izlemiştim. Ağaçlardan birinin gölgesinde serinlemek için tapınma alanına iyice yaklaşmıştım. Sıcağın etkisinden olsa gerek bir kadın ile bir erkek dışında kimse kalmamıştı. Kadın göğe bakarak ellerini açmış dua ediyordu. Erkek ise yerden özenle aldığı iki taşı belirlediği hedefe atmaya hazırlanıyordu. Taşları hedefe fırlattıktan sonra heyecanı yüzünden okunuyordu. İki taştan biri hedefe yapışıp kalmıştı. İnanılmaz sevinç çığlıkları attığına şahit olmuştum. Tekrar yerden taş seçmeye başladı. Bu defa avucunun içine beş taş aldı aynı hedefe özenle fırlattı. Beş taşın beşi de yapışıp kalmıştı. Kadına dönüp, savaşı kazanmış komutan edasıyla gururla bakmıştı. Kadın ellerini yüzünde birleştirdi ve dilinden ‘Allah’ım dualarımı kabul et, bize çocuk nasip et.’ sözleri dökülmüştü. Öyle içten öyle güzeldi ki sözleri.
Bir gün radyoda dinlemiştim ilk insan Âdem eşiti Havva ile cennetten kovulunca günlerce af dilemiş. Af dilerken Muhammed ismini zikredince af edilmiş.
İçimden adeta taşlar, kayalar koptu. Reenkarnasyona inanmadığımı söylemiştim ama tanrı için hiçbir şey imkânsız olmamalıydı. Âdem misali diz çöküp duaya başlamıştım. ‘Tanrım ben ki krallığımı bıraktım yeni bir hayata adım attım. Senden yeni bir beden yeni bir yaşam istiyorum. Bugün gördüğüm ve sana yalvaran kadının sözlerindeki samimiyetin hürmetine o kadının bedeninde yeniden can bulayım ve o gururlu bakışlara sahip erkeğin oğlu olayım.’ Dualarım duyulmuş olmalı ki kendimi zigot olarak bulmuştum. Krallıktan zigotluğa serüvenim nerelere ulaşacak bilemiyordum. Maalesef radyomu da kaybetmiştim.
İdris…
İdris… Uyan, uyan sabah oldu…
(*) Ana Rahmindeki döllenmiş yumurta.
İdris Meriç
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz