HALİL DAYI
Sözüne güvenilen, dürüstlüğüyle herkes tarafında saygı duyulun, uzun beyaz sakallarıyla bir ermiş gibiydi, Halil dayı. Omuzlarına binen yaşamın ağır yükü yaşını olduğundan daha da yaşlı gösteriyordu. “Garibanın mutluluğu geliri kadardır” der bazen. Bu yıl kurak geçmesi kazancını da vurdu.
Geçim derdi bir yanda, çocuklarını okutabilme diğer yanda düşündürüyordu köylüyü. Kimi tarlasını, bağ- bahçesini satıp ya İstanbul’a ya Adana’ya, ya da kasabaya yerleşmiş. Göçü göze alamayanlar, toprağını bırakmak istemeyenler köyde kaldı. Küçük köyün çoğu akrabaydı zaten. Mevsim kurak geçtiyse boyunlar bükülür, yakın köylerden bulabildikleri işlere giderlerdi.
İki dağın arasına sıkışmış köyün; kıraç ve susuz tarlaları dağın diğer yamacındaydı. Hemen hemen herkesin arazisi babadan kalan mirastı. Bölüşe bölüşe mendil kadar pay düşmüş her birine.
Halil dayının da öyleydi. Onun tarlaları da babadan kalan mirastı. Dişini tırnağına takar, yaşına bakmadan durmadan çalışırdı. Çalışmayıp da ne yapsındı. Başka seçeneği yoktu ki!
“Ömrüm, sağlığım el verirse çocuklarımı kimselere muhtaç etmem,” der, ince eleyip sık dokurdu, gücünü emeğine destek ederek. O kıraç ve susuz tarlalara gözü gibi bakmaya bakardı ama gel gör ki; susuz tarlanın verimi ne kadar olabiliyorsa o kadardı. Yine de yılmadan, yılgınlık getirmede eker, biçer, Allah ne verdiyse şükredip payına razı olurdu. Susuz tarlalar, az gelirle kolay mıydı yedi çocuğu doyurmak. Yine de kıt kanaat idare etmeyi bilirlerdi. Çok çalışmak yetmiyordu işte
Kızıyla oğluüniversitede okuyor olmasaydı yine de öyle ya da böyle yılı devirirlerdi ya, o iki çocuk boyunlarını büküyordu. Ne edip edip onları okutmalıyım der, tek düşüncesi o olurdu.Onlar mesleklerini ellerine alınca kardeşlerini okutur diye aklında geçirirdi. Diğer çocuklar da büyüdü sayılır. İkisi dayılarının yanında orta okula gidiyordu. Sağ olsun dayıları kendilerine masraf yaptırmıyordu. Memur dayısının çevresi geniş, sözü geçen biri. Bir yerlerde burs bulmuş çocuklara. Hiç yoktan onlar için rahattı.
Akşam olmadan tarladan yorgun argın döndü. Öyle yorulmuştu ki; evine yakın çeşmeden elini yüzünü bir güzel yıkadı. Havuzun kenarına oturup biraz soluklandı. O sıra Yusuf’un küçük oğlu Ahmet geldi. Ahmet büyük bibisinin torunuydu.
-Halil dayı seni gördüğüm iyi oldu. Ben de size uğrayacaktım. Baraj için işçi alınacakmış. Bilmem duydun mu? Asker arkadaşım Mehmet haber verdi. Yoksa benim de haberim olmazdı ya… Ben gideceğim. Biliyorsun ekip biçtiğimiz yetmiyor. Bizim dünürün iki oğlu, Rıza, Kemal, Kemal’in büyük oğlu da gideriz diyorlar. Diğer köylerden de birkaç kişi varmış. Mehmet’in duyduğuna göre çok işçiye ihtiyaçları varmış. Bizim için güzel bir fırsat. Sonra söylemedin dersin diye geldim. Karar senin, dayı. Bilirim zor olacak sana… Yine de bir düşün.
-Hele bir düşüneyim Ahmet, sana söylerim. Hemen mi gidilecek?
-Yok dayı, dediklerine göre bir hafta on gün sonra gidilecekmiş. Daha zaman var.
Halil dayı bir düşünce sarmalın içine düşmüş gibi dalıp gitti. Uzunca sustu. Sonra Ahmet’e;
-Sana haber veririm, dedi. Yavaşça oturduğu yerden kalktı, şapkasını çıkarıp ağaran saçlarına parmaklarını geçirip şöyle bir ovdu, tekrar şapkasını başına geçirdi. Eve gitmekte vaz geçti. Evin arkasını dolanıp yamaçtaki bahçeye doğru dalgın daldın yürüdü. Bahçeye gelince çardağın önündeki sekiye ilişerek oturdu. Şapkasını çıkarıp dizinin üstüne koydu. Akşamın serinliği çökmüştü ama, o ak saçları boncuk boncuk terlemiş şakaklarından ak sakallarına yol yol sızıp iniyordu. Belini çardağın ağacına dayayıp destek yaptı sırtına. Gözleri karşı tepedeki boz görüntüye dalıp gitti. “İçim şu tepe gibi kaya, taş yığını. Ne bir yeşillik ne bir güzellik. Gitsem mi, şu baraj inşaatına. Gücüm yeter mi, acep…” İyice daraldığını hissetti. Bir sigara yakmak istedi, cebine yeltendi, unutmuştu kaç gün önce hem sigarası hem tütününün bittiğini. Zaten çok içmezdi. Buldukça içiyordu. Daha çok tütün sarardı. Derin bir iç geçirdi.
“Oraya gidersem evdekiler ne yapar. Haydi her şeyi göze aldım da gittim, kim bilir ne zaman dönerim. Gitmesem daha da zordayım. Mübarek yağmur da yağmadı bu sene. Ne ekin oldu ne ot bitti tarlalarda. Sanki bize kastı vardı mübarek yağmurun. Yağsaydı bu kadar bunalmazdım. Hâsılat da olmadı iki senedir. Emine tek başına ne yapar? Çocuklar, davar, tarla işi, kolay mı? Ona da yazık, bir lokma canı kaldı kadının. Oraya koş, buraya koş, çırpınıp duruyor. Ben gittiğimde hepten perişan olacak! Gidersem birkaç kuruş kazanırım, bari şu çocukların hayatını kurtarırım. Ondan sonra Allah’ın izniyle bir nefesleniriz. Emine’ye söylesem mi? yoksa Ahmet’e yok siz gidin, yolunuz açık olsun mu desem.” Bir çıkış yolu bulamadı. Mendilini çıkarıp terini sildi, şapkasını başına geçirdi. Bahçenin içinde dalgın dalgın, hesap kitap yaparak dolandı durdu.
Ayakları külçe gibi ağırlaşmıştı, kendisini taşıyamıyor, yürümekten zorlanıyordu. Ağır ağır evin yolunu tuttu. Yine çeşmeden elini yüzünü yıkadı, cebindeki mendiliyle yüzünü sildi, içeriye girip divana oturdu.
-Emine, şöyle soğuk bir tas ayranın var mı? dedi halsizce. Emine anlamıştı bir sıkıntısının olduğunu. Bir şey demeden iç dama gidip bir tas ayran getirdi. “Bir sıkıntısı var ya, haydi hayırlısı… Fazla dayanamaz, bekliyeyim, birazdan söyler” diye içinden geçirdi.
Ayranı içtikten sonra tası kenara bıraktı, sakallarını sıvazladı, yorgun gözleriyle Emine’nin yüzüne uzun uzun baktı. Sonra;
-Gel söyle yanıma iliş, Emine. İçim öyle daralmış ki sorma gitsin. Demezsem olmaz! Eninde sonunda bilmen gerekir. Sen ne diyeceksin bakayım? Şu bizim Ahmet var ya, bibimin torunu Ahmet… Aklıma bir şey soktu, düşünür düşünür işin içinden çıkamam. Boşa koysam dolmaz, doluya koysam almaz. Öyle daralmışım. Baraj inşaatı için işçi alınacakmış. Onlar birkaç akrabası, diğer köylerden de gidenler olacakmış. Bana da söyledi, bir düşün Halil dayı dedi. Eee durumumuzu biliyor, sıkıntılarımızı da… Bir düşün dedi. Düşünüyorum da işin içinde çıkamıyorum. Hele sen ne diyorsun, bir akıl ver bana Emine! Ne desem ki!.. Emine anayı da sıkıntı aldı. Biraz düşündü, yutkundu, çaresizce;
-Halil ne desem sana! Bu yaşta gitmen iyi olmaz. Evin, tarlanın işinden zorlanıyorsun. Buradan iyi kötü sana bakıyorum, oralarda ne yaparsın. Çok perişanlık çekersin. Onlar genç… Yine de sen bilirsin, dedi, dolukan sesiyle. Yüreği daraldı. Elini Halil’in dizine koydu, çaresiz gözlerle yüzüne baktı… İkisi de susmuştu.
Birkaç gün sonra oğlunda bir mektup geldi. “Baba çok dardayım, biraz para gönderebilir misin? Biliyorum senden de yok. Biliyorum… baba!.. Kurak bir yıl oldu. Yok, gönderemem dersen okulu bırakayım, buralardan bir iş bulur çalışırım. Okulu bırakırım diye de üzülme baba… Çalışır ablamın masrafını da ben görürüm. Kendini zora sokma baba… Ellerinizden öperim.” Sıkıntının sıkıntısı oldu bu mektup. Komşusunda biraz borç para bulup gönderdi. Artık kararını verdi.
-Emine, ben gidiyorum. Ne edip eder, bu çocukları okuturum. Ahmet’e söyleyeceğim gidince beni de alsınlar.Ahmet’e haber gönderdi, geleceğini söyledi. İki üç güne gideceklerini bildirdi.
-Ev, çocuklar sana emanet, Emine. Bilirim işin zor olacak. Çocuklarla ne yapabilirsen o kadarını yap. Hele bir gideyim, bakayım. Para alırsam biraz sana biraz da çocuklara gönderirim. Meraklanma, kendime bakarım. Zaten tanıdıklar çok, onlar bana göz kulak olur.
Meraklanma demek kolaydı. Aslında ikisi de yaşamın kapıya bıraktığı yükün, yoksulluğun, yoksunluğun yorgunuydular. Yük ne içindi ki! Elbette taşımak içindi. O zaman zor da olsa taşıyacaklar. Zaten çok da isyanda değillerdi; üzülseler, daralsalar da. Çünkü başkasını hiç bilememişlerdi.
Halil dayının aklındaki düşünce yumağının ucu kayıptı. Dalgınlığını Emine’sine belli etmek istemiyordu. Bilirdi ki o da kendisi gibiydi. Ne çektilerse yoksullukta; birlikte çekmemişler miydi. “Öyle, o bende farklı değil garibanım. Evimin direği, dayanağım. Ah Emine; kader desem değil, bunu hak ettik desem o da değil. Allah büyük, elbette zorun kolayını da görürüz.” İçinde sessiz konuşmaları gittikçe artmaya başladı.
Ahmet akşamın darında çıka gelince, Halil dayının yüreğinin ipi koptu. Sanki cezasını çekmek için sürgüne gönderiyorlardı. Dik dik Ahmet’in gözlerine baktı, ağzını bıçak açmıyordu. Suskundu. Sanırsın çalışmaya değil, ölüme giden bir mahkûmdu.
-Halil dayı yarın gidiyoruz. Muhtarın oğlu minibüsüyle bizi götürecek. Hemen hemen bir minibüs kadarız. Üçbeş kişi de diğer köyden var, onları da yolüstünde alacağız. Sabah erkende çıkarız, Allah kısmet ederse akşama orada oluruz. Seni almaya uğrarım, dayı. Halil dayı hiç ses etmeden dinledi.
-Tamam Ahmet. Meraklanma, sabaha hazır olurum.
Kırılgan çocuk gibi başını önüne eğip damın arkasına doğru gitti. Bir taşa oturdu, sigarasını sarıp yaktı. Ne içtiğini bildi ne de bittiğini. Nice sonra eve geldi. Yemekten sonra, çocukları da çağırdı yanına. Gideceğini anlattı.
-Ananıza yardım edin. Birbirinize sahip olun. Ali oğlum, ev sana emanet. Anana, kardeşlerine göz kulak ol. Bir gideyim, bakayım hele… Durum, vaziyet nasıl? İzin olursa gelirim. Ben sabah erkenden çıkacağım. Hakkım hepinize helâl olsun, dedikten sonra çocuklarını koklaya kokla sarılıp öptü. Banyosunu yaparken, Emine ana da çantasını hazırladı. Biraz ekmek ve azık da koydu. İkisi de konuşmaktan korkuyordu. Dokunsan ağlayacaklardı. Emine ananın endişesi Halil’in sık sık soluğunun daralması, göğsüne giren ağrıydı. Doktora da gitmiyordu. Ya çok yorulur da başına bir şey gelirse diyeydi tüm endişesi. O gece ikisinin gözüne uyku girmedi. Sabah erkenden uyandılar. Halil dayı giyindi, bir şeyler zorla yedikten sonra; gidip çocukları yataklarında baktı, uyandırırım diye öpmeye çekindi. Emine ana, Halil dayıyı uğurladıktan sonra içeriye geçti. Günlerdir içinde kaya gibi duran sıkıntıdan biriken yaşları akıttı. Biraz rahatlayınca; “Gidenin arkasında ağlanmaz, uğursuzluk getirir,” deyip, kalktı, bir kova suyu yola doğru boşalttı. “Su gibi git, su gibi gel evimin direği” dedi duasını ederek.
Minibüstekiler Halil dayıya yer verdi. Çünkü en yaşlısı oydu. Diğer köydekilerini de yolüstünden aldılar. Gençler Halil dayı kadar endişeli değildi. Şakalaşıyor, gülüyor, hayallerini anlatıyorlardı. Gerçi çoğunun karısı, çocukları vardı ama yine de gençliğin gücüydü onların rahatlığı. Yol boyu Halil dayı uzaklara dalıp gitti. O gün akşam çökmeden şantiyeye ulaştılar. Barajın olduğu şantiyeye varınca hepsine bir hüzün çöktü. Önce şantiye şefini buldular, durumlarını anlattılar. Ustabaşı konteynırlarını gösterdi.
-Burada kalacaksınız. Eşyalarınızı yerleştirdikten sonra, yemek için şu karşı konteynere gidin, dedikten sonra onların yanında ayrıldı. Eşyalarını orta yere bırakıp etrafa bakınıp yemek yenen yere gittiler. O akşam yemekte çorba, dolma, tatlı vardı. “Eh yemekler fena değil. En azında sabah ve akşam yemeklerini düzgün yeriz. Hep böyle mi çıkıyordu acep. Arabaya benzin koymazsan çalışır mı? Yok! İnsanoğlu da öyle,” diye düşündü Halil dayı.
Sabah erkenden şantiye şefinin talimatıyla iş başı yaptılar. Güneş dağların gerisinde boy vermeye başlayınca, işçiler de iş başı yapıyordu. Güneş yükseldikçe ateşi tepelerini yakıyor, suya düşen bulut gibi her bir yerinde şıpır şıpır ter akıyordu. Yel vurup kuruyunca ekşi ekşi koku ortalığı sarıp sarmalıyordu. Hele teri kuruyan elbiseler çadır gibiydi, bozarmış renkleriyle
-Şapka, baret vermeleri iyi olmuş. Yoksa beynimiz kaynardı, dedi Rıza.
-Haklısın evlat. Gerçi tarladan güneşin alnında çalışmaya alışığız, amma güneş yükselince soluklanmak için gölgeye çekiliyorduk biraz. Burası yazının göbeği. Ne ağaç, ne gölge… Yine de olsun evlat, madem çalışmaya geldik, çalışacağız. Çocuklar Halil dayı çok yorulmasın diye ona hep yardım ediyorlardı. Kolay olmasa da kavurucu sıcağa bakmadan sabahtan akşama kadar çalışıp duruyorlardı. Bir ara Halil dayının çömeldiğini gören Ahmet elindeki işi bırakıp yanına koştu;
-İyi misin dayı?
-İyiyim, iyiyim, meraklanma evlat. Biraz içim geçti, o kadar, Ahmet hemen su getirdi;
-İç dayı; aman gözünü seveyim dikkat et. Emine ananın emanetisin. Biz gelmeden yanıma geldi; “Kurban olayım Ahmet, dayın sana emanet. Gözün üstünde olsun diye tembihledi beni döne döne. Meraklanma ana dedim.” Ondan söylerim emanetimsin. Nasıl getirdiysem öyle anama götüreceğim dayımı.
-Sağ olasın evlat. Senden de diğerlerinden de razıyım. Ustabaşı gelince Ahmet hemen işine döndü. Sonraki günler sıkıntısız geçiyordu. Şantiye şefinin de dikkatini çekmişti. Ahmet’i yanına çağırıp;
-Halil dayı bu yaşında neden bu zor iş için geldi. Siz geldiğinizden beri gözetliyorum. İyi çalışıyor amma yaşlı, sanki gücünün son damlasını harcar gibi çalışıyor. Biliyorum herkes fakir, herkes para kazanmak için geliyor da…
-Akrabayız, dayım sayılır. Üniversitede iki çocuğu okuyor, yetiştiremiyor. Mecburiyet nedir bilir misiniz, şefim? Zordur mecburiyet.
Zor mor günler geçip gidiyordu. Geleli neredeyse beş ay oldu. Halil dayının aklının yarısı üniversitede okuyan çocuklarında, yarısı da evde bıraktıklarındaydı. Aldığı para emeklerinin karşılığı olmasa da yarasına az da olsa merhem olur diye memnundu. Çocuklara, eve para gönderdi bir iki kere. Önümüzdeki ay bir hafta izinleri var. O günü iple çekiyordu. Canını sıkan bir sıkıntısı vardı. Göğsünün ortasına oturan baskıyı kötüye yormasa da aklında çıkmıyordu. O gece yarısı bir sancıyla uyandı, nefes almaktan zorlanıyordu. Kimseyi uyandırmayayım dese de dayanamadı, Ahmet’i uyandırmak için seslendi;
-Ahmet, Ahmet evladım kalk hele! Ahmet… Ahmet yorgunluğun ağır ve derin uykusundaydı. Uyandıramadı onu. Onun yanında yatan Rıza’ya seslendi;
-Rıza, Rıza hele kalk evladım, dedi birkaç sefer. Rıza uykusunda sıçrayıp oturdu.
-Ne! Ne oluyor! dedi uyku sersemliğiyle.
-Yavaş ol Rıza, ben seslendim. Hele bir yanıma gel. Rıza bir aksilik olduğunu anladı, hemen toparlanıp Halil dayının yatağının yanına gitti.
-Rıza evladım, kendimi iyi bulmuyorum. Aha şurama sanki taş oturmuş da soluğumu sıkıyorlar. Çok dardayım, çok… Sana ne diyeceğim evladım. Olur ya bana bir şey olursa şu parayı Emine anana ver. Sakın unutmayasın. Parayı Rıza’ya verdi. Soluğu iyice daraldı, duramıyordu. Rıza arkadaşlarını uyandırdı. Şantiye şefine haber verdiler. Şantiye arabası hazırlandı. Hastaneye götürmek için kucaklayıp arabaya koydular, Halil dayıyı. Herkes seferber olmuşçasına bir an önce hastaneye kavuşturma telaşı içindeydi.
-Çocuklar hakkınızı helâl edin. Rıza emaneti unutma, e..v..l..a… sözünü bitirmedi, Halil dayı. Soluğu trenin son düdüğü gibi uzadı ve sustu…
15 Ocak 2023
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz