Sevgili Münire,
Bu kez atölyeden yazıyorum size. Bulutlu, serin bir hava var Soma’da. İstanbul’a üç gün yağmur yağacakmış. Soğuğu buraya geliyor demek ki. Yine de doğanın hakkını yemeyelim. Şu birkaç haftada çok güzel yağmurlar yağdı. Kış aylarında beni bisikletle görenlerin ilk sorusu, “Yağmur?” oluyor. Ben de çoğu zaman, “Yağsa da ıslansam.” diye yanıtlıyorum bu soruları. Ne yalan söyleyeyim, son haftalarda iyi ıslandım. Kurt dumanlı havayı sever, diye bir söz var; şair için de yağmurlu havadan iyisi yok. Memleketimiz, son deprem sürecinde zirve yaptığı gibi, etkisi oralara kadar ulaşan acılar üretmeye devam ediyor. Depremin sıcak günlerindeki yardım çırpınışlarından haberdarız. Bunun için ne kadar teşekkür etsek az. Umarım o dönem mesajlaşmalarının nüksettirdiği bilek ağrın iyileşmiştir. Tahmin ettiğim bu sebeple mektubun gecikince ferah bir şeyler yazmak istedim sizlere: Kasabamıza bisiklet yolculuğu! Sizin Huston geziniz gibi yol üzerinde bir müzeye uğramadım. Mark Twain olmadığım da kesin; ancak çocukluğumun Huckleberry Finn ile yarışabileceğini çok rahat söyleyebilirim. 1 Geçen günlerde kasabamızda yapılacak bir iş çıktı. Babamızı kaybettikten sonra zeytin bahçemiz ile ilgili işler anneme kaldı. Annemin çalışkanlığına diyecek yok. Onu aşan tarla işlerinde aynı kasabada yaşayan yeğenleri yetişiyor imdadına. Bazen de titiz mi titiz teyze oğlu devreye giriyor. Zeytin budama işini de ona söylemişti zaten. Yakınımız da kendi tarlası gibi budatmış zeytinliğimizi. Dalları da küme kime yaptırmış işçilere. Eh, o dalları da toplayıp annemin keçileri için eve getirirdik her halde. Erkek kardeşim ilk gençliğinden beri İzmir’de çalışıyor. Sabancı’nın karton kutu fabrikası diye girmişti. Şimdilerde Avusturyalı bir firma için çalışıyor. İşte o kardeşim ile cumartesi gününe sözleştik. Kendisi on bir gibi kasabamızda olacağını söyledi. Bizim çocuklardan gelen olmayacaktı. Saime cumartesi çalışıyordu. Araba da ek öğrenci servisi için ona gerekliydi. Ben de, “Acaba bisikletle gitsem nasıl olur?” diye düşünerek yattım cuma akşamı. Sanki öyle yapmamışım da rüyaya yatmışım. Bütün gece bu konu ile ilgili rüyalar gördüm. Okuldayım. Derslerimiz tıpkı sizinkiler gibi yoğun. Ne yapsam, ne etsem; izin mi alsam, rapor mu patlatsam diye kıvranıp duruyorum. Sabah bir uyandım ki cumartesi. Ne okul var, ne bir şey. Hemen çayı koyup hızlı bir kahvaltı yaptım. Saime daha yeni uyanırken yedi buçukta bisikletle yola koyuldum. Normalde 2 bisikleti Beş Yol’a kilitleyip minibüslerle devam etmem gerekirdi. Ancak bugün öyle olmayacaktı. Daha evden çıkarken kafaya koymuştum. Mini alet çantamı, bir buçuk litrelik suyu boşuna atmamıştım sepete. Sakin sakin geride bıraktım Soma’yı. Doğan güne karşı yokuş aşağıya salındım mezarlığa doğru. Daha ne olduğunu anlamadan Boğaz’a kadar geldim. Oradaki ciddi tabelaların yanından süzülüp geçtim. Soma-Akhisar arası yolun en yokuş kısmı, Boğaz’dan Kırkağaç’a dönen viraj. O çetin tırmanış, “İyi düşündün mü, gerçekten gidecek misin? Bak sonra orta yerde falan kalmayasın!” der gibiydi. Daha Soma’dan çıkmadan böyle bir diyaloğa girmek ister istemez düşündürüyor insanı. Deneyim, orada devreye giriyor. Ondan sonra da zaten Öveçli, Kırkağaç Çamı, Alay derken bir ferahlık geliyor insanın üzerine. Sol yanda, ovanın ötesinde Siledik Antik Kentinin yükseldiği tepeye baka baka ıslık çalmanın sırası… Bahar ne güzel! Zeytinlikler arasında kendini gösteren zerdali ağaçları çiçek çiçek. Kışın nereye kaybolduklarını bir türlü çözemediğim kuşlar, sesini bana kadar ulaştırıyor. Güneyli bir esinti yüzüme yüzüme vuruyor. Yine de hızımı etkileyecek derecede değil. Bisikletimden, kendimden, yoldan eminim. Ancak böylesi yolculuklar o kadar eleştiri, hayret, tedirginlik ifadelerine konu oluyor ki insan ister istemez kendinden şüpheleniyor. Mesut Hocam var. Kınık’ta öğretmendi. Emekli oldu. Kaç yıldır her yaz Türkiye kazan o kepçe dolaşıyor. Emekli olduktan sonra tur başlangıç zamanlarını bahara çekti. Bu yıl bisikleti ile Türkiye haritası çizmeye niyetli. Onunla buralardaki kısa gezintilerde bir araya geldiğimiz oluyor. Ondan öğrendiğim en önemli taktik hızlı gitmemek. Ne zaman kendimi hıza kaptırsam Mesut Hocam aklıma geliyor, yavaşlıyorum. İyi ki de yavaşlıyorum. O sayede yolun, çevrenin, havanın içine karışıyorum sanki. Pek müzik dinlemiyorum böylesi yolculuklarda. Daha çok kuşlar, rüzgâr, manzaralar yetiyor bana. Bir radar gibi veri toplayarak ilerliyorum. Hep böyle değil elbette. Bazen bir şiirin, yarım bir yazının peşine düştüğüm de oluyor. Bu kez sipariş bir şiir var aklımda. Saime, mayıs başında kutlanacak olan “Engeliler Haftası” ile ilgili bir şiir istemişti benden. Alay’dan Kırkağaç Ovasına doğru bir kuş gibi süzülürken siparişin peşinde hissettim kendimi. Temel kavramlara hakimdim zaten. Beyaz İnci’de de dört yıl boşuna çalışmamıştım. Yirmi yılımı verdiğim yazı alanında da sizin chat GBT kadar da mı olamayacaktım? Öğrencileri, velileri, genel işleyişi biliyordum. Bu bilgileri bir ölçüye döküp anlamlı dizelere doğru ilerledim. Tahmin ettiğim gibi hıp tıs hıp tıs giderken üç dört kilometre içinde şirin ilk kıtasını tamamladım. Ne olur ne olmaz diye telefonuma sesli olarak kaydettim. Belki zorlasam kasabaya kadar kalan üç kıtayı da çıkarırdım ya üstelemedim. Ötesi çorap söküğü gibi gelecekti nasıl olsa. Yeniden yola odaklandım. Bakır, Harta derken uzaktan Akhisar göründü. Harta, küme evler diyebileceğim bir yer. Orası sanki Akhisar ile Soma arasında görünmeyen bir sınır. Soma’ya kar yağacaksa oradan başlar, Akhisar’a güneş açacaksa oradan açar. Akhisar ovası da o inişten başlayarak bir kilim gibi serilir önünüze. Az önce Alay’dan havalanan kuş şimdi ucu bucağı olmayan zeytinlikler üzerinden süzülüyordu. Üç dört kilometreyi bulan bu süzülüş Süleymanlı’ya varmadan tali yola ayrılmamla son buldu. Yeniden bisikletli oluverdim. Epey yolum vardı daha. Yine de bir sıkıntım yoktu. Şu yirmi yıl içinde daha önce de defalarca geçtiğim yollardı sonuçta. Tatlı bir yükseltide ilerliyordum. Ufak tefek iniş çıkışlar vardı. Bakımlı bahçelerde asırlık zeytin ağaçları yükseliyordu. Bir kenara oturup her birini heykel niyetine izleyebilirdiniz. Bir tarihçi, Ege kıyılarını üzerine tekrar tekrar resim yapılmış tuvale benzetmişti. Tam da onu örnekleyen bir durumun yanından geçiyordum. Sünnetçiler – Yatağan yol ayrımına gelmeden bir mezarlık vardı. Onu yalayıp geçen dere, yeni mezarlığın iki metre altında olacak şekilde eski bir mezarı meydana çıkarmıştı. Kuzenlerimden biri onun bir Roma askerine ait olduğunu söylemişti. Bir ayağımı yere koyup huzuru kaçmış o mezara şöyle bir bakıyorum. İçi boş, kenarlarındaki kaya kütleleri olduğu gibi duruyor. Belki de kuvvetli bir yağmur onları da alıp götürecek bir zaman sonra.
Uzaklaşıyorum o karamsar tablodan. Hemen o yakın köyde, Sünnetçiler’de, emekli bir resim öğretmeni arkadaşımız var. Ordulu olmasına rağmen yılın bir kısmını da burada, eşinin köyünde geçiriyor. Bisiklet turlarında görüştüğümüz; dost meclislerinde sazını, sözünü dinlemişliğimiz oldu. Seslenmiyorum ona. Belki dönüşte, diyerek kendimi teselli ediyorum. Otoban, Akhisar ayrımının üzerinden bizim gibi yolcular için yapılmış köprüden geçiyorum. İki yönden traktörler gelip geçiyor. Onlar da zeytin budamaya gidiyorlar galiba. Öyle miydi, böyle miydi derken Zeytinliova-Akhisar yol ayrımından karşıya geçip Ballıca’ya doğru pedallayorum. Böyle gidiyordum ya zeytinlikleri her seferinde yazmadığım sizi yanıltmasın. Aksini belirtmediğim sürece Soma’dan beri iki yanım zeytinlik. Daha da böyle sürecek. Evliya Çelebi Anadolu’daki ağaç bolluğunu anlatmak için ağaçların üzerinden zıplaya zıplaya Anadolu’nun bir baştan bir başa gezilebileceğini söylemiş o gün için. Benimki de o hesap. Son yokuşu da tırmandıktan sonra bir karar vermem gerekti. Ya sağdan gidip Ballıca, Dereköy üzerinden standart yolu kullanacaktım ya da dümdüz ilerleyip “Kırkağaç Sustası” dediğimiz şoseyi seçecektim. Tam da o sırada kardeşim aradı. Evde hazır olduklarını, beni beklediklerini söyledi. Bisikletle geldiğimi, yirmi dakika sonra kestirme yoldan tarlada olabileceğimi, onların da yola çıkmalarını söyledim. Osmanlı zamanından kalma yolda ilerlemeye başladım. Kırkağaç’tan “Manisa Sancağına” giden tarihi bir yoldu burası. Güncel yollarla kesişen yerleri asfaltlanmıştı. Günümüz şehirleri ile kesişmeyen kimi yerleri ise tarihi bir eser gibi kendi haline bırakılmıştı. Bu geçtiğim noktası da rüzgârgülleri tesislerinin hatırına bakım görmüştü. Bakım dediğim de dereden çakılı doldurup yola dökmüşler. Öyle bir gidiyorum ki sanki zıpzıptayım. Yolun geçilecek yerlerini kullanmak için epey zig zag çiziyorum. Ben böyle giderken çocukluğumuzda cukcuk ismini taktığımız kuşlar geçiyor sağımdan solumdan. Galiba zeytin çekirdeklerinin çimlenmesine katkıda bulunan, karatavuk dedikleri bir kuş bu. Ötede, rüzgârgüllerine yakın bir yerde, yol kıyısında budanmış zeytin dallarını yakan bir adam var. Kolay gelsin, deyip adres soruyorum ona. Konuşkan bir vatandaş. Doğru yolda olduğumu söylüyor. İlerideki labirentlerle ilgili ayrıntılı bir soru sorunca da zeytinliğe doğru, “Baba!” diye sesleniyor. Biliyorum ki babası gelse şıp diye tarif edecek yolları. Eskiden su değirmenleri vardı kasabamızda. Birkaçının çalıştığı günlere ben de yetişmiştim. Belli ki bu adamın babası da çok buğday götürmüş bizim kasabaya. “Zahmet ettirme adama!” diyorum. “Bulurum nasıl olsa.” “Uğurlar olsun.” Yolun tarifi basit aslında. Benimki biraz da muhabbet… Yol ayrımlarında hep sağa sapıyorsun olup bitiyor. Öylece ilerliyorum. Sancak yolu ara sıra iyice hissettiriyor kendini. Bir bakıyorsun annelerimizin suyu çıksın diye peynir torbalarının üzerine koydukları beyaz taşlarla döşenmiş bir kısım, bir bakıyorsun kara toprak. Son bir sağ yapıp dar bir yola giriyorum. Avuç içi kadar var yok. Buradan ilk kez geçen biri şimdi yol bitecek de zeytinlikler içinde kalacağım, diye düşünebilir. Çiftçiler de tarlalarını sürmeye yoldan başlamışlar zaten. Yine deneyimlerim yetişiyor imdadıma. Çok iyi biliyorum ki bu yol da kaybolmayacak. Yirmi yıl kadar önce, Akhisar’da bir bisiklet kazasında kaybettiğimiz amcam, ailemizdeki ilk üniversiteliydi. Öğretmendi. Gençliği bizim çocukluğumuza denk gelmişti. Babaanem, dedem erken öldüğü için bizim epey büyük ağabeyimiz gibiydi. İncirden başka tat bilmeyen damaklarımıza ilk çikolatayı o getirmişti üniversite okuduğu Bursa’dan. Sonbaharda tütünler bitince bizi süpürge toplamak için buralara getirirdi at arabası ile. O zamanlar, şimdi senin bulunduğun yer gibi, dünyanın öbür ucu gibi gelirdi burası bize. Yaz boyu o coğrafi keşfe çıkacağımız günleri iple çekerdik. Bu dar yoldan geçerken bisikletin tüm duyulara seslenen yapısı sayesinde görünmez bir kapıdan çocukluğuma girmiş gibi oldum. Amcamla oralardaki sınırlarda süpürge otu topladığımız günleri anımsadım. Büyük ihtimal o günlerde genç bir fidan olan koca bir meşe ağacına selam verdim. Odacık halindeki içi boş kaya mezarlarına şöyle bir baktım. İnsan için uzaklık kavramı nasıl da değişiyor zaman içinde. Şimdi aynı yerde kendimi köyüme gelmiş gibi hissediyorum. Biraz daha gidince bizden büyük kuzenlerimizin ot biçmeye geldikleri meşelik görünüyor. Biz de bazen onlara emrivaki yapıp gizli bir şekilde at arabalarının arkasına takılırdık. Yolun yarısından sonra bizi de ekibe dahil ederlerdi. O anda tarlalar arasında değil de çocukluk evrenimin gezegenleri arasında dolaşıyor gibiydim. Biraz daha gidince kiralayıp tütün işlediğimiz bir tarlanın yanından geçtim. O tarlada sabaha kadar tütün kırdığımız günleri çok iyi hatırlıyorum. Şimdi bisikletle geçtiğim bu yolda uykum kaçsın diye koştuğum olurdu. Ben önden, uyku arkadan… Lisedeydim. “İmkansız” şarkısı yeni patlamıştı. Bizim için de her şeyin imkansız göründüğü zamanlardı. Annem dirençliydi. Her şeyin düzeleceğini savunurdu. Kardeşim, bugün beraber çalışacak olduğum, biraz aksiydi. “Ney düzelecek?” diyordu anneme, “Nasıl düzelecek?” Beyaz bir atın çektiği bugün küçücük gelen bir at arabasının içinde geçiyordu bu konuşma. İşte şimdi tam da o konuşmanın yapıldığı yerden geçiyordum. Hayatın bir mücadele olduğunu kavramış bir haldeydim. Annem, kısmen haklı çıkmıştı. Kalan kısım da kardeşimi haklı çıkarmıştı. O günkü halimizden kişisel anlamda çok ilerideyiz. Ancak ters bir akıntının içinde gibiyiz. Geçtiğimiz kilometreler hanemize yazılsa da memleket olarak geriye gitmiş durumdayız. O konuşmanın yapıldığı kısa yokuşu da inip sağa dönünce tarlamıza beş yüz metre kalmış oluyor. Zamanında tütün işçilerine su taşıdığımız kuru kuyunun yanından geçerek döne dolaşa varıyorum tarlaya. Bizimkiler daha gelmemiş. Budanmış dallar düzenli bir şekilde bırakılmış zeytin aralarına, yemyeşil bahar otları koca tarlayı bir halı gibi kaplamış. Üstümle, başımla ilgilenip suyumu içmiştim ki bizim traktörün sesi duyuldu öteden. Annemin yüzünde hayret var. Belli ki evden bu yana bisikletle gelmemin şokunu atlatmış. Yine de söz arasında rahmetli amcamı da hatırlatıp “Biliyorsun.” demekten geri durmuyor. “Gelme bir daha bisikletle!” İş başlıyor. Yorgun muyum? Pek değil. Öyle bile olsa farklı kaslar çalışacak diye teselli ediyorum kendimi. Kardeşimle ben aşağıdan kucak kucak uzatıyoruz dalları. Annem eski toprak. Oruçlu hali ile ikimizi birden karşılıyor. On dönüm tarla, dört yüz ağaç. Bir römork, tarlanın yarısını ancak sığıyor. Yükü boşaltmak için evimize gidip sıkı bir aperatifin ardından yeniden koyuluyoruz işe. Güneyli rüzgâr, çığırından çıkıyor ara sıra. Dalları elimizden alıyor. Biraz zorlansak da bu ikinci araç ile tarlada tek bir budanmış dal bırakmıyorsuz. Evdeki boşaltma işlemini de dahil edecek olursak on birden on altıya kadar sıkı bir çalışmaya mal oluyor bu iş bize. Annemin aklı bende. Nasıl gideceğimi merak ediyor. Onu rahatlatmak için, “Arka rüzgâr var.” diyorum. “Sorun olmayacak gidişim. Sen rahat ol.” O ara kız kardeşimin de o gün için Akhisar’da olduğunu öğreniyorum. O da aynı kasabada yaşıyor. Orta okulumuzda Türkçe öğretmeni. Burada olsaydı yeğenimden filtre bir kahve içmek çok iyi olacaktı. Neyse, deyip toparlanıyorum. Annem o ara bir bal kabağı koyuyor sepetime. “Gidince ara!” diye de ekliyor. Hayat işte. İnsan ne kadar yaş alsa da annesinin gözünde evlat. Yarın öbür gün bastonla gelsem, “Aman,” diyecek annem, “Bastonunu bir yerde unutma.” Elbette çoğu anne için geçerli bir durum bu. Benim gibi çoğu evlat da kimi durumlarda ister istemez tedirginliklere, korkulara sebebiyet verebiliyor istemeden. Çarşı meydanına doğru yola çıkıyorum. Kız kardeşim yoksa kuzenlerim var. Onlara ille ki uğramalıyım. Büyük ihtimal hafta sonu için Akhisar’dan, İzmir’den gelmişlerdir. Sola dönüp saniyeler içinde kanatlı, siyah bir kapının önünde duruyorum. Araçları orada. Giriyorum içeri. Geniş avlu taş döşeli. Evlerinin hemen arkasında kocaman bir bahçe var. Kapıdan girer girmez yeni yetişen gençler karşılıyor beni. Kısa bir selamlaşmanın ardından bahçeye geçiyorum. Kuzenlerim orada. Yıllar önce üniversite kazanma hayalleri kurduğumuz duvarın dibinde kurdukları masada oturuyorlar. Ben de sırtımı kerpiç duvara verip zeytinliklere karşı oturuyorum. Bisikletin bu yönüne bayılıyorum. Bir anda başka bir dünyanın içinde buluyor kendini insan. On dakika diye oturduğum masada bir buçuk saat kalıyorum. Yediğim, içtiğim benim olsun da tarihçi kuzenimin yaptığı kemik sulu kuru fasülyeyi, ev yapımı bozayı saymazsam ayıp olur. Değerli eşini de son zamanlarda bazı haikularımın fotoğraflarından ismen tanıyor olabilirsin. Biz böyle otururken rüzgâr da iyice arttı. Karşımızdaki asırlık zeytin ağaçlarının dallalarını eğip büktü. Kuzenimin duvar ve çit dibine ektiği lavantaların kokusunu aldı aldı verdi. Bir komşu, çitten yeni fidanlar uzattı. O sırada bir diğer kuzenim çuval içinde bir sacla çıktı içeriden. Neler oluyor diye yanına gittiğimde otlar içindeki çatlamış değirmen taşını gösterdi. Onu çembere alıp sıkılayacakmış. Boş bulunup, “Usta?” diye soruyorum. Kendisi gayreti ile bizim örneklerimizden olmuştur. Manisa Organize’de işçilik, Marmara Makine Öğretmenliği diploması, Dokuz Eylül Makine Mühendisliği mezuniyeti… Kuzenim, soruma karşılık tarihimizin yazılı olduğu avuçlarını gösteriyor. Kuvvetli bilekler, nasırlı avuçlar, kocaman parmaklar… ‘Sabır taşları bile çatlayabilir,’ diye düşünüyorum buralarda. ‘Tütünde, pamukta, şimdilerde dersliklerde çeliğine su verilmiş bizlere çatlamak yakışmaz.’ Ben böyle derinlere dalınca selviler arkasından göz kırpan gün ışıkları da solmaya başlıyor. Kuzenlerim bal kabağının yanına koydukları bir demet kuru lavanta, bahçemiz için bir taze dal ile yolcu ediyorlar beni. Güneşi sol omzuma asıp yükleniyorum pedallara. Kaskım, güneş gözlüğüm, Civan’ın boyunluğu derken bir yabancı gibi geçiyorum meydandan.
Kasabamızdan çıkar çıkmaz Dereköy yolunu karşılayan, bir zamanlar, Apollonis Antik kentinin yükseldiği mermer kütleli genç dağ karşıladı beni. Çocukluğumuzda ördek gibi yüzdüğümüz, kasabamızın ortasından akan çay onun eteklerinden kaynıyordu. Kaynaklar 1987’de kurudu. Kalenin duvarları da taşkınlara sebep olan Ilgın Çay’ın ıslahında DSİ tarafından kullanılmış, diyorlar. Öylece geçiyorum yağmalanmış bir tarihin yanından. Güneş, bulutların arasından bir görünüp bir kayboluyor. Benim içimde ise gölgesiz bir aydınlık var. Soma’ya varmak ile ilgili en ufak bir şüphem yok. Dereköy çıkışında, modern bir evin bahçesinde çalışan bir kişiye kolay gelsin, diyorum. Sportmen yapılı, uzun kır saçlarını arkada toplamış biri. İlgileniyor yolculuğumla. Kendisinin de bisiklet kullandığını söylüyor. Bir şeye ihtiyacım var mı, diye soruyor. Soma’dan ortak tanıdıklarımız çıkıyor. O ara bir üçüncü köylü geliyor motoru ile. Koyu sohbetteki beni işaret edip, “Bu arkadaş kim?” diye soruyor. “Yeni tanıştık,” diyor bisiklet dostu, “Arkadaş Soma’dan. “ Üçüncü kişi helal olsun der gibi yanıma gelip elimi sıkıyor. Arkaya dolanıp sepetteki lavantaları kokluyor. Bahçedeki adamda kazları soruyor. “Soma için geç kalmışsın.” diyor bisiklet dostu. “Kuzenlerim lafa tuttu.” diyorum. “Giderim yavaş yavaş.” Birbirine eklenen sohbetler, babamın dikili ağaçları, halamların bitmez tükenmez anıları, onlara bir tütsü gibi eklenen ilk bahar kokuları alıp götürüyor beni. Sünnetçi’ler köyünün oradan geçerken arkadaşımı arıyorum. Eşinin sağlık sorunu sebebi ile İzmir’de olduğunu söylüyor. Hemen oracıkta son hikayemi selam niyetine yolluyorum ona. Asılıyorum pedallara. Romalı askerin boş mezarı yerli yerinde. Güncel mezarlıktaki selviler arka rüzgâra pek güvenmemem gerektiğinin işaretlerini veriyor. Az sonra heykel şöleni başlıyor yeniden. Akşamın alaca karanlığında görüntüler daha da çağrışımlara açık hale gelmiş. Oyalanmadan bir iki fotoğraf çekiyorum. Sabah beri kaç kez bir tablonun içinden geçiyor gibi hissettim kendimi. Yine öyle oluyor. Tablonun ortasında durup bir fotoğraf çekiyorum. Derken ana yolu buluyorum. Kısa bir süre ters yönden gidip Çobanhasan kavşağından kendi şeridime geçiyorum. Sabah kuş gibi süzüldüğüm yokuşu tırmanıyorum. Aydınlıkta buralara kadar gelmem güzel. Bu arada rüzgâr da iyice azalıyor. Varsın azalsın. Karşı rüzgâr olmadıktan sonra antremanlı bir bisikletçinin kendini taşımasında ne var? İşin güzel tarafı iftar dolayısı ile araçlar da azalıyor. Harta’ya varıp Kırkağaç’ı uzaktan görüyorum. Pili zayıflamış lambamın yanına telefonumun kuvvetli ışığını bağlıyorum. Arkamda ışık var zaten. Bir de reflektörlü yeleğim… Toplum zaten cezadan bıkmış. Yeleği gören beni polis zannedip üç metre öteden geçiyor. Böyle böyle Kırkağaç’a kadar vardım. Alay’a tırmandım. Sonrasında Öveçli’den Boğaz’a kadar salınıp geldim. Sabahki ciddi tabelalar akşam ışıkları ile aydınlatılmıştı. Onların yanından sol yaparak son yokuşu tırmanmaya başladım. Aheste aheste son sınavı da verdim. Eskiden teleferik kovalarla kömür taşındığı için “Vargel” diye anılan mevkiyi geçtikten sonra şehre doğru sessiz bir gece kuşu gibi süzüldüm. Kısa bir süre sonra evdeydim. Lavantaları Saime’nin oturduğu koltuğun önündeki sehpaya bıraktım. Bisiklet yolculuğunu bir iki gün sonra duyacaktı. Yorgunluğumu iki traktör dal taşımamıza verdi. Duşa girip çıktığımda bir şeyim kalmamıştı. Oğlum Civan’la bahçeye çıkıp taze lavantayı duvar dibine diktik. Şimdilik tutmuş gibi. Bir gün sonra da kuru lavantaları nane gibi iyice ufaladım. Ellerimin yağlandığını hissettim. Aşağıda, İngilizce dersinden çıkan Ekin, “Bütün ev lavanta kokmuş.” dedi. Daha da kokacaktı. Eski bir tülbenti parçalara bölüp avuç avuç lavanta doldurdum içlerine. Evin değişik yerlerine dağıttım. Çalışma masamda da bir tane var. İşin güzel tarafı leğen başında lavantaları öğütürken bir haiku çaldı kapımı. Bizim baba evimizde eski fotoğrafların olduğu çekmeceler pek açılmazdı. Sonu gözyaşı ile biterdi o maceraların. Bu yüzden babam pek taraftar değildi o fotoğrafların ortalığa serilmesine. Halamın konsolunun da büyük çekmeceleri vardı. Eski fotoğraflar, konsol, kuzenlerimin bahçesi, daha bir sürü şey. Haiku da oralardan çıktı zaten. Geçen gün sosyal medyada bir yazar arkadaşım, bu küçük şiirleri beğendiğini belirttikten sonra kendisinin de yazmak istediğini ama zorlandığını dile getirmişti. Kardeşim, bu kış zeytin topladığımız bir gün kendisini işle korkutmaya çalışan Ekin’e, eski yoğun çalışmaları ima ederek, “Bu işler bize tırı vırı.” demişti. Şimdi benim o küçük haikular da işin tır vırısı gibi geliyor bana. Mesele daha derin. Yazmak kolay da iş ki yaşayabilmekte. Sevgiyle, sağlıkla kalın Sevgili Münire, Elliot a çok selamlar.
Özlem YILDIZ Nisan 2/ 2023
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz