Deneme

Münire Bozdemir ve New York – Soma Mektupları

Sevgili Özlem Hocam,
Mektubun okuldaki derslerinizde işe yaramış olmasına ve öğrencilerinizin hayaller kurmasına sebep olmasına çok sevindim. Öğrencilerinizin samimi mesajları da beni çok mutlu etti. Mektuplaşmalarımızın ayrılmaz bir parçası haline geldiler ve bu da beni çok ama çok sevindiriyor. İzninizle bu mektupta onlardan gelen bazı soruları yanıtlamak istiyorum.

Yurt dışı ütopik bir yer mi?
En çok merak edilen konulardan biri yurtdışında yaşam. Birçok genç arkadaşım, öğrenciniz Kübra’nın müthiş ifadesiyle, Amerika “yurtdışı delilerinin” dediği gibi ütopik mi yoksa “dayıların” dediği gibi distopik mi diye soruyor; çok kültürlü ve öz kültürümüzden çok farklı bir ortamda yaşamanın zorluklarını merak ediyor. Bunlar gerçekten de çok yerinde sorular. Ve tahmin ediyorum ki yanıtları kişiden kişiye farklılık gösterecektir. Çünkü “yurtdışı” denen yer tek bir yer ve tek bir deneyim demek değil. Her yerin olduğu gibi yurtdışının da “ütopik” ve “distopik” yanları var ve en önemlisi her bireyin deneyimi farklı.O yüzden bir genelleme yapmak çok zor. Ama şunu diyebilirim ki nerede olursak olalım motivasyonumuzu ve mutluluğumuzu hedeflerimizin, bu hedeflere giden yolda başımıza gelenlere verdiğimiz tepkilerin ve çevremize ne kadar faydalı olduğumuzun belirlediğini düşünüyorum.

Örneğin sizlere yazdığım bir önceki mektubu eşime tercüme ederken Twain evi hakkında çok önemli bir ayrıntıyı atladığımı fark ettim. Sizlere çevredeki insanların bir araya gelerek evi müzeye çevirdiklerini anlatmıştım. Ama bu girişimin ancak ikinci defada başarılı olduğunu yazmayı unutmuşum. İlk girişimde toplanan paraları birileri cebe indirince çalışmalar başa dönmüş. Aynı parayı yeniden ve güvenli bir şekilde toparlamak da kolay olmamıştır diye tahmin ediyorum. Beni etkileyen şey insanların bu durumu gelecekte de tekrar tekrar başlarına gelecek bir kabus, aşılamaz bir engel olarak görmemiş olması. Neyin önemli olduğuna karar vermişler aslında: yolsuzluğun yol açtığı korku mu yoksa kültürel mirasa sahip çıkmak mı? İkinci seçenekten ilerlemişler; hedeflerinden şaşmamışlar. Sonuç olarak da bir ütopya kadar güzel olan Twain Evi bugünlere gelmiş.

Başka bir kültürde yaşamak zor mu?

Her ülkede yaşamanın zorlukları var. Hiçbir ülke için sadece gül bahçeleri ve kelebeklerle dolu mutlu bir yer diyemem. Farklı kültürel alışkanlıklar da o ülkenin insanlarının, bizim şahit olmadığımız, çok eskilere dayanan yaşanmışlıklarından geliyor. O yüzden de bazen anlamak zaman, sabır ve açık görüşlülük gerektiriyor.

Nedir peki tam olarak bu açık görüşlü olmak?

Aslında özünde yeni şeyler öğrenmeye açık olmak demek; yeni durumlara olduğu gibi ve yargılamadan bakabilmek demek.

Sanırım bizim ülkemizde, belki bazı derin incinmişliklerin sonucu olarak belki de yanlış yorumlanan sadakat ya da vefa duygularından, bizde olmayan ya da bizden farklı olan bir şeyi beğenmek bazılarını çok gücendiriyor hatta kızdırıyor. “En güzeli bizde! Hıh!” şeklinde terslenmelere maruz kaldığım bile oluyor – sanki başka ülkelerde yaşıyorum diye Türk kültürünü, yani kendi çıktığım kabuğu, beğenmiyormuşum gibi. Güzel düşünülmüş ve yapılmış bir şeye “güzel” demek, takdir etmek ve o durumdan bir şeyler öğrenmek kendi değerlerimizi yadsıdığımızı göstermez. Aksine değişime ve eleştiriye açık olduğumuzu gösterir. Eğer her şeyin en güzeli bizdeyse çalışmaya ne gerek var değil mi? Madem her şey müthiş o zaman bırakalım öylece kalsın…

Bu tutum benim aklıma bir Türkan Şoray filmini de getiriyor. Sizler çok gençsiniz ama Türkan Şoray ‘ın, ya da efsane filmlerinin hala TV’de gösterildiğini tahmin ediyorum. Hani, Şoray’ın, başının üzerindeki taplarla yürürken bir yandan da “Ben Dönyanın en gözel garısıyam ” dediği bir sahne var. Türkan Şoray’ın güzelliğine asla lafım olamaz tabii. Ama “en…” diye başlayan her türlü sınıflandırma için kriterlere, standartlara ve jüriye ihtiyaç var. Kültürel karşılaştırmalarda bu şekilde bir sınıfsallaştırmaya girişmek yersiz ve karşılıklı uzlaşmaları da baltalayan bir durum. Her şeyin “en..”ibizsek , bizim dışımızdaki her şeyi doğrudan “ikinci sınıf “ya da en iyi ihtimalle “benim kadar iyi değil.” diye etiketlemiş oluyoruz çünkü.

“En güzel Türk yemekleri değil mi?” diye soran birisine merakla başka hangi ülkelerin yemeklerini denediğini sormuştum. Başka hiç yemek denemediğini söylemişti. Hiç bilmediğimiz bir şeye “pis, kaka” demenin sanırım iki nedeni olabilir: Ya çok hadsiz bir özgüven içindeyiz ya da kendimize ve/veya ait olduğumuz yere dair çok büyük şüphe ve güvensizliklerimiz var. O yüzden de başka yerler görmüş birisinin bizim bulunduğumuz yeri onaylamasını istiyoruz.

Kültürleri ve kültürel ürün ya da davranışları iyi veya kötü diye ayırmak renkleri iyi yada kötü diye ayırmak gibi yersiz. Ve tabii ki de bazı renkleri ötekilerden daha çok severiz. Bu bakış açısıyla yeni birkültüre adım atarsak“kötü”- “iyi” diye genellemelere düşmeden misafiri olduğumuz kültürü daha sakin bir kafayla değerlendirebiliriz. Üniversitedeyken ilk defa mor renkli pantolon giyen bir arkadaşım “çok mu tuhaf gözüküyorum?” diye sormuştu. Bense tuhaflığı nerede aramam gerektiğini bile anlayamamıştım. Yeni bir kültüre adım atmak da işte tam olarak böyle bir şey. Hiç kimse sizin sadece mavi ve siyah pantolon giymeye alışık olduğunuzu, bu yüzden de moru yadırgadığınızı bilmiyor. Ama kim bilir belki de bir bakarsınız herkes mor giymiş. “oh bee!” dersiniz, ve sorgularsınız “neden kendi ülkemde çok utanmıştım mor giymeye?” Vereceğiniz yanıtlar sizi hem kendi kültürünüze hem de misafiri olduğunuz kültüre daha çok yaklaştırır.

Yani aslında başka yerler, insanlar ve kültürler hakkında öğrenirken kendimiz hakkında da çok şey öğreniriz. Dünyaya dair dengeli bir bakış açısı geliştirmek hem kendimizi hem de kendimiz dışındaki dünyayı tanıyabilmek için özellikle de sizler gibi gençlerin farklı kültürlerle temasının sağlıklı ve hatta gerekli olduğunu düşünüyorum. Bazı sınıflarım gerçek anlamda Dünya karması oluyor ve onların birbirlerini anlayıp dinlediğini, birbirlerinden öğrendiklerini ve dost olduklarını görmek – en önemlisi tüm bunların mümkün olduğunu görmek- beni çok mutlu ediyor.

Öğretmenlik zor mu?

Başka bir genç arkadaşım öğretmenlik zor mu diye sormuş. Çeşitli işlerde çalıştım, farklı farklı görevler aldım. Ama hiçbirini öğretmenlik kadar kalbime yakın bulamadım. Kalbinize yakın olan şeyler de genelde kolay olmazlar. Ama günün sonunda zorlukları değil sizin ve öğrencilerinizin kazanımlarını, en güzel ve en komik anlarını hatırlarsınız. Taşıdığınız sorumluluk sizden (genelde) genç olan insanların yaşamını ve yaşama bakışını şekillendirmeyi içerdiği için “amaaan bugün de biraz sereyim.” deme şansınız pek olmaz. Okumayı seven biriyim. Ama beni en çok öğrencilerimin yazdıkları duygulandırır. Gözlerim başka yazılara kolay kolay yaşarmaz. Özetle öğretmenlik zor olduğu için çok güzel.

Konu öğretmekten açılmışken Özlem Hocamın sevgi dersine değinmeden bu mektubu bitirmek istiyorum. Hocam, keşke açabilseymişsiniz o dersi. İçeriğinde neler olacaktı? Nasıl bir ders hayal etmiştiniz? Doğrusu çok merak ettim. Harvard’ın açtığı mutluluk dersini duymuş muydunuz? Dersi almadım ama içeriğinde pozitif psikoloji, mutlu insanların alışkanlıkları ve aktiviteleri gibi konular işleniyormuş. Bir ara öğrencilerin çok ilgi duyduğunu okumuştum. Sanırım şu sıralar internet üzerinden ücretsiz olarak alınabiliyor dersin bir kısmı. Sevgi ve mutluluk arasındaki bağdan da bahsediyorlar mı acaba derste?

Bazı Amerikalı arkadaşlarımın kendi kültürlerini eleştirdikleri bir konu bu mutluluk konusu. 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışı Tanrı tarafından insanlara verilmiş temel haklar arasında sıralanıyor. Ancak bazı sosyal bilimciler Amerikan kültüründe pozitif ve mutlu görünmenin gereğinden fazla takdir gördüğünü, bunun da insanları her zaman gülümsemeye mecbur bıraktığını söylüyor. Hatta bu sebepten insanların dertlerini paylaşmaktan çekindiğini ve ortalığın görünüşte mutlu ama içten içe dertli insanlarla dolu olduğunu düşünenler bile var. Belki Medium ve benzeri sitelerde dolaşırken rastlamışsınızdır toksik pozitiflik üzerine yazılara. Çok konuşuldu, çok yazıldı bu konuda son yıllarda. Belki çok alakasız gelebilir ilk bakışta ama Amerika’daki bu sürekli mutlu gözükmek zorunda hissetme durumunu Türkiye’deki sürekli şikayet etme ve sürekli kurban psikolojisi içinde hissetme durumuna benzetiyorum ben: Amerika’da ne olursa olsun gülümsemek zorundayız – aman ha insanlar mutsuz, güçsüz, beceriksiz sanmasın! Türkiye’de de mutlu bile olsak hep şikâyet etmek zorundayız- aman ha nazar değer mutluluğumuza!J

Hocam en iyisi siz gelin beraber kültürlerarası sevgi ve mutluluk dersi açalım biz. Bakalım dünyanın geri kalanı sevgi ve mutluluğu nasıl tanımlıyor. Hatta hemen başlayalım. Eşim Elliot’ın çeşitli ülkelerden gelmiş öğrencilerin birbirleriyle ve okulla olan iletişim ve ilişkilerini güçlendirmek için açtığı bir kültürlerarası iletişim dersivar. Elliot bu derse hep “sevgi nedir?” sorusuyla başlıyor. Herkesten cevap olarak yalnızca bir sözcük yazmasını istiyor. Sizlerden gelecek yanıtlar için aşağıdaki sayfayı oluşturdum. Sayfayı açınca sağ altta çıkacak (+) işaretine tıklayarak isimlerinizle ya da anonim olarak, sevgi deyince aklınız agelen ilk kelimeyi yazabilirsiniz: https://padlet.com/munirebozdemir/v3dq6l0chhafn1yh Unutmayın, sadece bir kelime! J

Yanıtları dört gözle bekliyorum. Temmuz sonunda yüz yüze, bol güneşli ülkemizde görüşmek üzere J
Sevgiyle,

Münire Bozdemir
Mayıs 2022, ABD.

***

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın