Deneme

Orhan Aksoy, Bu Ayın En Güzel Denemesi

KİTABA YOLCULUK

Yazmaya başladığımda 40’ımı aşmıştım ama okumaya ne zaman başladığımı hatırlayamıyorum. Belki ağabeyimin bana, henüz ilkokula başladığımda, aldığı ‘Hazine Adası’ sahip olduğum ilk kitaptır. Hatırladığım kadarıyla Tom ve Jerry’nin çizgi romanı da sahip olduğum ilk kitaplardandı ama o kitapları okuyup okumadığımı hatırlayamıyor; hayal meyal sayfalarındaki resimlere baktığımı anımsıyorum…

Ben ilkokula başladığımda Bereket ağabeyim liseye gidiyordu. Kendi kitaplarımdan çok onun kitaplarını karıştırmayı seviyordum. Doğrusu, onun evde resim çizdiğine defalarca şahit olmuş ama ders çalıştığına tanık olmamıştım. Ağabeyimin inanılmaz resim yeteneği vardı. Meryem Ana’nın, kucağında İsa’yı tuttuğu, tablosunu bu gün bile net bir şekilde hatırlıyorum. Meryem’in güzel yüzünü kaplayan hüzünlü duruşu ve her ikisinin başlarını çevreleyen nurdan hale ile resmedilmiş bu tablodaki renkler bile, hala o günkü canlılığıyla, gözümde tulu eder. Her nedense onun yaşına geldiğimde ben de en az onun kadar iyi resimler çizebileceğime inanmıştım. Ne de olsa o, benimle aynı kanı taşıdığı için aynı özelliklerde olmalıydık.

Dedem ona arada mektup yazdırırdı. Daha telefonların yaygın olmadığı, renksiz televizyonlarda Pazar sineması izlediğimiz dönemlerdi. Dedem, yüksek sesle, sanki mektup yazdığı kişiye sesini duyurmaya çalışır gibi, bağıra bağıra konuşur, ağabeyim de hiç takılmadan onun konuşma hızında mektubunu yazmayı başardı. O zamanlar mektubun uzunluğu bir övünç kaynağı olsa da ağabeyimin konuşma esnasında bunu kaleme alması dedem için daha büyük bir gururdu. Evet, ailenin gururu, benim de rol modelimdi o…

O, evde yokken onun kitaplarını karıştırır, muhteşem yazısını incelerdim. Bu gün kullandığım imza bile onun, o zamanlarda kullandığı imzasının bir imitasyonundan başka bir şey değildir. Ne resim çizmekte ne de yazı yazmakta asla ona yetişemedim. Gerçi yetişemediğim şeyler bunlardan ibaret kalmadı. Onun gibi şık giyinmeyi, onun toplumda edindiği saygınlığı edinmeyi de başaramadım. Aynı kandandık, karındaştık ama insan, aynı gövdeden farklı meyveler veren bir ağaç gibidir. 10 kardeş olsak da her biri diğerinden farklı olan on kardeştik…

Ben ortanca sayılırım. Çünkü çift sayıların tam ortasında durabilmek için tek olmak gerekir ama ben yukarıdan aşağı altıncı, aşağıdan yukarı beşinci çocuktum. Benden büyük olan beş kişiden, Bereket ağabeyim hariç, ilkokuldan sonra okuyan olmadı. Ben ve benden sonraki dört kişiyse, en küçüğümüz olan İbrahim Halil hariç, üniversite mezunu oldular.

Annem, yıl boyunca düzeli Kuran’ı Kerim okur, Ramazan ayında ise iki ya da üç kere hatim ederdi. Ama o, düzgün Türkçe konuşabilen ve okuyabilen biri değildi. Hatta arada imza atması gerektiğinde babamın öfkelenmesine sebep olan bir kalem tutuşu vardı. Yine de onun anlattığı hikâyeler, daha sonra kitap yazmamda etkili olmadı diyemem. İnsan çocukluğundan birçok iz taşır. Zamanla taşıdığı izleri unutsa da. Belki de bu günkü hayatımızı şekillendiren şeylerin, unutulmuş hatıralar olduğunu bilmeden yaşıyoruzdur. Bebekliğimizin ve çocukluğumuzun saklı kaldığı o ahşap sandık, bir gün tabutumuz olarak, gömüldüğümüz yere kadar bizi takip etmeye devam eder…

Daha ortaokuldayken, nice temiz sayfaları, sanat eserine çevirmek için heba etmişliğim vardır. Fikirler, şiirler, hikâyeler yazmayı denemedim diyemem. Ama yazdığım şeylerin çoğu, okul kitaplarımın boşluklarında kaldı. Kimi felsefi kimi veciz, yüzlerce söz karalamışlığım vardır. Yıllar sonra Nuran ablamın, ‘’Bu şiir nasıl olmuş?’’ diyerek uzattığı şiir tanıdık gelmemişti ama ‘’Güzel şiirmiş, kim yazmış?’’ diye sorduğumda, ablam gülümseyerek, ‘’Tabii ki sen!’’ demişti.  Şimdi şiirin isminin ‘Nazlı Bebek’ olduğunu hatırlıyorum ama yazdığımı iddia edebilecek kadar aşina olduğumu söyleyemem. Diyeceğim o ki, benim, o dönemlerden kalma, çok az şeyim vardır ki bunlar, hala varlarsa, muhtemelen birileri hatıra olarak sakladığı için vardır… 

Ortaokuldayken kütüphaneden çıkmayan biriydim. Daha çok ansiklopedi karıştırıyor olsam da arada hikâye kitapları okuduğum olurdu. Sanırım, Güvercin Masalları, okuduğum ilk hikâyeler ama okuduğum ilk roman, Yakup Kadri’nin Nur Baba’sıdır. Gerçi Halid Ziya’nın Mavi ve Siyah isimli eseri de ilk okuduğum roman olmuş olabilir. Yıllar sonra ne okuduğumu sorgulayacağımı bilseydim, herhalde daha dikkatli olurdum. Belki de Yakup Kadri’nin Erenlerin Bağından isimli eseri beni derinden etkilediği için ilk okuduğum romanın ona ait olduğu sanrısına kapılıyor da olabilirim. Bu konu lüzumlu mu bilmiyorum ama bir arkeolog, tutup araştırmaya kalksa, benim geçmişimle ilgili ciddi bilgilere ulaşamaz. Ben, daha ölmüş bile değilim; buna rağmen karanlık bir geçmişim var ki, bazı kısımları bana bile karanlık. Bu nedenle Tarih Bilimine ve Arkeoloji dalının sunduğu şeylere gönül rahatlığıyla iman edemiyorum…

Çocukluğumdan beri dağlarda, vadilerde, mağaralarda dolaşmayı seven biriyim. Hatta bu güne kadar gittiğim her yerin çevresindeki doğal ya da tarihi mekânları gezmişimdir. Öyle sanıyorum ki Tarih Bilimi, daha çok yorum yapmaya dayalı bir bilimdir. Örneğin bir kaya mezarı açıyorlar ve diyorlar ki, bu mezarda ölü ile gömülen şeyler, ölüyü gömen medeniyetin, ölüm sonrasıyla ilgili inançlarını yansıtıyor. Yani ölüyle beraber gömülen altın ve bakır gibi değerli nesneleri, yeni bir hayatta kullanacağına inandıkları için, ölüyle beraber gömmüşler. Bana kalırsa, ölüye ait şeylere sahiplenmek ahlaki bir davranış olarak görülmediğinden, ölen kişinin mal varlığı, onunla birlikte gömülüyordu. Tarih Biliminin tespiti tamamen yanlıştır demiyorum ama bunun genellenemeyeceğini düşünüyorum. Çünkü kutsal kitapta eski kavimlere savaş ganimetlerini haram kılan ayetler olduğunu biliyorum. Hz Yuşa zamanına kadar da bunun böyle devam ettiğini bildiren ayetler de vardır. Buradan çıkarılacak sonucun, eski kavimlerin, dünya malı için savaşmayı kerih gördükleri çıkarılabilir.  Belki de ilahi yasalar, yani İbrahimi dinlerde, insanların birbirilerinin mallarını gasp etmek için savaşmalarını yasaklamıştı. Yani eski kavimler, kendi emekleri dışında mal varlığı edinmeyi ahlaki bulmuyorlar, hatta ölen kişinin mallarını, miras veya ganimet olarak kullanmayı yanlış buldukları için, ölüyle birlikte gömüyorlardı.

Tarih ile ilgili bu mevzuyu uzatmadan konuya dönecek olursam; KİTAP isminde bir kitap yazmaya karar vermemin nedenlerini anlatma isteğimdir.

Ben, kitaplar dünyasına bata çıka, kırklı yaşlara ulaştıktan sonra, kendimi kitaplar yazarken buldum ve neden diye sormaya başladım.

Daha 17 yaşında bir üniversite öğrencisi iken, akranlarım arkadaş ve sevgilileriyle keyif çatarken, beni, kitapların yalnızlığına mahkûm eden neydi. Hem hayatımda en çok kitap okuduğum dönem üniversitedeki iki yılım olmuştu. Tam sayısını bilmemekle birlikte, ansiklopedik kitaplar ve ders kitapları hariç, 50’den fazla kitap okumuştum.   Sanırım arkadaşlarımın, o yıllara ait yığınla anısı vardır; benim ise yurdun elektriği kesildiği için mum ışığında okumak zorunda kaldığım kitaplarla ilgili, kimsenin bilmediği, anılarım var. İtiraf etmek gerekirse kitap okumak önemli hissettiriyordu beni. Çünkü diğer insanların gündelik hayatları, sıradan ve bayağı geliyordu bana. Bilimsel veya felsefi olmayan konuşmalarsa benim için hiç hükmündeydi.

Üniversitenin kütüphanesinde buram buram kokan kitapların dünyası, gizemliydi. Her kitap, keşfedilmeyi bekleyen bir dünya gibiydi. Benim için, bir kütüphanenin uzaydan farklı olduğu iddia edilemez. Gök bilimciler için her gök cismi gezegen, yıldız, asteroit,  karadelik ya da her bir galaksi her ne ise okur için de her kitap, bu gök cisimleriyle eşdeğer bir evren veya galaksi gibidir. Belki de az sayıda olsalar da bazı insanlar, sadece keşfetmek için doğmuştur…

Orhan Aksoy

***

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın