BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN
İsmim Ali. Şeyh Nureddin’e bağlılığıyla mürit, Allah’a bağlılığıyla mümin bir babanın oğlu olarak 1950’de doğdum. Gençliğim, devrimci örgütlerin antikapitalist eylemler yaptığı 1980’lere denk gelir. Anlayacağınız 80 kuşağındanım.
Daha insanların at arabalarıyla yollar teptiği, yaşam alanları güneşin doğup battığı mesafenin gözle görülebildiği yer kadar olan; telefonların, sadece ağaların veya muhtarların evinde bulunduğu bir zamandı. Hayatı boyunca motorlu taşıtlara binmemiş, onlarla seyahat etmemiş insanlar vardı. Saate pek lüzum yoktu; sabah, öğle, ikindi ve akşam güneşi hayatımıza yön vermeye yetiyordu.
Önceleri şehir hayatı gençlerin hayallerini süslemeye başlamıştı. Küçük bir dükkân, kalabalıkların akın akın aktığı bir sokakta sadece küçük bir dükkân yeterliydi. Köyün tezek ve saman kokan hayatından kurtulmak için…
Köylü Ali’den şehirli Aliye geçişim hiçte zor olmamıştı. Küçük bir dükkân açmış, takım elbise ile tezgâhımın arkasından müşterilerimi selamlıyordum. Artık hafız olan babamla köy köy dolaşıp taziyelerde Kuran tilaveti dinlememe gerek kalmamıştı. Güneşin doğup battığı yer arasına sıkışıp dünyadan habersiz yaşamama da gerek kalmamıştı.
İş çıkışı, yeni edindiğim arkadaşlarla kafelerde buluşup gündemi konuşuyorduk. Bir gün proleterlerin en az burjuva kadar rahat bir yaşam süreceği gelecekten ümitvardık. Hem bu, bir hayal de değildi; Karl Marks ve Engels’in bilimsel sosyalizm kuramlarının bir gereği ve sonucu olacaktı. Adalet ve özgürlük, dünyanın aktığı yer, işte tam da bu hedefti artık.
Bir ara meczup sayılabilecek bir tip oturduğumuz kafeye gelmişti. Kendisini şahsen tanımıyordum ama selam verip masama oturdu. Sessizce onu dinlerken o, üstü başı gibi karma karışık düşüncelerini, herhangi bir sıralama ve sınır gözetmeksizin havaya savurur gibi savurarak anlatmaya başlamıştı. Bazen yüzünü hüzün, bazen de öfke kaplıyordu. Doğrusu yüzü kış gününde sürekli değişen bir deniz gibi dalgalanıp duruyordu ama o konuşmadan aklımda kalan bir hikaye de olmadı değil.
Meczubun anlattığına göre eski bir zamanda bir genç bir kıza âşık olmuştu…
Genç adam çocukluğundan beri bu kızın hayaliyle yaşıyordu. Bir gün onunla evlenecek, taştan yapılma bir evde, geniş bir avluda koyun besleyeceklerdi. Dünyanın en güzel kızı olan bu kız ona belki beş belki de sekiz çocuk verecekti. Avludaki asmanın altında bir döşekte sevgilisinin saçlarını okşayarak bir ömür geçireceklerdi ama kimine göre kader kimine göre insanların zorbalıklar zinciri böyle mutluluklara engel oluyordu. Kızı örf gereği bir akrabası ile evlendireceklerdi. Delikanlının beklemediği bu hadise çok ani ve bir o kadar da hızlı gelişmekteydi. İnsanlar kızın gelinliğinin güzelliğini ve takılacak mücevherlerin pahalılığını anlatıp duruyorlardı.
Bir ara delikanlının annesi de bu muhteşem gelinliği tasvir ederken, ‘’Düğünde bir tavus kuşu kadar süslü görünecek.’’ demişti. Delikanlı sevgilisini, o mutlu ve zengin bir hayat sürecek olsa da, bu halde görmeye dayanamayacağına karar verip köyden kaçtı.
Bir daha asla o köye dönmemek üzere yollara düşmüş uz gitmişti ki, bir çukurun içine düşüverdi. Çukur bir sarnıçtı ve tepesinde bir delik vardı. İşte fark etmediği için düştüğü bu delikti. Sarnıcın içi çürümüş insan cesetleri ile doluydu. Sadece kemikleri kalmış olan bu cesetlerin boyunları ve bilekleri altın kolyeler, bileziklerle kaplıydı.
Delikanlı bu altınları heybesine doldurup kuyudan çıkmayı başarmıştı. Köyüne zengin bir adam olarak dönebilirdi, belki bu şartlar altında sevgilisine de kavuşabilirdi ama sevgilisi çoktan evlenmiş olmalıydı. Köye zengin bir adam olarak da dönmeye cesaret edemeyen adam heybesini sırtlayıp yine yollara düştü.
Yolu bir çölden geçince bu çöle revan olduğuna pişman olmuştu. Belki de burada susuzluktan ölecekti. Çölde o kadar çok ilerlemişti ki dönmek de mümkün değildi. Artık ağzının içi çöl kumlarıyla dolduğu için yutkunamayacak hale gelmişti. Tam hayattan umudunu kesmek üzereyken bir vaha gördü. Belki bir seraptır diye gözlerinin ovuştursa da vaha görünmeye davam ediyordu. Nihayet vahaya ulaştığında orada bir saray olduğunu gördü. Etrafı ağaçlarla dolu bir avlusu vardı bu sarayın. Yine sarayın bahçesinde büyük bir göle benzeyen bir havuz da vardı. Havuza yetişsen delikanlı orada iyice temizlenip bol bol su içti.
Tam kurtuldum derken ellerinde mızraklar, bellerinde kılıçlar olan beş adam delikanlının tepesinde peyda oldu. Hiç de dost canlısı görünmüyorlardı. Delikanlının heybesindeki altınları gören bu adamlar ona bir sultan gibi davranmakta gecikmediler ve onu saraya davet ettiler.
Genç adam saya girince gözlerine inanamadı. Etrafta güzel giyimli hizmetçiler sarayın odaları arasında, mekik dokur gibi, koşuşturuyorlardı. Ellerindeki gümüş tepsilerle odalara şarap, yemek ve meyveler taşıyorlardı. Delikanlı bu sarayın bir genelev olduğunu anlamakta gecikmedi.
Onlarca odasında, onlarca dilber müşterileri memnun etmek için süslenip kokular sürünüyorlardı. Çölün ortasında bir cennet gibiydi burası ama hizmet almak için yüklü miktarda para gerekiyordu. Heybesindeki altınlar tükeninceye kadara orada kalan genç adam bir sabah uyandığında yine tepesinde ellerinde mızrak olan beş adamın beklediğini gördü. ‘’Başka paran kalmadıysa bu gün burayı terk ediyorsun.’’ dediler. Genç adam sarayı terk edip yine yollara koyuldu. Düştüğü çukura dönüp kalan altınları alacaktı.
Çölü daha tedbirli geçerek hayatını tehlikeye atmaktan kaçındı ama düştüğü çukuru bir türlü bulamıyordu. Belki bir hafta boyunca her yeri arayıp tarayan adam o çukuru bulamadı.
Çaresizce bir harabede oturup düşünmeye başladı. Orada fazla kalamayacağını biliyordu burada su sıkıntısı yaşamıyor olsa da yiyecek bulmakta güçlük çekiyordu. Bu geceyi de burada geçirip sabah erkenden yine yola koyulacaktı.
Uyandığında güneş tepeye yaklaşmıştı. ‘’Çok uyumuşum.’’ diyerek doğrulduğunda yanı başındaki kayalıkta çocuk sayılabilecek bir kız duruyordu. Adam hayretle kıza baktı. Bu civarlarda yaşayan insanlara denk gelmemişti. Yakınlarda ne bir köy ne de şehir vardı. Adam kızı korkutmamak için uzaktan ve kibar bir ses tonuyla seslendi.
Kız kayalıkta oturmuş etrafı seyrediyordu. Seslenen adama bakarak,
‘’Bir şey mi dediniz?’’ diyerek karşılık verdi. Adam kızın yanına ulaştığında üzerinde yolculuk izi olmayan, tertemiz, yaşı küçük ama dünyanın en güzel kızı olduğunu gördü. Hayretle sordu,
‘’Senin gibi birinin bu harabede ne işi olabilir ki, hem buralarda eşkıyalar ve vahşi hayvanlarda var.’’ deyince kız,
‘’Bana hiç kimse zarar veremez.’’ dedi.
Adam böyle bir yerde istese ona sahip olabileceğini hatta köle edinebileceğini düşündü ama ona baktığında onun, bir melek kadar nurani bir varlık olduğunu, istese bile ona zarar veremeyeceğini anladı. Belki de o, bu dünyadan bir insan bile değildi. Belki dokunmak isterse buhar gibi uçaktı. Dokunulmaz biri olduğu aşikârdı ama burada ne işi vardı.
Kız, ‘’Arada buraya gelir, yolunu kaybetmiş birini bulursam yardımcı olur sonra giderim.’’ dedi. Adam,
‘’Doğrusunu istersen ben yolunu kaybetmiş biriyim.’’ deyince kız,
‘’Köyünden kaçtın değil mi?’’
‘’Evet, sevdiğim kızı başkasıyla evlendirdiler, ben buna dayanmayarak köyümü terk ettim.’’
‘’Sona ne oldu?’’
‘’Buralarda bir çukura düştüm. İçi çürümüş cesetlerle doluydu ama cesetler altınlarıyla birlikte buraya atılmıştı.’’
‘’Sonra!’’
‘’O altınların bir kısmını yanıma alarak yollara düştüm ve çölün ortasında bir vahaya denk geldim. Orası …’’
‘’Neden sustun?’’
‘’Senin gibi bir meleğe böyle kötü bir yerin adını bile anmak istemedim.’’
‘’Her şeyi olduğu gibi, yaşadığın ve gördüğün gibi anlat. Lütfen çekinme.’’
‘’O saray bir genelevdi. Elimdeki altınlar orada dört ay kalmam için yetti ama altınlar bitince beni oradan kovdular.’’
‘’Sen de kalan altınları bulmak için buraya geri döndün öylemi?’’
‘’Evet, öyle.’’
‘’Sen ders alan biri değilmişsin. Muhtemelen o altınları bulsan yine o geneleve dönerdin, değil mi?’’
‘’Aslında niyetim tam da buydu.’’
‘’Şimdi beni can kulağıyla dinle. Sevgilinin evlendirilmesi kader değildir. Bu dünyada insanların kurduğu nice şeyler vardır ki sadece birer kölelik ve zülüm zinciridir. Yapman gereken şey ise bu zülüm zincirlerini kırmak olmalıdır. Bu kader diyerek kabullenmemelisin. Düştüğün o çukur ise hayatın sana sunduğu bir şanstı. Ama sen o şansı zevk ve sefa uğruna feda ettin. O geneleve gelince bütün insanların hayatı aldanma ve aldatma üzerine kuruludur. Oradaki dilberler gençken kandırılarak oraya getirilir ve onların teni üzerinden para kazanılır. O kadınlar yaşlanınca ona azat edildiği söylenir. Boynuna bir kolye koluna bilezikler takılır ve o düştüğün çukura atılır. Çünkü bu hayatta gerçek iyilik karşılıksız olandır. Bedenini satsan bile bir karşılık içindir ve bundan faydalananlar, tıpkı koyun yetiştirenler gibi, seni keser atarlar. Elindeki altınlar, yani vereceğin karşılık bitince, insanlar seni kovarlar. Ama her insan ikinci bir şansı yakalayamaz. Bu nedenle o sarnıcı bulamıyorsun. İşte bu kaderdir. Bundan sonra karşılıksız iyilikler yap ve yapanlarla dost ol.’’
Kızın konuşması bitmişti. Daha önce hayatı hikmetleri gözetmeden yaşadığım için üzgün ve pişmandım. Sevgilimi kaybetmek de benim suçumdu. Köyüme dönmeye karar vermiştim. Bu nurani varlığa teşekkür etmek için eline uzandım. Ama müsaadesini isteyerek… ‘’Senin elini öpmek ve büyüklüğünü kutsamak istiyorum.’’ dedim ve eğildim.
Elini öpüp alnıma koydum. Duyduğum saygıdan dolayı gözlerimi kapatmıştım. Elini bırakmadan önce, gözümü açtığımda avucumda bir kitap durduğunu görünce irkildim. Etrafa bakındım ama kızdan eser yoktu. Avucumdaki kitabin ismi ise karşılıksız şeylerdi…
Meczubun hikâyesi hoşuma gitmişti. Kim bilir belki de o kız meczup olarak karşıma çıkmış, bana kitapları sevdirmişti. Ben de ömrümü kitaplara adadım ve mezarıma karşılığını beklemediğim iyilikler ve sevgiler götürmek niyetindeyim.
Ben Ali, Ali’lerden biri yani; bu öykünün kahramanı. lütfen mezarlarınıza aldatmalar, ihanetler ve zulümler götürmeyin. Karşılıksız saygı ve sevgiler götürün…
Orhan Aksoy…
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz