Deneme

Newe York – Soma Mektuplaşması/ Özlem Yıldız

Sevgili Münire,

     Yaz geldi, geçti. Epeydir bir şey okumadım. Büyük ihtimal bu sebeple bir şey de yazamadım. “Uzun Lafın Kısası” serisi yetmiş beşlerde kaldı. O hızla yüzü bulurum sanmıştım. Demek ki durdu mu duruyor insan. Şimdilerde yeniden bir hareketlilik var içimde. Bu mektup da öylesi bir çabanın ürünü olacak eğer bitirebilirsem.

     Sözün akışına kapılıp gitmeden Türkiye’ye gelişinizde bize de vakit ayırdığınız için bir kez daha teşekkür ederim. Bahçenizde içtiğimiz çaylar, közde mısırlar; Ali Ağabeylerdeki akşamüzeri sohbeti çok güzeldi.

     Yine de tüm davetlere yanıt veremediğiniz olmuştur mutlaka. Fatma Hocam da sizi görmeyi çok istemişti. Bergama’daki kahvaltıcı da kaldı mesela. Eminim sizdeki liste daha da uzundur. Kahvaltıcı konusunda içiniz rahat olsun. Geçen gün Kozak’a giderken gördüm. Yine elinde bir tepsi servis yapıyordu masalara. Ne diyelim, bir dahaki gelişinize artık.

     Hani insan yoğun geçen tatillerin ardından yorgunlukla evine döner ya sizde de öyle olacaktı aslında. Yorgunluğunuzu kısa sürede unutacak, anıların güzelliği ile teselli bulacaktınız. Ülkemizin ciğerlerini küle çeviren orman yangınları tatil yorgunluğunuza tarifsiz bir üzüntü de ekledi. Türkiye’den ayrılırken bir iki cümleye sığdırıp sosyal medyadaki sayfanda paylaştığın cümleler içimizi sızlattı. Sonra sizi düşündük. Ne kadar zor gelmiştir o küllerin üzerinden uçup gitmek.

     Bu gibi durumlarda söylenmesi adet olmuş bir söz var: Hayat devam ediyor.

    Bizler burada o havadayız aslında. İnsanlar yanan ormanlardan uç veren filizleri, yangından kurtarılan yavruları, toprağı çatlatan tohumları paylaşıyorlar sayfalarında.

     O küllerin içinden uçup gittikten sonra paylaştığın “Hâlâ Arkadaş Mıyız?” yazısını da bu çerçevede okudum. Masal kuşları da küllerinden doğmuyor mu zaten? Ülkemizde iyiliği içine sarıp sarmalayan, bunca kötülüğe rağmen onu korumak için çırpınan her insan bir Anka kuşu değil mi aslında? Kimi de ne yazık ki içindeki iyiliklerle yakılıp kül edilmemiş mi?

     Birkaç gündür youtube’de “Ara’lı Yorum” diye bir program izliyorum. Ara Güler’in öğrencisi, bir bakıma yaveri olmuş Fatih Arslan. Ustası ile “Merhaba”sı olan kişilerin izini sürüp konuşmuş onlarla. Çoğu konuk, ev sahipliği de yapıyor programa. Çekimler de çok güzel. Belgesel tadında. Kısa bir sessizlik olsa imdada fotoğraflar yetişiyor. Yıllar geriye sarılıyor siyah beyaz fotoğraflarda.

     Orada izlediğim konuklardan biri de Zülfü Livaneli’ydi. Livaneli başlı başına bir olay zaten. Yaşar Kemal’i bile her gün arar, konuşurmuş. Ben annemi dahi o sıklıkla arayamıyorum. (Hoş, ARA uzarsa -sağ olsun- o arıyor.)

     Livaneli, sohbetin samimiyetine güvendiği bir anda, “Hiçbir yerde söylemediğim bir şeyi söyleyeyim sana.” dedi.

     Bir gün Ara Güler’le Boğaz’da balık yiyorlarmış. Söz dönüp dolaşıp içlerindeki iyiliklerle, doğruluklarla öldürülen insanlara gelmiş. Saymakla bitmeyen isimlerden sonra arkadaşına bakmış Ara Güler. “Siyaseti bırakmasaydın seni de benzer bir son bekliyordu.” gibisinden birkaç cümle söylemiş.

     Zülfü Livaneli, siyaseti bıraktı belki, ancak okumaya yazmaya devam ediyor. Bizim kuşak onu şarkıları ile tanımıştı. Şimdikiler kitapları ile tanıyor.

     Sunay Akın, bir programında seksen sonrası dönemde Livaneli şarkılarının gençler için bir terapi gibi işe yaradığını söylemişti. Farklı şarkılar, farklı insanlar, farklı yaralar…

     İlginçtir ben de hayatımın acılı bir döneminde onun “İstanbul’u Dinliyorum” şarkısında kendimi bulmuştum. Tabii bu etkide Orhan Veli’nin dizelerinin de payı vardır mutlaka.

     Dönelim geciken mektubuma…

     “Yaşamak için ayağa kalkmamışken yazmak için oturmak niye?”

     Çok sert bir söz. Duyduğumda epey etkilenmiştim. Söz ezberlemek gibi bir âdetim yok, ama bunu unutamadım. Aslında aynı zamanda çok iyi bir yazmama bahanesi. Bu yüzden okumadan, yazmadan geçen günlerime çok yanmadım.

     Az çok biliyorsun. Kış boyu Civan’ın sınav telaşını ta içimizde yaşadık. Yazın memleketi boydan boya geçip Saimelerin Elazığ’daki köyüne gittik. Geçtiğimiz yıl annelerini kaybeden yeğenlerine teselli vermeye çalıştık. Kapadokya’da olduğu gibi orada da ortamın bir ilginçliği var. Akşamüzeri derin bir sessizlik kaplıyor her yanı. Gök daha bir kızıl, yıldızlar el mesafesinde. Mezarlıktan yükselen hıçkırıklar bir türküye söz oluyor sanki: Göklere erişti feryadım ahım…

     Sonra yine Soma…

     Ağustosta bir gün Fatma Hocamların bağında, hayatımızda ilk kez üzüm kestik. Onlar bizim çalışkanlığımıza şaşırırken, biz de bin bir emekle yetiştirilen üzüm salkımları ile büyülendik. “Her güzellik içinde içten bir çaba saklar” dizem de sanki o salkımların arasında bir yerlere gizlenmişti.

     Ve Soma’nın deniz penceresi Dikili.

     Uzun kapanmaların ardından bir nefes molası gibiydi o buğulu pencere. Ak köpüklü dalgalarla boğuştuğumuz günün ardından ucu ucuna yetiştiğimiz bir konser alanındaydık.

     Selda Bağcan gelmişti Festival’e. Konser öncesi Nebil Özgentürk konuştu biraz. Onun ardından “Selda” belgeseli gösterildi dev ekranda. Siyah beyaz resimler, efsane şarkılardan tadımlık melodiler, deneyim kokulu konuşmalar…

     Ekin ve Civan da merakla izlediler belgeseli. Selda Bağcan’ı annelerinden de biliyorlardı aslında. Otomobille giderken yol sıkıcılaşırsa şarkı, türkü söylediğimiz olur. Saime, “Karanlık bir gece yol görünmüyor.” diye başlar türküye. Arkası gelir.

     Ekin, on yılları kapsayan belgeseli izleyince lise sonda olmanın, hayatı fark etmenin heyecanı ile “Hiç mi bir şey değişmez?” benzeri bir söz söyledi. Sonra zaten konser başladı. Yaşayan Efsane Selda Bağcan tam karşımızdaydı. Tarihe tanıklık eder gibiydik. Yıllanmış türküler daha bir çarptı bizi o akşam.

     Ondan birkaç gün sonraydı.

     Bu kez özel olarak Manga konseri için gittik Dikili’ye. Çocuklar dört beş yaşındayken bu grubun şarkılarını ezbere okurlardı bize. Konser bir bakıma onların yakın çocukluklarına çakılan bir selam gibiydi. Benim için de farklı bir merak konusuydu o akşam. Solist Ferman Akgül’ü “Şarkılar Bizi Söyler” programında, Barış Manço gecesinde izlemiştim. Oradaki mahcubiyeti, türküleri iliklerine kadar hissedip söylemesi büyülemişti beni.

     Dikili’de o akşam bambaşka bir Ferman Akgül vardı. Rock müziğinin enerjisi deprem etkisi yapmıştı ortamda. Eski şarkılar, yeni şarkılar; gitar, davul, söz!

    Gençler çıldırdı adeta. Ben de kolumu kaldırdım ortama uymak için. Yumruk yumruk salladım. Çünkü yaş ortalaması çok yüksek olanlar sandalyesini alıp kaçmıştı. Ben direndim tabii. Civan’ı yalnız bırakmak istemedim. Büfeden (boş) bira kassası yürütüp yirmi santim ekledim boyumuza. En son arkamdaki izleyiciler çığlık atacak seslerinin kalmadığından yakınıyorlardı. Hani bir ağacı silkelersiniz de meyveleri düşer ya Manga da o akşam gençleri öyle silkeledi. Enerjilerini, güçlerini cümle âleme gösterdi. Ben de canlı olarak sanatın ne kadar güçlü ve etkileyici olabileceğini görmüş oldum.

     Dün yine Dikili’deydik.

     Önceki gün Ali Ağabeyleri Almanya’dan kadim dostlarının yanına bırakmıştım. Dün de tekne turu için sözleşmiştik.

     Serin sabahta, sokak köpekleri liman kaldırımında boylu boyunca yatarken teknedeki yerimizi almıştık. Daha kıyıdan açılırken havamız değişti. Kaptan da az değildi hani. İlk şarkı Sıla’dan “Kafa Nereye Biz Oraya” diye başladı. Cemile Ablanın Çantası da boş değildi. “Nevale” sağlamdı. Üzümler, börekler, şifalı sular… Birbirinden değerli koylarda yüzmekten, ikinci kattan atlamaya doyamayan Civan’ı kollamaktan fırsat buldukça Cemile Ablanın yanında aldım soluğu. Nesrin Hanımla, Şinasi Beyle konuştum. Bir ara pistte bulduk kendimizi. Saime ile epey oynadık. Ekin pek yüzmese de dedesi ile yarım kalan muhabbeti kafasında tamamlamak için (aynı zamanda dedesinin sınıf arkadaşı olan) Ali Ağabeyden kasaba lakaplarının tam listesini aldı.

     Üç farklı kuşak için çok özel bir gün oldu bu buluşma. Senden de bahsettik. “Münire Fotoğraf istiyor.” deyince gülümsemesini eksik etmedi hiç kimse. Bu yüzden fotoğraflarda payın var, diyebilirim.

     Ne yalan söyleyeyim. Daha önce de tekne turuna çıkmıştık ya bu kez daha bir iyi geldi bize o mavilikler. Düşündürdü de. Denizler bu kadar sonsuzken insanların nasıl da küçük dünyalara hapsolmaya zorlandığını, daha doğrusu buna inandırıldığını konuştuk Şinasi Ağabeyle. Gün batarken yeniden karadaydık.

     Bugün de sabah Civan’ı Bergama’da yatılı okuluna bırakınca Dikili’den Ali Ağabeyleri alıp Akhisar’a getirdim. Yol boyu da gâh kendimizi gâh birbirimizi dinledik.

     İşte böyle Sevgili Münire. Acısı ile tatlısı ile geçen aylarda iyilikleri çoğaltmaya çalıştığımız günler yaşadık. Yaşamaya da devam ediyoruz. Değilse yazmaya nasıl yüzümüz olacak? 

Sağlıcakla kalın. Elliot’a selamlar.

Özlem YILDIZ

Eylül 2021

Soma

***

BU YAZILARDA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın