Kozasını yırtan kelebek
Ayaklarının altında kaynayan toprağın yükselen çığlığı, esneyen dünyanın ağırlığı devriliverdi üstüne. Sevinç, saçlarını taramaya fırsat bulamamıştı, mutluluk ipek yaygısını usulca çekip aldı. Yaraları çıplak kaldı, yüreği sessizce devriliverdi. Her ruhsuz darbenin gelişi kıvranıp yığılmasına neden oluyordu. Zamandan kopuş; ayazda solan çiçek, suyun çekilmesi, kapanan kapılar, hangisiydi gidip gelmelerin içinde?
Ağaçlar kuşlarıyla birlikte yere indiğini gördü. Kıştı, kar üşütüyordu dudaklarını. Elleriyle yaprakları tutmaya yeltenirken tüm kuşlar havalandı. Ağacın dalında ilerleyen tırtılın gülümsemesiyle gözlerini kırpıştırdı. Ne demek istediğini anlamaya çalıştı.
Bir vadide ilerliyormuş gibi gövdesini hafifçe kımıldattı. “Evet “ dedi donan dudaklarıyla “Evet… Tırtıl kelebek olup uçacak. Ama kelebeğin ömrü kısaymış. Olsun özgürce uçmak ‘an’ da olsa özgürlük. Tatmaya değer. Belki sonradan kuş olabilirim” dedi külçe gibi yığılan benliğiyle.
Odanın köşesine sıkışan gövdesini tekrar hareketlendirmeye çalıştı. Her yerleri acının bakırlaşan donukluğuyla kas katıydı. Ne zamandan kalma bir uyku haliydi ki, her bir yerleri sudan kalan ağaç gibi yosun bağlamıştı. Neredeydi. Işık gözlerini yakınca aslına dönmek için gayretini heveslendirdi. “Bedenimin sahibi benim, onu kimseye satmadım.” dedi bulanık bilinciyle. Biraz daha düşünmeye çalıştı. Tekrar tırtılı gördü. Tırtıl dizinin dibinde kendisine bakıyordu. Ovuşturdu gözlerini. Işık gözlerini kamaştırdı. Usulca ellerini açtı, yüzünü yokladı. Öylece kaldı. Önceden okuduğu bir romanın kapağını titreyen elleriyle araladı, ilk sayfasına giriverdi. Hani sevgi sözcükleriyle başlayan ilk buluşma, işte oradaydı. Sevgilisi önünde diz çökmüş, “Benimle evlenir misin bebeğim…” demişti. Gülümsedi. Güzel bir sahnedeydi. Diğer sayfalara gidemedi. Sahne sarsıldı, sarsıldı ve çatırdayarak çökmeye başladı. İrkildi. Çünkü o sahneden kendisi şarkı söylüyordu. Hem de bir aşk şarkısıydı. Ses kesildi, yuvarlandı, bütün tavan üstüne çöktü. Bağırdı bağırdı, sesi duyulmadı. İrkildi, gözlerini açtı, tekrar kapattı.
Kafasını kollarıyla korumaya alsa da yağmur gibi darbeler iniyordu. Şimdi durur sağanak derken, derin uykuya daldı. Kaç defa uyandı hatırlayamadı. Çünkü sağanak devam ediyordu. Gök gürlüyor, şimşekler durmadan çakıyordu. Kuş oluyor, sürüngen oluyor, olmadı der gibi yeniden başlıyordu. Kaplan olup saldıracakken güneş batıyor, karanlık çöküyor ve zifiri karanlık. Elleri, kolları istemsizce savruluyor.
Ağaçlar yapraklarını dökmüş, diz boyu kar her tarafta güneşten yansıyan ışık kristal gibi parlıyor. Kalktı, kardan koştu, koştu… Var gücüyle karın üstüne attı kendini. Güzel bir dirençle ayağa kalktı. Bayır aşağı sevinç çığlıkları atarak koştu. Kar, yaralı kuşları da yanına almıştı. Birlikte koşuyorlar. Bir kayaya ayağı takılınca acıyla silkindi. Odanın köşesinde, ılık bir acı bedeninden akarsu gibi akıp gitti. Gözlerini açmaya çalıştı. Yangını sönmüş, ışığı kısılmış gözler açılmamak için direniyordu sanki… Ellerine baktı, çamura bulanmış gibi gördü. Çamur, ne zaman çamura düştüm diye olanları hatırlamaya çalıştı. Zorladı, zorladı hafızasını, “evet ya” dedi, “evet! bebeğim” dediği zamanı hatırladı. İşte o zaman çamur deryasına adım attığını hatırladı. “eveeeeet..” demişti çocuksu bir sevinçle. Derin bir ahhh!..çekti. Sonra “ Lanet olsun o günüme, bin kere, milyon kere lanet olsun…” dedi dişlerini sıkarak. Dişleri, ne olmuştu dişlerine. Tükürdü. Ağzında taşlar dökülmeye başladı. Kustu, kustu…. Bilinmez bir zamanda yürüyüp gitti… Tekrar kalkmaya yeltendi. Olmadı, olmadı… Rüzgâr sert esiyordu, üşüdü, titredi, kuralsız esnedi, sahipsiz bir eşya gibi tekrar yığıldı köşesine. İçi sönmüştü, çölde koşarken ayaklarının yangısıyla tekrar sıçradı. Çok susamıştı. Bir bardak su güç verecekti. Neden su getirecek kimseler yoktu.
Rengi kaybolmuş elbisesinin eteklerini topladı. Zamanın dedikodusunu dinledi uzun uzadıya. Çocukluğunu, gençliğini, annesini hatırladı. Babasını öldürmüştü yüreğindeki incelen zarda, o yoktu. “Ölüm ona geç geldi… “ dedi saçlarında damlayan kana bakarken içindeki boşluğa düşüverdi. Annesinin ağlamaları, dayak yerken attığı çığlıklar kulaklarında bomba gibi patladı. “Ben, ben…. Yoksa annem gibi öldüm mü?” irkildi! Hızla kalkmaya çalıştı. Bacakları kendinin değildi. “Bacaklarım vardı. Nereye gittiler ki!” diye tasalandı. Onları kaybetmemeliydi, yoksa nasıl koşardı. İçindeki alev yüzünü yaladı.
Uçuruma düşmemek için bir dal aradı elleriyle. Tutunacak dal yoktu. Daralan nefesini kontrol etti. Tırtıl iyice üstüne çıkmıştı. Elini uzattı; “Gel, gel anlat, ne yapmalıyım.?…” dedi çoğalıp azalan ürküntüsüyle. Tırtıl birden kozasını yırtıp kelebek oldu. Kanat çırpa çırpa etrafında dönmeye başladı. Kozasından kurtulmuş olması sevindirdi. “Nasıl da güzel ve özgür.” dedi imrenerek. Ilık bir sevinç damarlarından bedenine yayıldı.
Sürünerek banyoya gitti. Yüzünü yıkadı. Ağzındaki kanı temizledi. Aynaya bakmak için tüm gücünü toplamaya çalışsa da gücü yetmedi ayağa kalkmaya. Yok yapamadı. Kapıya doğru süründü. İstemsiz bir gülme yüzüne oturdu. “Sürüngen oldum… şu halime bakar mısın? “ dedi incinen onuruna. “Seni koruyamadım. Söz kelebek olup özgürlüğe uçuracağım seni.” Acısını dökülen dişlerine aldırmadan çiğneyip tükürdü.
“Doktor bey, bir şey soracağım, romanlar nasıl başlar, nasıl biter.?“ dedi, ama yanıtlamasına fırsat vermeden devam etti konuşmasına; “Ben romanımın giriş, gelişme ve sonuç bölümlerini başkasının yazmasına artık izin vermeyeceğim. Kendi yazgımı kendim yazacağım. Tırtıldım, artık kelebek oldum. Ömrümün ne kadar olacağı önemli değil. Nasıl yaşayacağım önemli. ‘Evet…’ dediğim gün bataklığa doğru koştuğumu bilememişim. Serap değil gerçeği yaşayacağım. İlk uçuşumu dağlara, vadilere, yaylalara, çiçeklere, engin denizlerin üstüne yapacağım. Kimsenin beni yakalamasına izin vermeyeceğim. Tırtıl artık kelebek oldu, doktor, duyuyor musun beni? Kelebek oldum. Artık sahibim yok. Odanın köşesinde çuval gibi kimseye bıraktırmayacağım kendimi. O hakkı kimseye vermeyeceğim. Uzat elini kalkmak istiyorum, uçmak istiyorum…”
7 Mart 2022
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz