Edebiyat

New York – Soma Mektupları

-Özlem Yıldız-

Sevgili Münire

     Hayatlarımızı rutine bağlamakta zorlandığımız günler yaşıyoruz. İlk zamanlar pandeminin de kuş gribi gibi, domuz gribi gibi olduğunu düşündük. “Gelir, geçer.” dedik. “Daha önce de böyle oldu, köylülerin tavuklarını kireçli kuyularda yaktırdılar.” dedik. Zaman, böyle düşünen herkesi bir bir yanıltmaya devam ediyor. 

     Soma’da sık sık gittiğimiz bir dönercimiz var. İşinin ustası. Çok da müşterisi var(dı). Küçücük bir dükkânda işlerine yetişmekte zolanıyor(du). Bu süreçte çekine çekine uğradığımız bir gün kızarmış etleri keserken, “Ne coronası hocam ya!” dedi. “Hikâye bunlar.”

     O kor ateşin karşısında çalışırken şöyle düşünüyordu belki de, “Ben cehennemi görmüşüm hocam, korona ne?”

     Aradan birkaç ay geçip de yeniden görüştüğümüzde onu da salgına inanmış gördüm. “Hocam,” dedi “Ne olacak bu böyle?”

     Hastalık tüm komplo teorilerini çürüte çürüte kendi gerçekliğini dayatıyor bize. Şu son aylarda çemberi iyice daralttığı da kesin. Buna rağmen söylencenin insanları gerçeklerden daha çok etkilediğine tanık oluyoruz. Martta corona’nın adı varken insanlar evlerinden çıkamıyordu. (Yasakların da etkisi ile elbette) Şimdi hastalığın kendisi geldi eski korkulardan eser yok. 

      Hatırlıyorum da ilk zamanların şoku ile evde oturduğumuz o günlerde neye uğradığımızı şaşırmıştık. Uyuyup uyanıp bir sonraki öğün için hazırlık yapmaktan başka bir şey gelmiyordu elimizden. Bir süre sonra öyle gitmeyeceğini fark eden eşim, “Koğuş kalk!” sitemine geçip en geç onda kahvaltı masasında olmamızı sağladı.

     Böylelikle ortaya çıkan geniş zamanı değerlendirebilmek için düşünme fırsatımız oldu. İlk olarak bahçemizi kazıp yeniden çim ektik. Ağaçları budadık. Bir kenara yığılan dallara bir çare ararken heykel işinde bulduk kendimizi. 

     İlk başta karmakarışık gibi görünen o dalların gereksiz ayrıntılarını atınca ortaya kendince konuşan bir şekil çıkıyordu. Tabii en önemli mesele dalı ağaçta durduğu halin tam tersi bir bakış acısı ile gözlere sunmaktı. Öyle yaptığımızda karşımıza kuşlar, dansçılar, penguenler çıkıyordu. Ham dalların kabuklarını soymak, onun içinde gizli heykeli bulmak, zımpara yapmak, nihayet o parlak ahşabı rengârenk boyamak epey zamanımızı alıyordu.

     Süreç uzadıkça uzadı. Bahçede heykele dönüşecek dal kalmadı. Tam da işi öğrenmişken olacak şey miydi bu?

     Mahalle fırınımıza gittiğim bir gün ekmek pişirmek için kullandıkları odunların budanmış zeytin dalları olduğunu gördüm. “Çocuklar evde durmuyor…” gibilerinden bir bahaneye sığınıp bir odun parçası aldım. Fırıncının neden bana öyle tuhaf baktığını şimdi daha iyi anlıyorum. (Belki de çocukları döveceğimi düşünmüştü.) Son heykelimizi de o zeytin dalından yaptık: Göğe Bakan Kuş

    Günler ilerledikçe her birimiz farklı bir iş tuttu kendine. Ben de o arada elimdeki anı-biyografiyi ilerletmeye koyuldum. Elbette rahat yazabilmek için kitabımızın kahramanı ile sık sık görüşüyordum. O hızla bir buçuk yılda yazdığım on bölüme bir on bölüm daha ekledim.

     Biraz öyle, biraz böyle derken hazirana ulaştık. Başta da söylediğim gibi belirsizliğin ağırlığı kurşun gibi hissettiriyordu kendini.  O zaman da elimizdeki işi sürdürmenin olanağı kalmıyordu.

     Biyografi bir kenarda bekleyedursun Beyaz İnciresmi kanalların yönlendirmesi ile üç aylık aradan sonra yüz yüze eğitime başladı. Temkinli bir tedirginlik içerisinde yürüyor işler.

     Biz de böylelikle yeniden dışarı çıkmaya başladık. Yollara, bisiklete kavuştuk. O haftalardan birinde büyük oğlumla Akhisar’daki kasabamıza bisiklet turu yaptık. Elli kilometrelik bir yoldu bu. Benim için sıradan olsa da ilk uzun turuna çıkan oğlumuz için epey öğreticiydi. Hele bir gün sonraki dönüş yolunda ensesinde boza pişiren güneş tam bir sınavdı onun için. 

     O keyifli turda bisikleti özlediğimi fark ettim.

     Sonraki birkaç hafta içinde bir fırsatını bulup Soma-Bergama-Çandarlı-Denizköy(Sahilden)-Dikili-Bergama-Soma turu yaptım. Bir günde iki yüz kilometre iyi geldi. Bisiklete doydum.  Karantinada paslanmamış olmama sevindim. Bu arada içimdeki yazma isteği de nüksetti. Bisiklet yolculukları konusu açıldığında sorulan soruların yanıtların toplamı olacak bir yazı düşündüm. Kalemi elime alıp sıcağı sıcağına yazmaya koyuldum. Gün doğumunda Soma’dan ayrılış, Kınık ovası, Bergama şehir geçişindeki curcuna, Çandarlı önlerindeki ayçiçeği tarlaları, püfür püfür esen rüzgâr, deniz!

   Yedi bin sözcük yazınca, ki bir o kadar daha yazmayı planlıyordum, soluğum kesildi. Çandarlı’daki kahvaltı masasını anlattığım cümlelerde kalakaldım. Neden mi? 

     Ahmet Büke’yi duymuşsundur. İyi bir öykücü,  başarılı bir yazar. Çocuk kitapları da var. Bu ara deyim yerinde ise deli gibi denizcilik kitapları okuyor. Sayfasında da paylaşıyor. Bu paylaşıma kısa notlar da ekliyor. Ben de o notların izini sürüp sözü edilen kitaplardan birini aldım. Yere göğe sığmayan bu kitabın adı “Kon Tiki”ydi. Özetle, “Pasifik Okyanusunda 101 gün süren olağanüstü bir yolculuğun hikâyesi… Norveçli antropolog ThorHeyerdahl, Polinezya Adalarına yerleşen ilk insanların efsanevi kahraman Kon-Tiki önderliğinde okyanusu geçerek Peru’dan geldiğine inanıyordu. Yazar, o dönemde böyle bir yolculuğun imkânsız olduğunu söyleyenlere karşı tezini kanıtlamak için 1947 yılında balsa ağacı kütüklerinden yaptığı ve Kon-Tiki adını verdiği ilkel bir salla, beş arkadaşıyla birlikte yola çıktı. Öfkeli fırtınalar, balinalar, köpekbalıkları ve diğer pek çok tehlikenin eşlik ettiği bu macera üç ay sonra Raroia mercan adasında başarıyla son buldu.”

     Bilirsin ki arka kapak yazıları genelde şişirme olur. Orada okuru çekmek için türlü söz oyunları da yapılır. Ancak bu kitap için yukarıdaki cümleler az bile. Anlatımı, betimlemeleri, öne çıkarılan sahneler… İnan ki okurken balığa, denize, güneşe doydum. Dahası dünyamın genişlediğini hissettim. İçimdeki keşif duyguları kabardı. Hal böyle olunca bu yöndeki diğer kitapların da peşine düştüm. Şu anda da elimde öylesi bir eser var.

     O satırları okudukça, o mücadeleci insanları tanıdıkça iki yüz kilometrelik bisiklet turum küçüldü gözümde. “Karada gitmeye ne var?” diye düşündüm. Az önce yazdığım gibi şu anda Çandarlı’daki kahvaltı masasında oturuyorum. Deniz kitaplarından sonra o masadan kalkmak içimden gelmiyor. Yazıyı soranlara da ayrıntıya girmeden, “Bir günde gittiğim yolu iki aydır yazamıyorum.” diyorum.

    Bisikletten başladık ya devam edelim. Küçük oğlumla da kaç yıldır planladığımız tura çıktık bu yaz.

     İçimizin içimize sığmadığı günlerin ardından bir sabah beş buçukta listemizdeki eşyalara artı koymaya başladık. Çadır, terlik, palet, mayo…  Hepsi tamam olunca da serin bir temmuz sabahında Dikili’ye doğru yola koyulduk. Uçmayı yeni öğrenmiş yavrusu ile yola çıkmış bir göçmen kuş gibi temkinli bir halde ilerleyip Dikili’ye vardık. Sekizinci sınıfa geçen oğlumuz için çok öğretici bir tur oldu bu. Çadır hayatı, deniz, bisikletin özgürleştirici etkisi…

     Dönüş yolundaki sert rüzgârla o denizciler gibi boğuştuk. Biraz da bu yüzden yolu ikiye bölüp Bergama’da işletmecisini daha önceden tanıdığımız bir pansiyona sığındık. Kaleyi gören güzel bir mekândı burası. Yıllanmış bir evden dönüştürülmüştü. Odaların arka tarafındaki eski avlu yeni bir bahçe olarak düzenlenmişti. Köşesinde de kahvaltı salonu vardı. Girişteki küçük alan da taş döşeli orijinal hali ile korumuştu.

     O akşam pansiyon sahibinin bizi gülmekten kırıp geçirmesi ve diğer misafirlerle kaynaşmamız güzel bir anı olarak eklendi yolculuğumuza. Gündüzki rüzgâr da bahçeyi süsleyen fıstık çamlarında uğuldayıp durdu, yarın ki yolculuğu hatırlattı bize.

    O sabah sıcağa kalmamak için pansiyon kahvaltısını beklemeden çıktık. Hemen o yakınlardaki bir mekânda aldık soluğu. Hem bir şeyler atıştırmak hem de oğlumun yıllanmış bir esnafla tanışmasını sağlamak istiyordum. Daha önceki gelişlerimde de uğradığım bir yerdi burası. Sahibini en az on yıldır tanıyordum.

     O eski uğrayışlarımdan birinde mekân sahibi, Bergama’ya ilk bisikleti kendisinin getirdiğini, cadden aşağı salınırken ceketinin nasıl havalandığını, insanların ona hayranlıkla nasıl baktığını anlatmıştı. 

     Bu sabah bir tuhaflık vardı onda. Görmeyeli çökmüş gibiydi. Hafızası da gidip geliyordu sanki. Müşterilere oranın çalışanıymış gibi davranıyordu. Hemen girişteki masada kızları ve eşi ile oturan adama bir şeyler buyuruyordu. Ne yalan söyleyeyim o müşteriyi öyle koşarken görünce ben çalışan sandım. Adam da yazık, ‘Ben de müşteriyim.” deyip kaş göz yapınca durumu anladım.

     Avuç içi kadar bir dükkândı burası. Kazanda kaynayan taze süt, birkaç kalıp peynir, bir kova bal, kaymak ve zeytinden oluşan bir sermayesi vardı.

     Oğlumla bir masaya ilişip biz de kadroya dahil olduk. Çatal kaşığımızı aldık, süt doldurduk, yeni gelenlere yer gösterdik.

     Doksanına merdiven dayadığını düşündüğüm bu adam, insanlık abidesi gibiydi. Evdekileri atlatıp sabahın köründe dükkânı açmış gibi bir hali vardı. Çok da mutlu görünüyordu. O anda elindeki işten başka hiçbir şey düşünmüyordu. Gücünü de buradan alıyordu sanki. İçindeki çalışma azmi olmasa emindim ki olduğu yere yığılırdı. Ayaklarına, ellerine söz dinletebilmek için epey çaba harcıyordu. 

    O serin sabahta yumurtamı yerken, ekmeğimin üzerine kaymakla balı sürerken, kazandan kendime süt doldururken hep onu izledim. Ayaklarını sürüyerek masalara servis yapmasını, titreyen elleri ile peynir kesmesini, altın sarısı balı kaşıktan süzmesini…

     Nihayet bu seyirlik kahvaltı bitince kalktık. Hesabı öderken gözleri oğlumun üzerinde durunca, “Oğlum,” dedim “Bisiklet turuna çıktık.”

    Kısa bir duraklama yaşadı. Sonra bakışlarını bana çevirip, “Dükkânı kime bıraktın?” dedi.

    “Dükkânım yok.” dedim. “Okul da kapalı.”

    Öylece kaldı.

    Sonradan bu yanıtımı hiç beğenmedim. Şimdi olsa, “Dükkânı eşime bıraktım.” derdim. “Öyle herkese dükkân mı emanet edilir?”

     Başka bir şey konuşmadık galiba. Parayı verip çıktık. Bisikletleri toparlarken az önceki diyalog taze bir kurşun yarası gibi etkisini göstermeye başladı.  “Dükkânı kime bıraktın?”

     Sorunun sahibinin ceketini havalandırıp caddeden aşağı bisikletle salınan o eski haline gitti aklım. Doksan yıllık bir ömrün avuç içi kadar dükkânda tüketildiğini düşündüm. Duygular bir sağanak gibi doldu gözlerime. Boğazımın düğümü çözüldü. Pedallarımıza yüklenirken ona son bir kez daha bakıp kaskımı öne eğdim.

     Ya işte böyle Sevgili Münire. Türkiye’ye geldiğiniz bir gün sizi de o kahvaltı mekânına götürmek isterim. Eminim ki o insanlık abidesi size de anlatacak bir hikâye bulur. Yeter ki günü eksilmesin penceresinden.

Elliot’a da çok çok selamlar Sevgili Münire. Sağlıcakla kalın.

Özlem YILDIZ, Ekim 2020-Soma

Xxx

Sevgili Özlem Hocam,

Oğlunuzla bisiklet gezilerinizi okumak çok iyi geldi. Paylaştığınız için teşekkür ederim.Çok sevdiğim, özlediğim yerlerde zaman geçirmişsiniz. İnsanın sevdiklerini başkalarının da seviyor olduğunu bilmek güzel şey. Önümüzdeki yaz, mektupta sözünüettiğiniz kahvaltı mekânına gitmeyi Elliot da ben de çok isteriz. Dükkân sahibi amca gene sorarsa “Dükkânı ne yaptınız?” diye, “Sizin dükkân kadar güzel değildi bizimki. Kapattık, sana geldik.” deriz. J

Ben de size, biz buralarda neler yaptık korona günlerinde, biraz ondan bahsedeyim.

Hem Elliot hem ben yazın çalışmaya devam ettik. Pek tatil yapamadık yani. Ben hala uzaktan çalışıyorum. Elliot ise hybrid-flex denen tarzda ders veriyor. Yani öğrencilerin bir kısmı sınıfta, bir kısmı bilgisayar ekranında. Bütün öğrenciler, öğretmenler ve çalışanlar tek tek belli aralıklarlaKovid testi oluyor ki virüs gelip kampüse kamp kurmasın. Elliot’in okulu bir bağış sayesinde Kovid testlerini bir laboratuvarla anlaşarak kendisi üretti. Testler %90 üzerinde doğru sonuç veriyor ve ücretsiz uygulanıyor. Kampüste de her türlü önlem alındı. Maskeler dağıtıldı, kişi sayısına göresınıflar ayarlandı, yemekhanede hangi masaya kaç kişi oturacak, isim isim belirlendi. Binalarda koridorların hepsi tek yön haline getirildi ki kimse burun buruna gelmesin derse giderken. Vaka çıkarsa ve/veya vaka sayısı çok artarsa diye karantina binaları belirlendi; kriz planları yapıldı. Özetle gerçekten çok başarılı bir sistem kuruldu. Kasımayının son haftası derslerin de son haftası olarak belirlendi. Şükran Günü tatili için öğrenciler evlerine gidecekler, final sınavları uzaktan yapılacak ve ikinci döneme kadar hiç kimse kampüse dönmeyecek.

Benim okulum Elliot’in okulundan çok daha kalabalık bir okul. Bu sebepten benzeri titizlikle ve herkesin onayladığı bir Kovid Kurallar Kitabı ortaya çıkarılamadı. Eğitime bazı bölümler hybrid-flex, bazıları yüz yüze, bazıları ise tamamen uzaktan devam etme kararı aldı. Bazı bölümler ise kararı öğretmenlere bıraktı. Binalarda ve ofislerde hangi günler, hangi katlarda kaç kişi olacağı belirlendi. Belirttiğimiz günler dışında ofislerimize girmemiz yasaklandı. Kütüphaneyi ise randevu ile kullanabiliyoruz. Kronik rahatsızlıkları olan öğrenci, öğretmen ve diğer çalışanlara da tabii seçme hakkı tanındı. Teknolojik imkânları olmayan öğrencilere okul bilgisayar, telefon ve internet erişimi sağladı. Kampüse dönen öğrencilere maskeler dağıtıldı. Kurallara uymayan öğrenciler – ne yazık ki virüsü bir miktar yaydıktan sonra – kampüsten uzaklaştırıldılar. Bir üniversite öğrencisi için gerçekten de en büyük cezalardan biri kampüsten mahrum kalmak.

“İnsanlarınsokakları terk etmesi sonucu doğanın şehirlere inmesi” temalı gazete ve sosyal medya haberlerini görmüşsünüzdür belki. Zaten doğadan pek de uzak olmayan kasabamız Korona ile birlikte doğayla daha da iç içe geçti. Yaz boyu hemen hemen her akşamüzeri Elliot’la uzun yürüyüşlere ya da kısa araba gezilerine çıktık. Yürüyüşlerimizde, çoğunlukla evlerin bahçelerin de gördüğümüz yabani tavşanları saydık. (Ulaştığımız en yüksek rakam 33) Hayatımda ilk defa bu yaz bu kadar yakından tilki, geyik ve kokarca gördüm. Kokarca da bizi gördü ne yazık ki. Korkudan salgıladığı koku nedeniyle ölüyoruz sandık. Çizgi filmden tanıdığımız Pepe’nin aynısıydı ama onun gibi romantik değildi bu kokarca kardeş.

            Yürüyüşlerimiz sırasında bazen de Elliot’in Illinois’da yasayan, 96 yaşındaki anneannesi Ellen’i aradık. Ona bilgisayarlarımız üzerinden nasıl ders yaptığımızı anlattığımızda çok tuhafına gitti. “Anladım, ama gene de bu fikre tam olarak alışamıyorum.” dedi. “Sen nasılsın?” diye her sorduğumuzda, “Artık gitmek istiyorum.” diye cevap verdi. Ellen ve 2017’de kaybettiği eşi, dedemiz Ralph ile tanışana kadar hiç düşünmemiştim uzun yaşamak üzerine. Her ikisi de doksanlı yaşlarda olduklarından değil. Sevdiğimiz insanların hayatımızda olması nasıl “uzun” gelebilir ki? Örneğin, dedem çok erken gitti ve “erken” derken yaşını hiç düşünmedim bugüne dek. Ama Ellen da Ralph da yeterince yaşadıklarına, göreceklerini gördüklerine kanaat getirdiler. Dünyaya, hayatlarındaki insanlara teşekkürlerini ve şükürlerini sunup bir nevi gidecekleri zamanları kendileri seçtiler. 7 yaşından beri tanıdığı, arkadaş ve aşık olduğu Ralph’i çok özlemişti Ellen. Eylül ayı başında aramızdan ayrıldığında Ralph ile kavuştuklarını düşündüm ama gidişi gene de “erken” ve haksızlık gibi geldi.

            Illinois bize çok uzak olduğundan normalde Ellen’i ziyarete hep uçakla giderdik. Cenaze için ne yazık ki uçakla gitmemiz söz konusu değildi.Çünkü Kovid-19 vaka sayısı birçok ülkede olduğu gibi Amerika’da da oldukça fazla. Üstelik yaptırımlar ve kurallar bütün eyaletlerde aynı tutarlılıkta değil. Daha güvende olmak adına arabayla gitmeyi tercih ettik. Elliot, babası ve ben birlikte seyahat ettik. Pandemi nedeniyle öğrenci sayısı düşünce ve kampüste yasam durunca üniversiteler ekonomik olarak çoksarsıldılar. Birçok insan – arkadaşlarımız – işlerini kaybettiler. Hal böyle olunca bizim yerimize derslere girecek öğretmen bulmakta ve kaçıracağımız dersler için bir telafi programı hazırlamakta zorlandık. Sonuç olarak bütün derslerimizi iptal edemedik. Yolda zaman zaman parklarda ya da tenha piknik alanlarında “ders molaları” verdik. Zoom üzerinden yaptığımız dersler için yanımıza ikişer tane bilgisayar ve mobil internet modemi aldık. Hiç durmadan gitsek 14- 15 saat kadar sürecek yolu biz yaklaşık 30 saatte aldık. Gece de annesinin durumunun ağırlaştığını duyunca bizden önce yola çıkmış ve Illinois’a çoktan varmış olan Elliot’in annesinin ayarladığı temiz ve güvenli bir yerde konakladık.

Beni her ders başka bir mekânda gören öğrencilerim çok şaşırdılar. Durumu anlatınca, büyük bir olgunlukla destek oldular bana. Nasıl olduğumuzu, hem fiziksel hem duygusal durumumuzu, yolculuğun nasıl geçtiğini sordular; baş sağlığı mesajları attılar. Oldukça tuhaf şartlar altında ve mutlu olmayan bir sebepten yolculuk ederken öğrencilerimin desteğini almak bana çok iyi geldi. Derslere devam etmek de iyi geldi açıkçası. Kendi bulunduğumuz endişeli durumdan uzaklaşmamı, başkaları için bir şeyler yapabilmemi, aynı zamanda Anneanne Ellen’ı başka ülkelerden genç insanlara anlatabilmemi sağladı Ellen’ın fikrine alışamadığı bu tuhaf Zoom dersleri.

Orta-Batı Amerika’nın dümdüz ve Kanada’ya kadar uzanıyormuşçasına geniş,sararmış mısırtarlaları arasından bir yılan gibi kıvrılarak giden pürüzsüz asfaltyolları,geceleri gözkırpan dev rüzgâr tribünleri, ıpıssız, hiç beklenmedik yerlerde birdenbire beliriveren benzin istasyonları ya da bakkallar sadece filmlerde gördüğüm şeylerdi. Filmlerde gördüğüm için de Amerika eskilerde öyleydi sanmışım meğer. 1970’lerde değil de 2020’de olduğumun en büyük kanıtı çiftlik evlerinin son derece bakımlı, yemyeşil bahçelerinde ya da kamyonetlerin kasalarında dalgalanan dev Trump bayrakları oldu. Illinois’a doğru yolda olduğumuzun haberini alan bir arkadaşımın mesajı geldi: Yolunuz üzerindeki bazı bölgelerde maske ve sosyal mesafe zorunluluğu yok. Kendinize dikkat edin.

Biz yolumuz üzerindeki tüm kasabaları, şehirleri zombiler ele geçirmişçesine doldurmuştuk arabamızı yiyecek ve içeceklerle. Böylece hiçbir yerden yemek almak zorunda kalmayacaktık. Ama ne yazık ki suyumuz tahminimizden erken bitti ve yolumuz da daha uzundu. Eşim Elliot Zoom dersinde olduğu için bu zor görev eşimin babası Stephen ve bana düştü. Ben sarınıp sarmalanıp fazla kalabalık olmayan bir mini markete girdim su almak üzere. Girmişken ekmek de alayım dedim ama bir türlü bulamadım. Rafların arasında telaşla bakınmaya başladım- bu maskesiz gezme ihtimali olan zombiler bakkalında uzun süre kalmaya hiç niyetim yoktu. Mavi ameliyat maskem, camları buhar yapmış gözlüğüm, turuncu kedi kulaklı şapkam ve uzun atkımla biraz hayduta biraz da mumyaya benziyordum. Bu görüntüm ve sincapvari hızlı gezinmelerim ve ani duruvermelerim sayesinde dikkat çekmem uzun sürmedi. En iyisi ben durumumu herkese ilan edeyim diye karar verdim: Ekmek arıyorum da ben. Var mı acaba burada? Konuşabildiğimi görenlerin gözlerinde sanki bir rahatlama ifadesi belirdi; “Oh neyse insanmış.” dercesine. Çalışanlardan biri işaret etti ekmeğin yerini. Müşterilerden birisi de “Bak çocuğum,” dedi, “şu arkadaki rafta başka ekmekler de var.” Seçtim bir paket dilimlenmiş tost ekmeği. Kasada ödemeyi yaptıktan sonra da alışverişimde emeği geçen herkese teşekkür ederek marketten çıktım. Marketin hemen önünde beni bekleyen arabaya atladım. Stephen Babam sanki peşimizde “aynasızlar” varmış gibi hızla sürdü arabayı. “Nasıldı?” diye sordu sanki ömrümüzde ilk kez market alış verişine gitmişiz gibi. “Görev başarıyla tamamlandı.” dedim. Güldük.

Ailecek iki – üç gün geçirdik Illinois’da. Anneannemiz kovid-19 nedeniyle kaybetmedi hayatını. Ama gene de cenaze ya da anma töreni yapmamıza izin verilmedi. Ellen’ı, Ralph dedeye olan aşkını, yaratıcı ve esprili kişiliğini, cinsiyet, ırk ve din eşitliği için Ralp’la birlikte yürüttüğü çalışmalarını ve hepimizi ayrı ayrı ne kadar da çok sevdiğini birbirimize anlattık durduk Illinois’da geçirdiğimiz bu birkaç gün boyunca ve eve dönüş yolunda. Ellen’in küçükken yaramaz bir çocuk olduğunu, kuzenleri ve kardeşleriyle kurduğu yakın ilişkilerini, düğünümde onun gelinliğini giydiğim için ne kadar mutlu olduğunu, yazdığı mektupları ve tuttuğu günlükleri hep bu sohbetler sırasında öğrendim.

Geçen gün kendi günlüğümü karıştırırken Korona günlerinden önce Ellen’ı son ziyaret ettiğimizde bize anlattığı hikayelere rast geldim – iyi ki de yazmışım. Bu hikayelerden birinde Ralp ile balayını anlatmış bize. İlk kez uçağa binmişler ve balayına New York yakınlarında bir yere gitmişler. Ne yazık ki daha gider gitmez ikisi birden çok şiddetli bir gribe yakalanmışlar. Önce çok üzülmüşler balayımız rezil oldu diye. Sonra da o güne kadar çeşitli sebeplerden birbirinden çok ayrı düşmüş bu genç çift,sağlıklı ve ayrıayrı olmaktansa hasta ve bir arada olmanın daha iyi olduğuna karar vermiş. Günlüğüme bakılırsa ben bu düşüncelerini hem bilgece hem de romantik bulmuşum.

Geçtiğimiz Mart ayından beri Ralph ve Ellen’ınkinin tam tersi kararlar vermek zorunda kaldığımızı düşününce şartların fikirlerimi kısa zamanda ne kadar da değiştirdiğine buruk buruk gülümsedim. Pandemi sürecince birbirimizin sağlığını tehlikeye atmaktansa ayrı ayrı olalım, dedik çoğumuz. Bilim insanları Özlem Türe ve Uğur Sahin sayesinde simdi bu zor kararlar da tarih olmak üzere. Bakalım seneye bu zamanlar günlüğümü gene okursam ne düşünüyor olacağım…

Görüşmek üzere! J

Münire Bozdemir

ABD,Kasım 2020

***

BU YAZILARDA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın