emeğin özrü
Öğrencilik yıllarından kalan, her yerine arkadaşlarının anısı sinen, yorgun ve boynu bükük evinhaline baktıkça; ”Ben de senin kadar yorgunum. Bakma gençliğime, ruhtan kaybediyorum dostum. Seninle çok anı biriktirdik yaşadığımız bu beraberlikte. Yaşam nedir sence? Yaşanacak günleri beklerken, akıp giden günlerin yarattığı yığından başka. Sonra dönüp bakıyorsun; ’Vay be ne kadar yaşamışım’ Bak dostum ikimiz de gün bitiriyoruz. Benim senden farkım çalışıp kendimi geçindirmem gerekiyor. Sen yorgun düşsen de, yaş alsan da öyle bir kaygın yok. Olsun, bir birimizi anlıyorsak o bile yeter. Yıllar özümü törpülüyor, ona rağmen bazı saptamalar yapmam gerektiğini bilirim. Ama nasıl? Yeteneksiz olduğumu algılamanı istemem, üstlendiğim görevleri bellek kartlarıma kaydettiğim gibi onlara işlevsellik kazandıracak yetiye sahibim. Bilirim ki içgüdülerinle beni anlıyorsundur. Sabır; ince, uzun, duygusal bir iptir. Onu koparmamak gerekir ama o inceliği koparmadan uzatmak sanıldığı kadar kolay değil. Gördüğüm kadarıyla sen sabır ipini koparmadan yıllara meydan okuyabildin. Ya ben, yok dostum, yok, o kadar becerikli olmadığıma tanıksın. ”Can çekişen eşyaların homurtusu açık pencereden sokağın dağınık çöplüğüne kadar uzandığını duyumsar gibi oldu.
Gönüldaşım dediği geleceği için beklentilerini sıralarken; sebep/sonuç ilişkisini gece boyu irdelese de uykusunu kaçırmaktan başka bir işe yaramadı. Umudu üşütmemek adına paltosunu giydirdiğini varsayarak direncine sarıldı. Sorgulamak vazgeçilmeziydi, karakterinin bir parçası olmuştu. Düşüncesine ara verse de belleği onu özgür bırakmıyordu. “Bu defa kesin başarmalıyım. Kolay kavramın içini kim doldurduysa zor’un içini de o doldursun desem, yine de ucu bana dokunur. Kavramların karşıtı kolay sanılır ama günahı tartışılmaz. Günah ve sevap da aynı çağrışımı yapıyor. Aslında yaşam çağrışımların kol gezdiği sonsuz bir uzam. Soyut kavramlar nedense gizemli oluyor? Of ya iyice dağıttım. Şu sunumumu bitirmeliyim.” Bilgisayarın başına tekrar geçti. Sunumu baştan okuması gerekiyordu. Çünkü ne yazdığını hatırlayamadı, gel gitlerin içinde. Çabucak okudu.
“Ne kadar gereksiz bilgi yığmışım. Biraz sadeleştirmeliyim. Kısa, etkili olmalı.” Uzun konuşmasındaki fazlalıkları ayıklamakla uğraştı, kısalta kısalta yazının iskeleti kaldı elinde. Yeniden yazısını kurgulamaya başlasa da kemiği ete büründürmesi uzun zamanını aldı. Bilgi ve düşüncelerini uygun yerlere oturtunca derin bir nefes aldı. Çabası sonuç vermişti nihayet. ”Zoru başarmak, başarıyı taçlandırmaktır,” dedi kendi kendine. Yol gösterici direnç ışığıydı bu söz Selim için.
Babasının sözünü anımsadı; “Sıkıntıyı öteleyen eli öpeceksin evlat.” derdi sık sık. Sıkıntıyı öteleyen el kendi eliydi. Yaşamı süresince üstesinden geldiği sıkıntılar yumağında çıkmayı başardığı için kendine duyduğu saygıyla gururlandı.“Saygı; küçümsenmeyecek kadar yüce zenginliktir. Ateş kadar yakıcı, su kadar berrak, toprak kadar bereketli bir değerdir. Yaşamımda hiç utanç denilen kavrama yer ayırmadım. Ölü duyguların duyarsızlık yarattığını annemden öğrenmiştim. O nedenle duygularımı diri tutmaya özen gösteririm. “Ağaç gibi yüzün hep aydınlığa baksın evlat. derdi. Düşlerini renkli çiz ki hırs ve kinden uzak olsun. Bildiğim bir şey var ki yaşamın süt liman olmadığı. Başı karlı yüce bir dağdır yaşam, güneşe, kır çiçeklerine sevdalı. Yeter ki raf ömrü uzun olsun. Ya yine felsefe yaptım. Onca işim duruyorken…”
Bu ruh haliyle çalışmaya devam edemeyeceğini düşündü. Acı bir kahvenin yorgun beynine iyi geleceğini düşünerek ara vermek istedi. Hazırladığı kahvesini sehpanın üstüne bıraktı. Hafif bir müzik açıp koltuğuna oturdu. “Ne istiyorum Selim biliyor musun? Nerden bileceksin ki! Çünkü şimdi aklıma geldi. Deniz kenarında o ince kumdan yürürken hafif hafif dalgalar ayaklarımın altındaki kumları çekerken gıdıklanma hissini ruhumda his etmek istiyorum. Hafif bir esinti yüzümdeki endişeyi alıp çok uzaklara götürsün. Yakamozların ışıltısında kaybolmak da güzel bir duygu bence. İkimiz olmalıyız. Serin sulardan nefesimiz kesilinceye kadar kulaç atmak, ya da doru bir at sırtında saatlerce koşmak. Tuhaf olan ne biliyor musun? Ne dünkü ne de bir saat önceki Selim’im. Senle ben aynı olsak da aynı değiliz. Neden diye sorma. Çünkü farklı düşünüyoruz. Sen henüz yaşadıklarımı yaşamadın. İçimde steril duruyorsun. Yıpranan benim. Bakma sakinliğime, dışavurum bir yapım yok. Yazgımız bile farklı. Mucize denilen o şans bana hiç yaklaşmadı. Bunu da bilmiyorsun dostum. Gerçi mucizeler korku verir. Korku nedir, bilir misin? Bak anlatayım. İlk karşılaştığın olağandışı olaylar ürkütür, ikinci kez karşılaştığında o etkiyi yaratamazlar. Çünkü olacakları tahmin edersin. Sana neyi ispatlamak istiyorum ki! Ben yaşamla mücadele edenim, sen içimdeki sakinliksin. İkimiz bir kişi oluncaya kadar iç içe geçmeye devam edelim. Ben varım, ya sen!” Kahvesini ve müziği unuttuğunu anımsayınca; “Ne yaptın Selim. O kadar uzaklaşman gerekmezdi,” dedi gülerek. “Olsun, yine de iyi geldi.”kahvesinden derin bir yudum alırken.
Yaşadığı zor günlerin üstesinden gelmek için bir çok taktik geliştirmişti. Not ettiği denemelerin bir süre sonra işe yaramadığını fark etti. Alışkanlık yapan her deneme işlevini yitiriyor diye düşündü.
Annesi aklına gelir bu yöntemleri denerken. “Annem aldığı ağrı kesiciler bir süre sonra etki yapmamaya başlayınca biri ikiye, ikiyi üçe çıkarırdı. Sonra doktora gider, yeni ağrı kesici alır bu defa da onu denerdi. İşte bundan dolayı sık sık taktik değiştirmekten yanayım. Soruna çözüm olacak yöntemleri bilmek zamanda tasarruf etmektir.”
Düşüncelerinin ön boşluğunu doldurmak için çok kitap okusa da, yaptığı seyahatlerde kültürel farklılıkları analiz etse de, özgürleşmeyi bekleyen hayallerinin alt yapısını kurgulamaya yetmiyordu.
Dokunmak istediği yaşamın o kadar çok karanlık noktaları vardı ki! Yolun başında olunca yaşamın dili biraz tutukluluk yapıyordu. “Yaşam karşıtlarıyla derinlik kazanıyor. Yorucu olsa da adımlarının ağırlığı yormamalı insanı,” diye düşünürdü hep. Belki de bunu kendine yaşam felsefesi yapmak istiyordu. Irmakları örnek alırdı daraldığı zamanlarda. Irmaklar önüne kattıkları çakıl taşların özünü kopara kopara denize kadar taşımaları direncin asaletiydi. “Ben de bir bakıma ırmak sayılırım. Engellerin direncimi kırmasına asla izin vermemeliyim. Doğanın engellerini aşan su benim öncüm olmalı. Kanalın yaşam öyküsü var mı? Olmaz, çünkü engelsiz akışın öyküsü olmamıştır. Ben akan suyum, başarıyı yaşamıma kotlamalıyım. Umudu üşütmemek benim elimde.”
Çalışmasına ara verip dışarı çıktı. Sonbaharın değerli ısısıyla uzunca bir yürüyüş yaptı.
Tekrar yazısına döndü, bitirmesi gerekiyordu. İki gün sonra şirketin tüm yönetici ve çalışanlar karşısında sunum yapmak, hem kariyeri hem de çalışanların kendisi hakkında olumlu düşünmelerini sağlamak için önemliydi. İşte bu tedirginlik geriyordu Selim’i. Sunumunu defalarca sesli, sessiz okudu. Aynanın karşısında mimiklerine, ses tonuna dikkat ederek sundu yazısını. Videoya çekip yeniden değerlendirdi. “Başaracaksın Selim. Bir düşün hem terfi edeceğim hem maaşım artacak. Artan kısmı anneme gönderirim. Kalanla idare eder Selim. Ah anne hep bu günü bekledin rahat bir nefes için.” Yüreğinde kocaman bir yer açtı sevincini koymak adına. Çok az kalmıştı. Zor basamağı çıkmasına iki gün kalmıştı.
Yazısının son düzeltilerini yapmıştı ki, telefonu çaldı. Heyecanı doruktaydı. Arayan konferansı hazırlayan şirketin sekreteriydi. “Selim Bey, hazırlamakta olduğumuz konferans bazı nedenlerden dolayı ertelendi. Belki ileri bir tarihte tekrar yapılır. O zaman sizi bilgilendireceğiz. Bu ertelemenden dolayı özür dileriz.”
Selim, sunumundan öç alırcasına yüksek sesle bağıra bağıra okudu. Ruhundaki sarsıntıyı frenleyemiyordu. Bu sunumu bir daha yapamayacağını biliyordu.
“Ne kolay özür dilemek. Emeğin özrü olur mu? Bu işimde yükselmem için çok önemli bir fırsattı. Ne oldu şimdi? Bir özür hepsini yok etti.” Elindeki sunum kağıtlarını odanın içine fırlattı. Koltuğuna çöküp kabaran içinin dinmeyen öfkesiyle uzun uzun ağladı. “Özür dilerim anne, çok üzgünüm, yine nefes aldıramadım sana.”
20 Ekim 2022
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz