Felsefe

New York Soma Mektupları

Sevgili Özlem Hocam,

Uzun süren sessizliğime aldırmayıp mektup üstüne mektup yolladığınız, beni habersiz bırakmadığınız için çok teşekkür ederim. Bisiklet turlarının bazı kısımlarını bir kaç kez okudum- geçtiğiniz yollar benim de bildiğim ve çok da sevdigim yollar olduğundan memleket özlemime iyi geldi. Ayrıca, sözü geçen neredeyse her köşeyi gozumun onune getirebilecek kadar o yollari aklima kazıdığımın farkında değildim mektubunuzu okuyana kadar. Takım arkadaşlarınızdan (oğlunuz ve arkadaşı) yolda karşınıza çıkan ve hatta sizi evlerinde misafir eden insalara kadar her detay film gibi. Bisiklet turunun enerjisinden olsa gerek. Macera antenlerinizi açıp çıkmışsınız yola belli ki 🙂

E bir yol macerası da benden dinlemeyi çoktaaan hak ettiniz. Mesajlaşmalarımızdan zaten oldukça hareketli bir dönem geçirmekte olduğumu biliyorsunuz. Tahminlerime göre en merak ettiğiniz yol maceram New York eyaletinin batısında bulunan, Kanada sınırından çok da uzakta olmayan Chautauqua (Şitakua) kasabasına olan kısa ziyaretim.

Günlerdir düşünüyordum Chautauqua kasabasının sıradan kasabalardan farkını nasıl ifade edebilirim diye. Sanırım Cumhuriyetin 100. Yılını kutluyor olmanın da verdiği ilhamla, sonunda buldum! Chautauqua, 1900lü yılların başlarında Chautauqua hareketinin başladığı yer. Chautauqua hareketini ise bizdeki köy enstitülerinin hem çocuk hem yetişkinleri kapsayan bir versiyonu olarak hayal edebilirsiniz. Bütün kasaba öğrenmek isteyen herkese açık bir çeşit bilim, sanat ve eğitim enstitüsü olarak tasarlanmış. Daha sonra bu hareket kapsamında başka Chautauqua enstitüleri de kurulmuş Amerika’nın başka başka kasabalarında. Köy Enstitüleri’ne öğrenciler sınavla giriyordu bildiğim kadarıyla ve öğretmen olarak mezun oluyorlardı. Chautauqua enstitülerinin ise diploma veren bir programı olmamış hiç. Amaç kırsaldaki Amerikan halkını eğitim, bilim ve sanattan mahrum bırakmamakmış. Bu nedenle de her yaştan ve her eğitim düzeyinden insana açıkmış. Chautauqua’nın Köy Enstitülerinden bir diğer farkı ise devlet eliyle kurulmamış olmaları. Her bir kurum bireylerce tasarlanmış ve fonlanmış.

Chautauqua Gölü kıyısında bulunan bu kasabanın inanın bir üniversite kampüsünden farkı yok. Sanırım siz en çok piyano dersleri verilen kulübeleri ya da dev opera binasını severdiniz. Çocuklarla o tarihi opera sahnesinde konser verdiğinizi ya da bir hikayenizi canlandırdığınız hayal etmek hiç zor olmadı.  Chautauqua’da en kolay şeydi hayal kurmak. Köy Enstitüleri’nden insanların bu kadar özlemle bahsetme sebebi de belki budur; herkesin hayal kurma alanı bulabilmiş ya da yaratabilmiş olması…

Şu anda da hala her kesimden insana açık bir yer Chautauqua – ama sadece teoride. Bu ütopik yer zaman içinde sadece parası çok olan insanların yaz aylarını keyifle geçirdiği bir tatil köyüne dönüşmüş. Bir ya da iki çocuklu orta sınıf bir ailenin bir hafta bile kalamayacağı kadar pahalı, yani halkın çoğunluğunun erişimine kapalı, bir yer artık Chautauqua. Bazı bedava panel ya da konser gibi etkinlikler yok değil. Ancak bu etkinliklere katılabilmek için haberdar olmak ve/veya oraya günübirlik yolculuk yapabilecek kadar yakın bir yerde oturmak gerekiyor. Ancak Amerikalı arkadaşlarıma bahsettiğimde hiçbiri böyle bir yerin varlığından bile haberdar değildi.

Bizim Chautauqua’yı ziyaret amacımız ise Elliot’ın kısa süre önce vefat etmiş olan anneannesi ve dedesi adına aile arasında bir anma töreni düzenlemekti. Biri 6 diğeri 8 yaşlarındayken bu kasabada tanışmışlar Rolph Dede ile Ellen Anneanne. Yazları ikisinin de ailesi Chautauqua’ya gelirlermiş. Rolph ve Ellen’ın bitmek tükenmek bilmeyen merak ve enerjisine bu kasabadan daha uygun bir yer de olamazmış zaten anlatılanlara göre. İkisi de her türlü eğitim programına ve kampına katılır, tatillerinin her dakikasını hem eğlenerek hem öğrenerek geçirirlermiş. Hatta diğer çocuklarla birlikte yazıp sahneledikleri bir oyunla gazetelere bile konu olmuşlar. Anma töreni için kıtanın batı yakasından, ta Seattle’dan bizi görmeye gelen Chris dayının üşenmeyip yanında getirdiği arşiv dosyalarından bu gazete haberi çıkınca hepimiz çok sevindik. Çünkü, bizim hayatımızda hep anneanne ve dede olmuş insanları çocuk olarak hayal etmek, bazen resimlere rağmen, çok zordu.

Ellen’ın kültürel etkinliklerini çok beğendiği için vakti zamanında bir miktar para bağışlamış olduğu çok eski bir otelde kaldık ailecek. Sezon yeni kapanmış olduğundan otel fiyatları daha az el yaksa da normal fiyatlı ve sağlıklı yiyecek yemek bulmakta epey zorlandık. Dışarıda açık restoran bulamayıp paşa paşa otele geri dönüp yemek siparişi verince otel çalışanları memnuniyetsizliğimizi anlamakta gecikmediler. “Sabahları tüm misafirlere bedava kahvaltı servisimiz var” diyerek ertesi sabah erken kalkarsak aç kalmayacağımızı belirttiler.

Ne yazık ki sabah da işler pek yolunda gitmedi. Aç kalmadım ama yemek yediğim için bu kadar utandığım bir zaman daha hatırlamıyorum. O sabah en erken kalkan benim zannederken koridorda eşim Elliot’ın babası Stephen ile karşılaştım. Beraber aşağı inip bir önceki gece vaad edilen kahvaltıyı herkesten önce keşfetmeye karar verdik. Chautauqua gölüne bakan geniş yemek salonunda, kahvaltı başlayalı epey vakit geçmiş olmasına rağmen çoğu masa boştu. Stephen bir görevliye hangi masa bizim diye sordu. Görevli de istediğimiz yere oturabileceğimizi söyleyince ailecek sığabileceğimiz büyükçe bir masa seçtik beraber. Tam tabağıma yiyecek almış masaya dönüyorken bir görevli beni durdurup salondaki kahvaltının sadece konferans davetlileri için olduğunu söyledi ve ekledi: Madem almışsınız tabağınıza yiyebilirsiniz ama sizin kahvaltınız lobide servis ediliyor.

Elli yaş üstü insanlar için eğitim turları düzenleyen bir vakfın konferansı varmış o hafta. Katılımcıların çoğu da altmış yaş üstüymüş. Benim yaş aralığına uymadığımı hemen fark etmişler.

Stephen ve ben tabaklarımızı almış lobideki daha mütevazı kahvaltıya doğru uzarken Elliot, annesi ve dayısı belirdiler yemek salonunun kapısında. Durumu anlayınca önce bize çok güldüler ve bizi yemek çalmakla suçladılar. Sonra benim çok utandığımı anlayan Karen (Elliot’ın annesi) “Üzülme kızım” dedi Ellen’ın yapmış olduğu bağışı kast ederek,  “anneannen hesabı yıllar önce ödemiş say.”

Bu tuhaf kahvaltı deneyiminden sonra kasabada karış karış Ellen ve Rolph’ın hikayelerini aramak üzere dışarı attık kendimizi. Elliot ve ben öğleden sonra 13.00 gibi dönüş yoluna düşmeyi planladığımızdan kaybedecek zaman yoktu.

Çok yürüdük o gün Chautauqua’da rengarenk son bahar ağaçları arasında. Bütün kasaba 1900’lü yılların başından, 1800lü yılların sonundan kalma bir film seti gibiydi.  Ancak her mekanı uzun uzun anlatmak yerine beni en çok etkileyen iki yeri paylaşmak istiyorum sizinle.

Otelden çıkınca önce hiç sağa sola sapmadan sahile indik. Ellen ve Rolph, kardeşleri ve arkadaşlarıyla birlikte bütün yaz para biriktirip Chautauqua’daki son günlerinin sabahı hep birlikte tekneyle gölün karşısındaki bir kahvaltıcıya gidip, bizimkinin aksine, çok şahane bir veda kahvaltısı yaparlarmış. Bir sonraki yaz Chautauqua’da yeniden kavuşana dek birbirlerine mektuplar yazarlarmış. Chris dayının getirdiği arşiv fotoğraflarından birinin böyle bir veda sabahında çekilmiş olduğunu sanıyorum: Bir sürü mutlu çocuk bir tekneye doluşmuşlar; kürekler, o zamanlar tahminen 14- 15 yaşlarında olan Rolph dedenin elinde. Kendisi dimdik durmuş, gülümsüyor. Yüzündeki gülümsemeden tanıyorum zaten onu eski resimlerde. İnsanın 95 yaşında da 15 yaşındaki gibi gülümsemesi ne kadar güzel…

Sahilde bir de toprağı kazarak ve taşlar yerleştirerek yapılmış temsili bir Filistin/Kutsal Topraklar maket haritası var. İsmi Filistin Parkı ve Chautauqua gölü Akdeniz’miş gibi düşünülerek hazırlanmış. Enstitü ilk kurulduğu zamanlar dini çalışmaları da kapsıyormuş. Kutsal Toprakları onurlandırmak adına böyle bir proje yapılmış. Lut Gölü niyetine kazılmış küçük bir kanal bile var parkta. Anladığım kadarıyla Hristiyan kimliğinin bu şekilde altı çiziliyor olsa da bu durum başka dinlerden insanların da Chautauqua’ya gelmesine ya da davet edilmesine engel olmamış.

Biz Filistin Parkı’nı görmeye gittiğimizde Filistin’de henüz savaş başlamamıştı. Şimdi düşündüğümde Chautauqua’ya ya yıllar yıllar önce gitmişiz ya da ben Rolph Dede’nin hikayelerindeki kasabayı gözlerime lens olarak takıp tarih içinde donup kalmış bir mekanın içinde yürümüşüm gibi hissediyorum.

Sizinle paylaşmak istediğim ikinci durak ise amfi tiyatro. Tam ben gene siyah beyaz ve mutlu lensler gözümde Rolph ve Ellen’ın çocuk hallerini hayal etmeye çalışıyordum ki Chris Dayı bu amfi tiyatronun yazar Salman Rushdie’nin 2022’nin Ağustos ayında, bir konuşma öncesi bıçaklanmış olduğu amfi tiyatro olduğunu hatırlattı. İnanamadığım için internetten bilgiyi teyit ettim. Yazılı haber görmek yetmedi; açıp videolardaki mekanla gözlerimin önünde durmakta olan mekanı karşılaştırdım. Gerçekten de Rushdie’nin saldırıya uğradığı sahne benim üzerinde dikilmekte olduğum sahneydi.

Bu saldırıdan sonra Rushdie’nin bir gözü kör bir kolu da tutmaz olmuş diye okumuştum bir haberde.

İtiraf etmeliyim ki önce karamsar yanım ağır bastı. Ortaya konan her güzel şeyin eninde sonunda bir gözü kör ediliyor ve bir yanı da sakat bırakılıyor diye düşünüp öfkelenmekten alamadım kendimi. Sonra aklıma çok sevdiğim yazar Terry Pratchett’ın bir sözü geldi: Samimi öfke dünyanın en büyük yaratıcı güçlerinden biridir. Ama onu kontrol etmesini öğrenmek gerekir.

Öfkem yatışınca da birazcık güldüm kendime. Sizce de her şeyi sembolleştirmeyi seven, fazlaca romantik ve duygusal bir kültürümüz  yok mu, Özlem Hocam? İşte ben de hemen hem Chautaqua’nın geçirdiği dönüşümü, hem de Salman Rushdie’yi, uğradığı saldırıyı ve bu saldırının sonuçlarını sembolleştirivermiştim o sahnede dikilmenin verdiği duygusallıkla. Amacım tabii ki bu tür dönüşümleri ve saldırıları önemsizmiş gibi göstermek değil. Benim tepkim daha çok bu tür sembolleştirmelerin, sembolleştirilen kişiyi yalnız; onu destekleyenleri de güçsüz ve çaresiz hissettirmesine.

Evet, Chautauqua Rolph Dede’nin hikayelerinde herkese açık bir bilim, sanat ve kültür merkeziyken bugün çok daha küçük ve ayrıcalıklı bir kesime hitap eden bir yer haline gelmiş. Köy Enstitüleri artık yok. Ama eğitimin ve öğrenmenin sadece bu kurumlarda olabileceğine dair bir kanun da yok. Bilim, sanat ve kültür nasıl daha kapsayıcı olabilir, buna kafa patlatmamız gerekmez mi? Kötü yönde değişime olan yasın da bir sonu olmalı diye düşünüyorum. Bir süre sonra o yas, çözüm üretmeme, harekete geç(e)meme durumuna bahane gibi gözükmeye başlıyor.

Ve ne yazık ki insan hayatına en ufak tehditte bulunmamış yazarlar, düşünürler hala saldırıya uğruyor, hapse atılıyor ya da sürgün ediliyor. Hala iyi gören gözlerim ve tutan kollarımla, çok iyi bir yazarın dehasında olmasam da, bir kaç kelime de ben yazmaya çalışıyorum. Benim elimden gelen bu. Ama yanlışa ‘yanlış’ demenin yolu bir değil. İnsan beyninde ve kalbinde çok yol var henüz yürümediğimiz. Her gün yürüdüğümüz yollardan başkalarını da denemek lazım.

Geçen gün çok sevdiğim bir hocam, bir 100. Yıl kutlama videosu paylaştı benimle. Belki siz de görmüşsünüzdür. 1935 yılı Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında pankartlara yazılacak sözleri konu alıyor. Hikayede, Atatürk, kendisini öven sözler yerine pankartlara sadece “Atatürk bizden biridir” yazılmasını istiyor. Çünkü bence Cumhuriyetin ilk gününden beri kendisine atfedilen her karakter özelliğinin ve başarının ulaşılabilir olduğunu vurgulamak istiyor. (Videoya ulaşmak için: Atatürk Bizden Biridir)

Cumhuriyetin 100.yılı kutlu olsun.

Öfkeleriniz durdurması imkansiz yaratıcı güçlere dönüşsün.

Size, ailenize ve öğrencilerinize kucak dolusu sevgiler!

Münire

29 Ekim 2023, ABD

***

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın