PİŞTOV
Evde uyuyordum. Kardeşim beni dürterek uyandırdı. Dostum Sabri’nin dükkânımızda beni beklediğini, mutlaka görüşmemiz gerektiğini söyledi. Hemen giyinip yola çıktım.
Sami ile ilkokuldan başlayan arkadaşlığımız çalışmaya gittiğimiz İstanbul’da da sürmüştü. Siyasi yaşamımızda zorluklara birlikte göğüs germiştik. Birbirimizden uzak kaldığımız zamanlarda bir araya gelmek için fırsatlar kollardık. Buluştuğumuzdaysa, yıllarca görüşmemiş gibi hasretle kucaklaşır, yaşadıklarımızı, duyduklarımızı birbirimize aktarmak için adeta yarışırdık. Nazım’ın dediği gibi, “Yarın yanağından gayrı / her yerde ve her şeyde” beraberdik.
Uzun zamandır onu görmemiştim. O bu sürede neler yapmıştı acaba? Ben neler neler yapmıştım? Anlatacak o kadar çok sözümüz vardı ki!
Bunları usumdan geçirirken dükkâna adımımı attım. Küçük dükkânın içinde Sabri oturmuş, Reşit ise karanlık köşede ayakta bekliyordu. Aslında Reşit, ben ve Sami bir üçlü sayılırdık eskiden.
Sabri’nin huzursuz bir hali vardı. Yüzüme bakmamaya çalışıyordu. Gittim sarıldım Sabri’ye, Reşit’i başımla selamlayarak tezgâhın öteki tarafına geçip, yığılı duran çuvalların üzerine iliştim. Rahat konuşalım diye de kardeşimi eve gönderdim.
Bir tuhaftı Sabri. Sanki benimle görüşmek isteyen o değilmiş gibi daldan dala atlıyor, asıl konuya bir türlü gelemiyordu. Telaşlıydı. Biraz havadan sudan konuştuk. Sabri yerinde duramıyordu. Bir yandan dudağını kemirirken, diğer yandan belini yokluyordu. Halinden iyice tedirgin olmuştum. Takip mi ediliyordu acaba? Başı yine belada mıydı? Sormak işime gelmiyordu. Belki bilmemem gereken bir şeyleri gizliyordu. Fakat gözlerim ondaydı. Dükkânda ürpertici bir sessizlik vardı.
Sabri ansızın silahını çekerek önüme dikildi. Ben de istem dışı bir hareketle tezgâhtaki kiloluğu kaptım. Sabri ile göz gözeyiz! Şaşkın inanmayan bir halde ona bakıyorum! Sabri konuşuyor da konuşuyor. Görev vermişler, beni vurması gerekiyormuş. Bunu istemiyormuş ama görev görevmiş… ne olur onu affetmeliymişim.
Hayır, olacak şey değildi; ben bu silahı tanıyorum. Bu… bu… birlikte girdiğimiz bir villâda altınlarla birlikte el koyduğumuz tarihi piştovdu. Hemen aklıma geldi. Silah tek mermi alıyordu. Hafif soluklandım. Sabri ile göz gözeyiz. Onun kararlılığı beni ürkütüyor. Aniden Reşit’i anımsıyorum. Reşit’in varlığı bana güven veriyor sanki, sakinleşiyorum. Evet, evet, Reşit Sabri’ye fırsat vermez. Üstelik ilk atışta öldürücü bir darbe almazsam, kurtulurum. Sabri’nin yüzü beyazdan kırmızıya, kırmızıdan mora geçiyor ve durmadan konuşuyor.
Ancak anlayamıyorum. Sözcükler boş kovandaki arılar gibi beynimde dönüp duruyor. Soygun diyor, altınlar diyor, örgüt diyor…
Kendimi toparlamaya çalışıyorum. Sabri bir adım daha yaklaşıyor. Alnım ter içinde. Korkunun o acımasız çemberi sarıyor her yanımı. Titremiyorum, ama korkuyorum. Tek sözcük bile anlamıyorum söylediklerinden. Adam daha bir cümleyi bitirmeden ötekine geçiyor.
Gözlerimin karardığını çevremdeki eşyaların tümden döndüğünü hissediyorum. İyiden iyiye kuşatılıyorum. Korku tüm damarlarımda dolaşıyor. Ölüm ve ben burun burunayız. Sabri’nin çatlak sesi öfkeli.
“’Söyle altınlar nerede? Derhal onları teslim etmeni istiyorum, anlıyor musun?”
“Altın falan yok bende Sabri,” diyorum, “olsa da bu şartlarda vermezdim onları sana zaten… Çek şu silahı. Hem onlar örgütün malı değil mi?”
“Bırak çene çalmayı da altınların yerini söyle bana!”
Birden silahın horozunu kaldırıyor. Ben de elimdeki kiloluyu dengeliyorum. O beni vuramazsa ben onun kafasını dağıtacağım… Ne oluyor bize böyle? Biz iki eski dost, ne eskisi her zaman dost olan ikimiz nasıl bu hale geldik?
Göz gözeyiz yine. Sabri kaçırıyor bakışlarını. Dizlerimin bağı çözülüyor sanki. Birden bağırıyor Sabri, ağlamaya başlıyor ve tetiğe asılıyor. Sabri’nin tetiğe basmasıyla, kendimi yan tarafa atmam bir oluyor.
Omuzum yanmaya başlıyor. Vurulduğumu hissediyorum. Alçak herif, vurdu beni. Ama sıra bende şimdi. O mermiyi değiştirene kadar ben üzerine çullanırım, dağıtırım kafasını. Nasıl dost bu böyle?
Ama yürüyemiyorum. Ona saldıramıyorum. Sadece “Reşit! Reşit!” diye sesleniyorum.
Reşit yok orta yerde. Belki de o hiç gelmedi dükkâna. Ama onu gördüm, selamladım, iyi biliyorum.
“Peki, Reşit nerede?”
Birden anımsıyorum Reşit’in gelemeyeceğini. Seneler önce faşistler tarafından hunharca katledilmişti Reşit. Ama onu görmemiş miydim az önce? Bana görünmüştü. Belki de tehlikeyi haber vermek istemişti görünerek.
Sabri silahı yeniden doldurmuştu. “Numarayı bırak artık.” diyor, biraz daha rahatlamış, biraz daha gaddarlaşmıştı. İlk mermiyi sıktıktan sonra, “Altınları almadan şuradan şuraya gitmem.” diyor.
Silahı şakağıma dayıyor. Sırtım hem üşüyor hem de terliyor, kan kaybediyorum, omzum yanıyor, gözlerim kararıyor.
“Hey!.. Duymuyor musun beni, altınlar nerede?”
“Yapma Sabri!.. Yapma ne olur!..”
Yalvarıyor muyum? Ben Sabri’ye yalvarıyorum öyle mi? Gözlerim dehşetle açılmış, bakıyorum.
“Hepimizi kandırdın. Şimdi nereye kaçacaksın bakalım?” diyor Sabri sırıtarak. Oysa iyi biliyor bende altın olmadığını, hepsini örgüte birlikte verdiğimizi iyi biliyor. Daha doğrusu örgüte versin diye tüm altınları onun aldığını ikimiz de iyi biliyoruz.
Evde bir kısmını sakladığını söylüyor arkadaşlar. Altınların sahibi bize verdiğinden daha fazla altınının alındığını söylemiş gazetecilere. “Şimdi veriyor musun, vermiyor musun?”
“Vermiyorum! Olmayan bir şeyi nasıl vereyim. Yalan söylemiş o şerefsiz adam. İnan Sabri, bende altın yok. Hepsini sen almamış mıydın?”
Horozu kaldırıyor Sabri, tetiğe yükleniyor anında… Kafamda bir yerler yanıyor.
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz