*-Selâmın geçiyor besbelli, yeşerdi telgraf direkleri.
M.
Niyazi Akıncıoğlu (1919 – 1979)
Sesini
Trakya’nın semalarında dolaştıran bir şair Muharrem Niyazi AKINCIOĞLU.
Kırklareli’
den yetişen AKINCIOĞLU’nu ne yazık ki çok az Kırklarelili tanıyor bugün.
Edirne’ye yazılmış en büyük methiyedir Edirne isimli şiiri.
Bu şiirde bahsi geçen, o “üç belik sular” gibi akıp insanı etkisi altına
alan benzersiz Edirne betimlemesinden dolayı onun Edirneli olduğunu
düşünenlerin sayısı ile, Bursa’da okuduğu üç yılı onulmaz (!) bir vefaya
bulanmış karasevdayla anlattığı Bursa şiirinden sebep onu
Bursalı sananların sayısı, şairin Kırklarelili olduğunu bilip
sahiplenenlerden kat be kat fazladır. Ne yazıktır; şairin kalemini
oynatmayı bırakması da büyük ihtimalle unutulmuşluktan sebeptir.
Değerli
şairimizi saygıyla anıyor, onun sırrını dışarıya vermeyen hayatından bazı
kesitlere sayfalarımızda yer veriyoruz.
M.Niyazi
AKINCIOĞLU’nun hayat hikayesi 1919 yılında Kırklareli’nin Pınarhisar ilçesine
bağlı Kurudere köyünde başlar. Orta öğrenimini Edirne ve
Bursa’da yaptığını biliyoruz.
Hatta
hikaye çok enteresandır…Edirne Lisesi’nde okuduğu yıllarda, Edirne’nin
salaş köfteci dükkanlarından birinde şarap içerken okul müdürüne yakalanır.
Tasdiknamesi verilen AKINCIOĞLU, Bursa Lisesi’ ne sürülecektir. Bu anekdotu
“Sorgun postası” isimli internet sitesindeki sayfasında anlatan İsmet SOLAK,
“İyi ki de sürülmüş” diyor yazısında. “ Yoksa Bursa gibi bir destanı
nasıl yazardı ? “
İşte
o yıllardan gönül gözünün çektiği fotoğraflar, “Edirne” ve “Bursa” isimli
şiirlerinde bu şehirleri taçlandıracaktır.
Şair
AKINCIOĞLU daha sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirir.
Onun
1940’ lı yılların en önemli şairlerinden olduğunu söylemek gerek. Asım
BEZİRCİ’ nin bir tesbiti onun ne denli etkileyici bir şair olduğuna dair
önemlidir. Şöyle der BEZİRCİ: “AKINCIOĞLU – Nazım HİKMETten sonra, ama Enver
GÖKÇE ve Ahmed ARİF’ten önce- halk şiirinden yararlanan ilk toplumcu
şairdir.”
Bu
şu sebeple önem taşır: Ahmed ARİF 1940 kuşağından, tek yayınlanmış kitabı
bulunmasına rağmen en bilinen ve etkisini günümüze taşıyan şairdir. Oysa,
edebiyat dünyasında dile getirilmekten çekinilen tabulardan birisinin Ahmed
ARİF’in, AKINCIOĞLU’ndan birçok yönden etkilendiği, hatta onun teknik, söz
söyleyiş, şiirin ruhuna dair yönlerini de kendi şiirine eksen edinmiş ve onun
üzerinden geliştirmiş olduğu üzerinedir. Onun çok bilinen şiirlerinden bazı
dizelerdeki “esinlenmeler” şaşırtıcıdır.
Ne
yazık ki AKINCIOĞLU bu kuşağın belki de en önemli şairlerinden olmak için
yeni üretimlerini bir süre askıya almak zorunda kalır. 1953 yılında Kepirtepe
Köy Enstitüsü’ nden bir grup kişi ile birlikte, kendisine atfedilen “gizli
cemiyet kurmak” suçuyla yargılanır. Oysa AKINCIOĞLU ve arkadaşları “Köyleri
Kalkındırma Derneği” yararına bir faaliyet içindedirler.
Ama
yüreğinden damıtarak kaleminde vücut bulan, boynuna pranga gibi asılmış
“şairliği” o dönem şartları için onun da her ne sebepten olursa olsun suçlu
görülmesine yetecektir. Bu yargılamalar ve Kırklareli hapisanesindeki
mahpusluk dönemi, aklanıncaya kadar neredeyse 2 koca yıla yakın bir süreyi
bulur. Çoluk çocuk aç, perişan, işin ötesinde aile babasızdır o koskoca 20
aylık mahpusluk boyunca. Uğradığı bu haksızlık, onda içe dönük bir hayata yönelmeyi
getirecektir. Bu arada kalemine küsecektir şair.
Kaldığı
yerden devam edemez miydi, onu bilemiyoruz maalesef. O yıllara dair hiçbir
sırrını vermiyor AKINCIOĞLU. Tek bilinen kendi isteğiyle bu münzevi hayata
dümen kırdığıdır.
İşte
onun boş bıraktığı alan Harold BLOOM’ un ifadesiyle “Bir şairin başka bir
şairin doğuşuna sebep olması” sonucunu doğuracaktır belki de.
Bu
daha evvel bahsettiğimiz gibi, edebiyat dünyasında Ahmed ARİF’e söz
söylememiş olmak için tartışmaktan uzak tutulan bir tabu gibidir. Oysa
bir büyük şairin de bir öncekinden etkilenmesinde yadırganacak bir şey yoktur
aslında.
Muharrem
Niyazi AKINCIOĞLU ile Ahmed ARİF şiirde yakaladıkları teknik, dil ve hava
kadar, hayatlarında karşılaştıklarıyla da sanki paralel hayatlar sürerler.
İkisi
de bir dönem şiirlerinde dile getirdikleri “hürriyet”i bu sebeple içe işleyen
bambaşka bir söyleyişle aktardıkları şiirlerine ilham olan “mahpusluk” hayatı
yaşarlar. Bu mahpusluk ikisinde de derin tahribatlara sebep olur ki, ikisi de
tek kitap çıkartıp, bir süre sonra inzivaya çekilirler. Ahmed ARİF’in 1944-55
yılları arası çeşitli dergilerde yayımlanan şiirleri toplanıp 1968 yılında
“Hasretinden Prangalar Eskittim” isimli kitaba dönüşecektir. M.Niyazi
AKINCIOĞLU ise yaşarken “Haykırışlar” ( 1938 ) isimli kitabını
görebilecektir. 1938 ile ölüm yılı olan 1979 yılına kadar çeşitli dergilerde
yayımladıklarını ise kitap olarak göremeyecek, “Umut Şiirleri” isimli kitap
1985 yılı tarihini taşıyacaktır. Bu kitap şairin döneminin önemli
yayınlarından olan Gün, İnsan, Pınar, Yeni Ses, Yeni Edebiyat, Yürüyüş gibi
dergilerde yayımlanmış şiirlerinin bir araya toplanmasıyla oluşturulmuştur.
Öte
yandan iki şairde hayata baktıkları pencere olan aynı ideolojik çizgide
eserler vermekte, birisi yurdun batısından, Trakya’ dan seslenirken,
diğeriyse doğusundan sözcüklerini uçurmaktadırlar.
1970’li
yıllara gelindiğinde yeniden şiirlerini yukarıda adı geçen
bazı dergilerde, bazen dostlarının ısrarlarıyla yayınlar AKINCIOĞLU. Ama
artık çok hatırlanmamakta, 1940’larda kendisinden sonraki önemli şairleri
etkilemiş şiir dilini yakalayamamaktadır. Eski
şiirlerinin etkiyi yeniden bulmak için çok da üretim yapmaz.
Bu umursamaz kabulleniş onun silkelenmesine engel olacaktır.
Yukarıda
da değindiğimiz gibi ikinci kitabı ölümünden sonra Umut Şiirleri (
Hacan Yayınları 1985 ) ismiyle basılacaktır.
Hayatını,
her şeye küsmesini aslında bilerek ya da farkında olmadan “Hürriyet Kasidesi”
şiirinin ilk dizelerinde başkalarına “ümit” dağıtarak anlatır AKINCIOĞLU.
“Söylesem
söz olur / söylemesem dert.“
O
dert ettikleriyle yaşamayı seçecektir. Maphusluktan sonraki hayatını
Kırklareli’de Hükümet Meydanı’na bakan bürosunda avukatlık yaparak geçirmeyi
tercih eder AKINCIOĞLU. Yaşı da ilerlemiştir. Hastalanır ve oğlunun da aynı
hastanede görevli olması sebebiyle olsa gerek ( Dr. Tevfik Altan AKINCIOĞLU )
Ankara Dışkapı SSK Hastanesi’ne yatar. Şairin üç çocuğundan en büyüğü olan
Tevfik ALTAN aynı zamanda Sağlık Bakanlığı eski müsteşarlarındandır.
AKINCIOĞLU’
nun 1 Şubat 1979’ da sessiz sedasız hayata vedasını, kalemin güçlü ustaları
olan birçok dostu bile bu tarihten çok sonra öğrenecektir.
Vefa
en çok ipek kumaşa benzer. Ne yapsan ütü tutmaz!
İşte
bu veda da öylesi bir veda olur. “Yiğit toprağına düşer” derler… Muharrem
Niyazi AKINCIOĞLU da şiirlerinde bizi ruh iklimlerinde gezdirdiği Trakya’ ya,
kendi ili olan Kırklareli’ ne gömülür.
Şimdi
biz susalım, onu iç sesimizle bir de şiirlerinden dinleyelim.
***
SELAM
Selamın geçiyor besbelli, yeşerdi telgraf direkleri; seneler sonrası, ormanından ayrı. Bir sevinçtir aldı kırlangıçları, rastgele öpüştüler; düşünmeden günahı, öbür dünyayı. Ben deli-divane olsam, çok mu görülür?.. *** SAKLAMBAÇ –Rıfat Ilgaz’a– Niçin düşünüyorum Saklambaç oynadığımızı; Saklambaç oynadığımız günler Çok mu geride kaldı? Özlemiş olmalıyım. Sen özlemedin mi? Saklambaç oynamak istiyorum: Çocukluğumuzdaki gibi Ve son defa… Bakalım gene bulabilecek misin? Bu sefer çitin ardında değilim, Ne de fırın içinde. Çok başka yerlere saklanacağım; Gözlerini yum çocuğum, gözlerini yum Saklanıyorum… Oldu bitti Kara kuşlar öttü!.. *** KUŞ KANADINDAN Halim selim değilim, baştan kara ettiğim günler olur benim de. Sevdiğim olur dert olur halim; ezbere mecnunum bazı çöllerde. Kırılır kolum kanadım, naçar kalırım türkülerde; anasız babasız, öksüz kalırım. Yeşil kurbağalar öter yeşil göllerde, ben garip, perişan gurbet ellerde. Gurbet eller yoldur: bir ucunda tevellüdüm müjdelenir, kara haberim gelir öbür ucundan; ve her çeşme başında üçe ayrılır. Üç kardeşin en küçüğü ben avareye kervan geçmez yollar salık verilir. Gitmem demem. Böyle yazmış yazan, aklı karalı dere tepe, yokuş demem giderim. Giderim de kanlı yaşlar dökerim, akman demem, aksın varsın, silerim. Elin olsun gül memeler arası, meskenimdir benim hanlar, kahveler; olmazsa, bahçeler, bağlar benimdir. Benimdir ovalar, kartallar semti, nerde akşam orda sabah ederim. Yastıceğim taş olur, “Altım toprak, üstüm yaprak” ama gönlüm hoş olur. Rumeli’nden bir türkü çalmayagörsün hele, çıkmayagörsün Aliş Tuna Boyundan, ilk kadehte sarhoşum. İflah olmam artık, hekim kâr etmez, efkârlanır içerim, içer efkârlanırım. Komşu kızları mı, ölüm mü geçmez, neler geçmez hatırımdan, bir ben bilirim. Evvel ve ahir geçer, Yunus-u biçare, Şair Nedim, sakiya, ömrün tesellisidir; geçer, Sultan Süleyman’a kalmayan dünya. Unuturum da sonra garipliğimi, heheyyt!…derim bir, kuşlar, ağaçlar! Ve çıkarım dağlara. Nereli bu rüzgâr, bu su deli mi? İznim olmayınca yasak macera. Selamım, baş üstüne, Kavgam, dert-yaş üstüne, mazlumun âhıdır başımda esen gocunsun paşalar, beyler alimallah komam taş-taş üstüne. Ve döğünsün eller, eller; Ayvaz’ımın perçemi düşmüş sol kaş üstüne. Çok sürmez velâkin bu saltanatım, tüfek icat olur, hasetinden Kır-At’ım, ben, arımdan ölürüm. AJANS Radyoda bir hüzzam şarkı var dışarda sümbül havası, “halbuki şimdi uzak ufuklara kar yağıyor.” Daha evvel ajans dinledik, zincirlerini şakırdatarak geçti esaret alev raylar üzerinden demir arabalarla. Toprak gebeydi, toprak çocuklar: Dostlar, kiminde orak, kiminde balta -buğday kokan avuçları kan içinde- emeklerini yığın yığın, başak başak harman yerinde bırakarak döğüştüler en ön safta. Döğüştüler ve öldüler. Sonra hürriyet -yaralı ceylânlar gibi- ve sulh -anam sütü kadar helâl- yüzünde ne bir kin, ne bir infial düştü yollara. Yollar uzun, menzil ırak ayakları kanıyor, yalnayak! Bir şarkıdır bu sulh ve hürriyet dediğin ağız dolusu söylenir ufuklara karşı. Bir şarkıdır bu kalû belâdan beri söylenir kurtlar dilinde, kuşlar dilinde. Ben, onunla büyüdüm onunla yürüdüm onun için büyüttüm bu boyu onun için ölebilirim. Demir bu şarkıyla dövülür Bu şarkıyla yürür gemilerve bir temmuz öğlesinde mola verdiği zaman orakçılar bu şarkıyla ayran içer. Bu şarkıyla geçer semasından insanların boşaltıp rahmetini kümülüs bulutları. Dostlar, dostların dostları; bu bâbda ne söylesek az. Bir şarkıdır bu kan ve ölümle yazılmış kalplerimize, unutulmaz! Yürüyüş, 09-01-1943 *** |
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz