(*) Dile Kolay / Öykü/ Özlem Yıldız
Soma’nın kenar mahalleleri yaklaştıkça evler seyrekleşiyor. Gözlerimi kömür tepeleri karşılıyor. Onların ardında dalga dalga dağlar… Sanki bu dağların üstünü biraz açsanız kömür çıkıverecek karşınıza. Tıpkı Sarıkaya’da olduğu gibi… Sonra da yer değiştirip kaymağı alınmış yoğurt gibi kalacak dağlar.
Bir süre ilerledikten sonra dozer uğultularının kapladığı bir boğaza daldık. Solumda Darkale Maden İşletmesi… Dönüp duran bantlar, metal iskelelerden bir yol bulup düşen işe yaramaz taşlar, bu maceranın sonunda da kamyona dökülen pırıl pırıl kömür… Kömürün kamyonlara dolması çok seyirlik bir durum. Ancak vardiyalarını bitirip de ocaktan çıkan işçileri simsiyah ve isli paslı bir halde görmek seyrin tadını kaçıyor doğrusu.
Bisikletimin önündeki sepete yerleştirdiğim oğluma: “Yoruldun mu babacığım?” diyorum. “Ben yorulmam baba.” diyor üç yaşının peltek diliyle. “Ben yoruldum.” diyorum. O, pek oralı olmuyor. Başını uzatmış ön tekerleğe bakıyor. Bense yorulan bacaklarımla yükleniyorum pedallara. Ayda yılda bir binmek yorucu oluyor şu bisiklete. Daha yolun başında tıkandım kaldım. Oysa Darkale köyüne daha çok yolumuz var. “Hızlı gidelim baba!” diyor oğlum. “Tamam oğlum.” deyip biraz hızlanıyorum. Dar bir vadide ilerliyoruz. Bir yakada çam ağaçları, bir yakada asırlık zeytinler… Asılıyorum pedallara son bir gayretle. Oğlum: “Hıp tıs, hıp tıs!” diye bir ritim tutturuyor. Benim ritmimse nefesten.
Son dönemeçten sonra yol düzeliyor. Çiçeğe durmuş ağaçlardan gelen hoş kokular, kuş sesleri, oradan oraya uçuşan kelebekler, aşağılardaki derenin şırıltısı baharın geldiğini iyiden iyiye gösteriyor. Burnuma dolan kokular, kışın duman solumaya alışmış genzimi yakıyor. Tıpkı yaraya dökülen oksijen gibi.
“Baba dinle!” diyor oğlum. Dikkatim bisiklette olduğundan neyi kastettiğini anlayamıyorum. Bir daha tekrarlayınca daldaki kanaryayı işaret ettiğini anlıyorum. Aynı sese odaklanıyorum: Çufçufçuf…
Bir süre sonra yolumuz kör bir sokak gibi tükeniyor. Bir yakada kümelenmiş evler, diğer yakada mezarlık; yolun bittiği noktada asırlık bir çınar, onun ardında iki katlı Kırkoluk Camisi. Bu yapının alt katının duvarlarındaki kırk oluktan su akıyor. Suyun sesi, camiye bitişik kır kahvesinin müziği sanki. Darkale, birbirine bitişik evleriyle Soma’nın en büyük dağına yaslanıp kalmış, yıllanmış bir köy.
Yamaçtaki kır kahvesine yöneliyorum. Oğlum, kesme taşlardan yapılmış tarihi merdivenden çıkamıyor. Onu kucağıma alıp öyle çıkıyoruz. Koyu gölgedeki masalardan birine oturuyoruz. Kendime demli bir çay, oğluma da meyve suyu söylüyorum. Kahveciye kışın birkaç kez geldiğimi; fakat kahve kapalı olduğundan geri döndüğümü söylüyorum. O da: “Kışın gelen az oluyor diye açmıyoruz.” diyor. Rüzgâr püfür püfür esiyor. Oğlum daha ilk yudumda sıkılarak: “Bisiklete bakçam baba.” deyip korkulukların yanına gidiyor. Kahvede benden başka bir iki müşteri daha var. Kahveci beni hatırlamış olacak ki tekrar geliyor yanıma. Ona Musa Amca’yı soruyorum. “Öldü.” diyecek diye de ödüm kopuyor. Kahveci, Kırkoluk Camisini göstererek: “İşte orada!” deyince rahatlıyorum. Miyop gözlerimi biraz kısınca caminin altındaki girintide oturan ak saçlı, yaşlı adamı görüyorum.
Musa Amca’yla geçen sonbaharda tanışmıştık. Madenden emekliymiş. “Yirmi beş koca yıl!” deyip duruyordu. 1954’te girmiş, 1979’da emekli olmuş anlayacağınız. Adam boş biri değildi. Görmüş geçirmiş bir hali vardı. Ben de onu konuşturmak ve deneyimlerinden faydalanmak istiyordum. Kahvecinin de ondan aşağı kalır yanı yoktu. O da madende altı yedi ay kadar çalışmış, o dönemde madende birkaç ölümlü kaza olunca karısı: “Bırak bu işi!” demiş. Hatta daha da ileri giderek: “Ya ocak, ya ben!” diye diretmiş. O da ocağı değil karısını seçmiş.
Oğlumun elinden tutarak Musa Amca’ya doğru yürüyorum. Havuzun ardındaki sandalyelerden birine oturmuş, iki elini bastonuna kavuşturmuş. Gözleri kapalı. Uyuyor mu, kendi dünyasına mı çekilmiş belli değil. Bu manzara karşısında hissettiğim ilk duygu fotoğraf makinemi getirmemiş olmamdan kaynaklanan pişmanlık. Sonra da bir ikilem: Yaşlı adamı uyandırsam mı, uyandırmasam mı? İkilemimi oğlumun: “Baba gidelim.” diye mızıklaması bozuyor ve Musa Amca’nın da uyanmasını sağlıyor.
Musa Amca ile göz göze geliyoruz. Sıcak bir ses tonuyla, selamlıyorum onu. Gözlerini büyüterek bana bakıyor. Belli ki ağır işitiyor. Beni hatırlamayacak diye korkup sesimi yükselterek: “Daha önce de gelmiştim.” diyorum. O: “Geçen sene.” diyor. Ben: “Kışı çıkarmışsın.” diyorum. O: “Çok soğuktu.” diyor. Başka da bir şey demiyor. Gözleri, havuzun üzerinden kayıp asırlık çınara takılı kalıyor. Ben: “Musa Amca, çınar gibi bir ömür seninki.” diyorum. O: “Yaprak gibi.” diyor isteksizce.
Ben de konuşmayı kesip aynı dinginlikle etrafıma bakıyorum. Bakışlarım caminin yeni restore edilmiş saçaklarına ilişiyor. Az önce ahşap sandığım cilalı tahta görüntülerinin plastik olduğunu görüyorum. Kim bilir bu dingin bakışları hayatın üzerinde gezdirsem daha neler takılacak gözüme. Oğlum bozuyor bu tılsımı: “Baba gidelim!” “Havuza bak oğlum, belki balık vardır.” Tekrar saçaklardaki plastiklere bakıyorum. İçimden “Tahta gibi.” derken oğlum da: “Deniz gibi baba.” diyor avuç içi kadar havuzu göstererek.
Yaprak gibi bir ömür, tahta gibi plastikler, deniz gibi bir havuz… Ben bunları sayıklarken oğlum cup diye atlıyor havuza. Ödüm kopuyor boğulacak diye. Ani bir refleksle uzanarak çekiyorum keratayı havuzdan. Musa Amca, hâlâ sakin. İyi ki yedek kıyafetimiz var. Hemen oracıkta değiştiriyorum ufaklığın üstünü. Kerata hazır soyunmuşken çişi de sıkıştırıyor araya. Sonra da sinirlenmiş olmama aldırmadan: “Baba yüzcem.” diye tutturuyor. O dakikadan sonra işim daha da zorlaşıyor. Bakışlarım Musa Amca’yla oğlum arasında gidip geliyor. Anlaşılan bugün öykü adına pek bir şey çıkaramayacağım. Oysa geçen gelişimde ne güzel konuşmuştuk Musa Amca’yla. Daha ilk sorumda bir anısını döktürmüştü:
“Yerin altındaydık. Mesaimizin bitmesi çok yakındı. Bizler yeni bir sarma atmadan biraz daha deştik dağı. Yoksa Gamsız Çavuşun susacağı yoktu. Sabahtan beri sıkıştırmıştı bizi. Bizler de ister istemez sarıldık kazmalara. O ara tepeden, önce birkaç kömür parçası düştü. Ardından tavan kopuverdi sanki. Bir arkadaşımız bu çöküntünün altında kaldı. Alnımızdaki fenerleri doğrulttuğumuzda kayaların arasında elini gördük. Belli belirsiz kımıldıyordu eli. Telaşla bir yandan tavanı kolaçan ediyorduk, bir yandan da kömür yığınını deşiyorduk. Bir süre sonra arkadaşımızı çıkardık. Sizlere ömür tabii. Ben on sekizinde ya var ya yoktum. Gamsız Çavuş onu bir battaniyeye sardı ve uzaklaştı yanımızdan. Uzaklaşırken de sert bir sesle: “Kömüre devam!” diye bağırdı. Bu sesle yeniden işimize koyulduk. Ömrümüz varmış yaşadık. Yeraltında yirmi beş yıl, dile kolay.”
Oysa şimdi susuyor Musa Amca. Ben bu suskunluğu okumaya çalışırken oğlum -suyu sevmiş olacak ki- yeniden atlıyor havuza. Bende aynı telaş. Bir çırpıda çıkarıyorum havuzdan onu. Akşam olmak üzere. Kuru kıyafetimiz de kalmadı. Musa Amca, bastonuna basa basa doğruluyor. “Kalk kalk!” diyor. “Bize gidiyoruz.” Ben bu söz üzerine oğlumun elinden tutup yaşlı adamın peşine takılıyorum. Köyün içlerine doğru sıkı bir yokuştan ilerliyoruz. Darkale’nin sokakları da köyün adından aşağı kalmaz. İki kişi yan yana zor yürür. Saçaklar birbirine yaslanmış, yerler taş döşeli. Sokaklarda tek bir otomobil yok. O kadar ilginç ki sokaklar birçok yerde bazı evlerin alt katlarından geçiyor. İçinden sokak geçen evlere ilk kez rastlıyorum. Yaşlı adam bildik adımlarla ilerliyor. Ben oğlumun elini sıkı sıkı kavrıyorum. Neme lazım, yan taraf uçurum.
Musa Amca, iki katlı bir evin önünde duruyor. Bu evin içinden de sokak geçiyor. Cebinden çıkardığı büyük bir anahtarla açıyor kapıyı. Kapının çok kullanılmamış olmaktan kaynaklanan gıcırtısı, Musa Amca’nın yalnızlığını ele veriyor. Biz içeri adım atınca biraz daha canlanıyor yaşlı adam. Belli ki konuklarına dinç görünmek istiyor. Ahşap bir sandığın önünde duruyor. Sandığın üzerindeki eşyaları kaldırıp aralıyor sandığın kapağını. Kapakta da aynı yalnızlık gıcırtısı…
Oğlum, titremeye başladı. Bense meraklı gözlerle Musa Amca’yı izliyorum. Bir sandık dolusu çocuk kıyafeti… “Al!” diyor. “Giydir çocuğu.” Hemen bir iki kıyafet alıp giydiriyorum titrek ufaklığa. Yaşlı adam devam ediyor: “Hava serin, altlarda kazak da var.” El yordamıyla el örgüsü bir kazak çıkarıyorum sandıktan. Kazağa dikkatli baktığımı görünce: “Rahmetli örmüştü.” diyor. “Biricik oğlumuza. Onu toprağa verince bir daha çocuğumuz olmadı nedense. Öylece kaldı tüm bu eşyalar. Ne çok kavga ettik eşimle bu sandık yüzünden. Ben ‘At şu eşyaları!’ dedikçe o eski fotoğraflara bakar gibi bakar dururdu bunlara. En son kendisi de geçen yıl bu dünyadan göçünce bu sandık, ikisinin emaneti olarak kaldı bana.” dedi. Ardından sandığı biraz daha karıştırıp bir defter çıkardı altlardan. “Bu ne?” diye sorduğumda: “Bir madencinin anıları, merak edersin her halde!” diye yanıtladı. Heyecanla sarıldım deftere. O, titrek elleriyle defteri bana uzatırken temkinliydi. “Bak,” dedi. “bunu sana veriyorum; ancak ben ölünceye kadar okumayacaksın.” Ardından sürdürdü konuşmasını: “Bu akşam buradasınız, sizi salmam, misafirim olacaksınız.”
Ben bir anlık duraklamadan sonra ister istemez kabul ettim öneriyi. Gecenin bu saatinde böyle ıslak ıslak yola düşmeye de gerek yoktu. Musa Amca, mutfağa geçti. Dünden kaldığını söylediği makarnanın yanına bir de tarhana çorbası yaptı. Aralarda bir yerde de: “Bizim rahmetli minik de tarhanayı çok severdi.” dedi.
Oğlum -günün yorgunluğundan olacak- uyuklamaya başlamıştı. Ben, uykusunu bölerek birkaç kaşık tarhana çorbası verdim. “Baba doydum.” diyene kadar. Sonra da onu Musa Amca’nın gösterdiği yere yatırdım.
Musa Amca, pencereden yıldızları gözlemeye başladı. Gökte beliren dolunayın ışığı, karşı tepenin eteğindeki mezarlığı aydınlatıyordu. Ben: “Niye böyle dalıp gittiniz?” diye sordum. Pek oralı olmadı. Dalgınlığı sürüyordu. Hele dolunay yükseldikten sonra gözlerini kısarak bir şeyleri görebiliyormuşçasına mezarlığa odaklanmıştı. Bir ara benim sohbet ısrarımdan sıkılıp: “Bana sorma!”dedi. “Defter sana yeter.” Ardından ekledi. “Yirmi beş yıl yeraltında, dile kolay, ömrümüz varmış yaşadık.”
Bir süre sonra odasına çekilip yattı. Ben onun ayrıldığı yere oturdum. Mezarlık tam karşıda. Her şey karışık geliyor miyop gözlerime. Ancak bazı mezar taşları erken ölümler gibi öne çıkıyor. Bu karamsarlıktan kurtulmak için uzanıyorum oğlumun yanına. Durup durup öksürüyor. “Hasta olmasa bari.” derken sızmış kalmışım.
Rüyamda madenciyim. Kazmamın sapı meşeden. Bir iki kavak sapı kırdıktan sonra işi öğrenmişim. En çok kömürü ben çıkarıyorum. Musa ve Rıza en yakın arkadaşlarım. Başımızda da Gamsız Çavuş var. Bizden çok yaşlı. Çok ölüm görmüş ocakta. Kanıksamış artık ölümleri. Belki de bize öyle geliyor. O gün de yoğun çalışmıştık. Bizi sıkıştırıp durmuştu. Mesai bitimine yakın bir iki vagon daha doldurabilmek için sallıyorduk kazmaları. O ara küçük bir kömür parçası düştü kafama. Sonra da arkası geldi. Ne olduğunu anlamadan bütün ocak üstümdeydi. Son bir iki nefes, o kadar. Beni çıkardıklarında iş işten geçmişti. Tozlu bir battaniyeye sardılar beni. Burnum artık battaniyedeki kesif kömür kokusunu almaktan çok uzaktı. Battaniyeden çıkmak istiyordum; ancak battaniye bir kefen gibi sarmış beni. Vücudumda eski hareketliliğinden eser yok. Gamsız Çavuş, bildik bir hareketle sırtladı beni. Ne olduğunu anlamaya çalışan arkadaşlarıma da “Kömüre devam!” diye bağırdı. Ben bunu da duyamadım tabii. Sonra da gözünden iki damla yaş süzüldü ocağın zifiri karanlık tabanına. Bunu yalnız ben değil arkadaşlarım da göremedi.
O sırada oğlum: “Baba, çişim var.” diye uyandırdı beni. (Rüyada bile rahat yok.) Ter içindeyim. Sabah olalı çok olmuş. Çay, çoktan demlenmiş. Musa Amca giriyor kapıdan biz tuvaletten çıkarken. Bahçeden yeşillik getirmeye gitmiş, iki de köy yumurtası almış komşulardan. Hemen yapıyoruz kahvaltıyı. Ardından yola koyuluyoruz. Oğlum yine: “Hıp tıs, hıp tıs!” diyor ön tekerleğe baka baka.
Bir hafta sonra tekrar geldim Darkale’ye. Bu kez oğlumu getirmedim, geçen sefer başıma bir sürü iş açtı diye. Her zamanki gibi önce kahveye çıktım. Kahveci de alışmış bana, sormadan getirdi çayımı. Ben merakla: “Musa Amca indi mi bugün?” dedim. Mezarlığı göstererek: “Geçen hafta sizden sonra öldü.” dedi. İçim bir tuhaf oldu. Koca çınara ilişti gözüm. Rüzgâr sertleşince bir yaprak koptu çınardan. Savrula savrukla masama kadar geldi. Ben kahvecinin ardından: “Bir çay daha getir!” diye bağırdım. Musa Amca masadaymış da: “Yirmi beş yıl dile kolay, buraya kadarmış.” diyecekmiş gibi.
Ardından çınar yaprağını Musa Amca’nın anı defterinin yıpranmış sayfalarının içine yerleştirip ilk sayfadan başladım okumaya. İlk cümle: “Dile kolay.”
* 2008 Altkitap Öykü Yarışmasında Seçkiye Alınmaya değer görüldü, Kankurutan adıyla e-kitap olarak yayımlanan seçkide yer aldı.
Özlem YILDIZ
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz