Çalınan Yalnızca Dikkatimiz mi?*
“Ayının kırk türküsü var, kırkı da ahlat üstüne.” diye bir söz duymuşsunuzdur. Benim türklülerim de uzun süredir bisiklet, kitap, yazmak, okumak, gençlerle bir şekilde iletişim kurabilmek üzerine.
Geçen hafta “Çalınan Dikkat” isimli bir kitap bitirdim. Epeydir gündemimde olan bir eserdi. Öykü yazarı Ahmet Büke’nin bir paylaşımında görmüştüm. Deneyimle sabitti ki bu öneri boşa değildi. Onun tavsiyesinden yola çıkarak harika kitaplar okumuştum. O gün hemen aklımın bir kenarına yazdım: Johann Hari – Çalınan Dikkat! Sonraki günlerde dersine girdiğim bir iki sınıfta, satış sitelerinde yer alan tadımlık giriş bölümünü okudum kitaptan.
Bir süre böyle dolandıktan sonra nihayet geçenlerde Soma’daki Aydın Kitabevi’ne siparişimi verdim. Birkaç gün içinde kitap elimdeydi. Tam da uzun süredir mektuplaştığım Münire Bozdemir’e yeni bir mektup yazabilmek için kıvranırken.
Depremden önce şakır şakır yazarken depremden sonra dikkatimi bir türlü içime yöneltememiştim. Tarifsiz acı, başka şey düşünmeme izin vermiyordu. Kendimi de bu anlamda tanıdığım için zorlama karalamaları yırtıp yırtıp sobaya attım. Ötedeki çekyata uzanıp yeni aldığım kitabı okumaya başladım.
Ne yalan söyleyeyim çok sık kitap bitiren biri değilim. Yarım bıraktıklarım da çoktur. Ancak bu kez işler yolunda gidiyordu. Kitap daha ilk sayfadan itibaren beni içine çekmişti. On, yirmi derken yüzü bulmuştum. Bu hummalı okuma böyle birkaç gün sürdü. Geçen hafta okulumuzdaki okuma saatlerinde de elimde hep o kitap vardı. Ders sonlarına doğru öğrencilerime de epey söz ettim ondan. Tanıtım başarılı olmuş ki bazı öğrenciler kürsünün etrafını sarıp kitabı ilgi çekici bulduklarını, okumayı düşündüklerini söylediler.
İki akşam önce bu harika yolculuk bitti. Aslına bakarsanız dikkatimizin çalındığını zaten biliyordum. Ancak bu kitap aracılığı ile kamera arkasını da görmüş oldum. Derli toplu anlatım için de yazarı kutlamadan geçemem.
Bu yazıda kitapta yer alan dikkat hırsızlarının ancak birkaçından söz edeceğim. Sosyal medya bahsini en sona bırakacak olursam uyku eksikliği, dikkatimizin çalınmasının ana etkenlerinden biriymiş. Yapay ışıkların bu kadar çok olduğu bir dünyada vücudumuz uyku moduna geçmekte zorlanıyormuş. İstisnalar olmakla birlikte sekiz saatin altındaki bir uykunun beynin tamamen temizlenmesine yetmediğini anlatıyor yazar. Gece biz uyuduğumuzda beynimizde hummalı bir “temizlik” faaliyeti başlıyormuş. Yazar, araştırmalar ışığında diyordu ki omur ilikten gelen sıvılar beynimizi yıkayıp temizliyor. Bunu daha iyi anlatmak için biraz daha kabalaşmayı göze alarak temizlenen o maddelere de beyin kakası diyor. Yani gerektiğinden az uyumuş birinin halini düşünün artık artık.
Tam da pandemiden sonra yaşadığımız bir durum aslında. O zaman bozulan uyku düzenlerimizi birçoğumuz düzelttik. Yine de başta öğrencilerimiz olmak üzere aramızda dikiş tutturamayan çok insan var. Şu günlerde neredeyse her sınıfta bir iki öğrenci gündüz uykusuna kendini kaptırıyor. İşin ilginci yazarın yararlandığı araştırmalara göre uykusuz birinin dikkati bir sarhoştan farksızmış.
Bir diğer dikkat hırsızı da gerçek anlamda oyun eksikliğiymiş. Hani tiyatro için güldürürken düşündürür, diye bir kullanım vardır ya oyun da insanın en iyi öğrenme yöntemiymiş. İnsan o sayede arkadaşlarını tanır, kendi sınırlarını keşfeder, tek başına veya takım olarak bir şeyler başarabilmenin mutluluğunu yaşarmış.
Kasabada geçen çocukluğumu düşününce A’dan Z’ye bu maddeleri yaşadığımı görüyorum. Tırmanılacak ağaçlar, yüzülecek sular, gece karanlığında ziyaret edilecek kral mezarları, bir sokak boyunca kurulan kurtlar sofrasında bilye oyunları…
Bu konuda uç bir örnek geliyor aklıma. Atların sahiplerini çiğnemediklerini duyduğumda kendimce bir oyun tutturup defalarca atın sırtından önüne doğru atlamıştım. Gerçekten de at beni çiğnememişti. Oğlum ilkokuldayken öğle tatilinden okuluna gittiği bir gün sokak arasına dönen bir aracın önünden kendini zor kurtarmış. Adam yarı beline kadar camdan çıkıp, “Oğlum senin anan baban yok mu?” diye söylenmiş.
Eskiden oyunlarımızın kontrolü bizdeydi. Şimdilerde hem evlere sıkışmanın sıkıntısı hem de paranoya derecesinde pompalanan korkular nedeni ile biz anne babalar bir gölge gibi izliyoruz çocuklarımızı. Parkta, bahçede, oyun salonunda, okul çıkışında. Telefon takip uygulamaları bile reklamlarında çocuk kaçırma sahnelerini gösteriyorlar anne babaların aklını almak için.
Hal böyle olunca tütün çalışmaktan bulduğumuz vakitlerde oyunlardan sonuna kadar yararlanmış biri olmama rağmen yaratılan korku ikliminden ben de payımı almıştım. Edirne’de üniversite öğrencisiyken İstanbul’da okuyan kuzenimi ziyarete gittiğimde Topkapı garajına nasıl da tedirgin inmiştim. Beni kim kaçıracaktı acaba? Bomba hangi köşede patlayacaktı? Ya bu şehir beni de yutarsa? Kuzenim de bu duygularımı körüklercesine polisten başkasına adres sorma, demişti.
Dilimden düşmeyen bu kitapta gıdaların da dikkati çaldığından söz ediliyor. Özellikle hazır gıdalara veryansın ediyor Johann Hari. En basit benzetme ile sıradan bir otomobile roket yakıtı koymakla eşdeğer olduğunu söylüyor o “gıda’ların. Araba bir süre uçar gibi gidiyor sonra fos diye olduğu yere çakılıyor. Merdivenleri çıkarken gencecik öğrencileri nefes nefese görmek sanırım böyle bir durum.
Bu şekilde bir başlıktan diğerine ilerledikçe iki yüz elli biliminsanının araştırmaları ışığında bizim de düşünmemizi sağlıyor yazar. Kutsanan hızın aslında anlayışı azalttığını dile getiriyor. Çarpıcı bir örnek olarak da Amazon’un sitelerindeki saniyenin bilmem kaçta kaçı yavaşlamanın müşterinin düşünmesine “sebep” olduğu ve alışverişin gerçekleşmesini önlediği dile getiriyor.
Bence kitabın en ilginç bölümlerinden biri de sosyal medya ile ilgi olan başlık. Bu ilginçlik biraz da bu alandaki davranışlarımızın diğer birçok başlığı etkiliyor olması.
Belli yaştakilerimiz bilir. Eskiden lunaparklarda el çabukluğu ile numaralar yapıp insanların parasını (ç)alan adamlar vardı. Üç fincandan birinin altına sakladıkları bir malzemeyi bulmanızı isterlerdi. “Bul karayı, al parayı!” diye de bağırırlardı. Oyun, kenardan çok kolay görünürdü. Böyle düşünmenizde seyirciler arasına karışan gizli bir ortağın da payı olurdu. Bu gizli ortak, çok rahat bir şekilde karayı bulup parayı alıyordu. Sıra size gelince işin rengi değişiyordu. Ne yapsanız da olmuyordu. Kara hep sizin seçmediğiniz fincanın altından çıkıyordu. Siz hayret ettiğinizle kalıyordunuz.
Kitapta bahsi geçen Google mühendislerinden biri, okul yıllarında sihirbazlığa çok meraklıymış. Yetenekliymiş de. Bu konuda bir yarışmayı kazanıp burs bile almış. Daha sonradan ABD’nin sihirbazlık konusundaki en ünlü kişisiyle bile tanışmış. Ancak bu genç, kariyerini sihirbazlık yerine mühendislik olarak planlamış. İlerleyen yıllarda hedefine ulaşıp Google’a kadar yükselmiş. Sihirbazlık işine gelince de… Bütün meselenin “kurban”ın dikkatini başka yöne çekmek olduğunu söylüyor.
Bu mühendis, bir süre Google’da çalışmış. Bakmış ki bütün amaçları insanların ekranlara daha çok bakmalarını sağlamak. Bunu fark edince itiraz edip ayrılmak istemiş. Etik kurulu benzeri bir birim oluşturup onu da başına getirmişler. Yetenekli mühendis, ilerleyen süreçte uyarılarının “dikkat”e alınmadığını görünce Google’dan ayrılmış. Ne yapsa olmuyormuş çünkü. Bütün niyet, reklam gelirlerinin artırılmasını sağlamakmış. Bunun için de ne yapıp edip kullanıcıları ekrana bağlamak gerekiyormuş. “Bul karayı al parayı!”
Bunu yaparken görülmüş ki insanlar nefret ettikleri, kin duydukları, öfkelendikleri zaman daha çok bağlanıyorlarmış ekrana. “Galeyan geldi mi mantık savuşur.” diye bir söz var. “Öfke baldan tatlıdır.” sözü de boşuna söylenmemiş. Acısı sonradan çıkıyor o başka.
Önceki davranışlarımızdan yola çıkarak bizi bizden iyi tanıyan, zaaflarımızı çok iyi bilen yapay zeka, arkadaşlarımızın masumane paylaşımlarının arasına sinir uçlarımıza dokunacak paylaşımları da bulup getiriyormuş. Bütün işi bizi delirtmekmiş zaten. Biz de kıvama gelince, “Allah sizin belanızı versin!” diye beddua ederken buluyormuşuz kendimizi. İşte bu aşama, yapay zekanın işini hakkıyla yaptığının göstergesiymiş. O dakikadan sonra savuşan mantığınızla sizi istediği gibi oynatıyormuş. Tramp başkan mı olsun, İngiltere Avrupa birliğinden mi çıksın?
Facebook nasıl isterse!
Ağır hastaların durumu sorulduğunda doktorlar, “Bilinci kapalı, beklemekten başka çaremiz yok.” diye acılı bir cümle kurarlar. İşte o beddua sonrası bizim halimiz de ondan aşağı kalır değil.
Sonuç olarak söyleyebilirim ki sosyal medyasız olmayacağı çok belli. Bu yazının hammaddesi olan kitabı da onun aracılığı ile öğrendim. Bunun için yarım ağızla da olsa bir teşekkür ediyorum kendilerine. Ancak “Acaba,” diyorum “Bazen oltaya vurup kaçan balık gibi mi davranmak gerek? Ya da oltadaki solucanı yemek yerine ötelerdeki deniz çayırlarından mı beslenmeli insan?”
Öyle veya böyle, farkındalığımızı artırmamız şart. Çünkü çalınan sadece dikkatimiz değil. İnsan o hızdan kendini çıkarıp biraz düşününce asıl çalınanın zamanımız, hayallerimiz ve hatta hayatlarımız olduğunu görüyor. Tabii ki hâlâ yaşıyorsa!
* Çalınan Dikkat – Neden Odaklanamıyoruz? Johann Hari, Metis 2023
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz