Felsefe

Prof. Dr. Zehragül AŞKIN / Felsefe Yazıları:

Toplumsal Cinsiyet Eşitliğini  Gerçekleştirmeye   Kadın ve Erkekler Olarak Gönüllü’müsünüz?

Prof. Dr. Zehragül AŞKIN

Toplumsal Cinsiyet probleminin baypas edileceği bir dünyaya uyanmak mümkün mü? Bizler, tanıklık ettiğimiz 21. yüz yılın ilk çeyreğine damgasını  vuran  bir çok soru ve sorun ile  karşı karşıyayız. Ben bu soru ve sorunları    düşünce hastalıklarımız olarak nitelendiriyorum. Şimdi Nedir bu düşünce hastalıklarımız? diyesorucak olursanız Öyle çok ki saymakla bitmez. örneğin, başta eko sistemin tahribi   olmak üzere  ormanlarımızı  ve zeytin ağaçlarımızı kütük yığınlarına dönüştürmemiz, dağlarımızı ise maden ocakları haline getirmemiz, adaletsiz gelir dağılımı, yoksulluk, eğitim ve sağlıkta fırsat eşitsizliği, bu bağlamda insan ve hayvan hakları ihlali ve sonuçları, göçmen  sorunları,  ırkçılık, ötekileştirme, dogmatik önkabul ve yargılarımızın ötekileştirdiklerimizin  cehennemi olması, toplumun ötekisi olarak görülen kadınlara ve çocuklara yapılan  sistematik şiddet, ve zulüm ve şu anda okuduğunuz yazının konusunu oluşturan üzerinde söyleştiğimiz  kadının erkek karşısındaki ikinci cinsliği yani “toplumsal cinsiyet eşitsizliği”ni sayabiliriz. Bana göre, içinde yaşadığımız dünya da  insanlığın en büyük paradoksu  konu edindiğimiz toplumsal cinsiyet eşitsizliği gibi şikayet ettiğimiz tüm soru ve sorunların nedenini,  kendi türümüzün oluşturmasıdır.

Bildiğiniz gibi yazıyı soru ile genişletmek, felsefenin Sokratesci diyalektikten ödünç aldığı bir gelenektir. Bu çok değerli geleneği aktüel hale geçirerek soralım; Nedir Toplumsal Cinsiyet?  Bunun için öncelikle bir  biyolojik cinsiyet tanımı yapmamız gerekiyor. Biyolojik cinsiyet , adından da anlaşılacağı gibi fizyolojik bir özellik. Yani bizlerin XX veya XY  cinsiyetkromozonu ile kadın veya erkek  cinsiyeti  ile dünyaya gelmemiz. Biyolojik cinsiyet ile olan ayrımında  “toplumsal cinsiyet” ise yaşadığımız toplumun kadınlık ve erkekliğe ilişkin yapmış olduğu tanımlar ve   bu tanımlara  göre kesip biçilerek  biyolojik cinsiyete giydirilen  kadınlık ve erkeklik rolleridir diyebiliriz. Basit bir anoloji ile bizler, nasıl ki hergün gece uyuduğumuz odamıza sabah gözlerimizi açarak uyanıyorsak gündelik yaşamımızda da bizden öncekiler tarafından oluşturulmuş ve çoğu zaman  da hiç sorgulamadan kabul ettiğimiz,  kadınlık ve erkekliğe ilişkin,  toplumsal cinsiyet normlarına     fırlatılıyoruz . Öyle ki,  kadınlık ve erkekliğe ilişkin cinsiyet  rollerimizi içine doğduğumuz toplumsal  cinsiyet  normlarından hareketle oluşturuyoruz. Şimdi  kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılığın, erkeğin lehine, kadının ise aleyhine  yorumlanarak  bir    “toplumsal cinsiyet eşitsizliği”ne  dönüştürülerek   üretildiği  ve  kadının temel hak ve özgürlüklerinin baypas edildiği yer, tam da burasıdır. Burada hocam, Toplumsal cinsiyet eşitsizliği denince neden öncelikle kadınlar aklımıza geliyor; ya da toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin öznesi neden kadınlardır? sorusunu doğal olarak sorabilirsiniz? Buna yanıtım,  kadınların sadece ve sadece “fizyolojik olarak erkek değil de  kadın cinsel organı ile “  dünyaya gelmeleridir yanıtını verebilirim.  Toplumumuzda ve dünyanın   bir çok yerinde kadınlar doğal bir fizyolojik farklılıktan dolayı, birtakım zorluk, baskı, şiddet sarmalında  hak ihlallerine  uğramaktalar. Çünkü    toplumumuzda ve dünyada  kadınlık ve dişilliğintemsiliyeti “erkek egemen deneyim ve duruşu”  üzerinden tanımlanmaktadır.Burada toplumsal cinsiyet  eşitsizliği açısından problem, toplumun bir çok kesimi tarafından doğalmışçasına kabul edilen kadına yönelik hak ihlallerinin  sanki tarafsız, nesnel ve genel geçer bir bakış  gibi    erkeğin bakış açısından hareketle konumlandırılması, özellikle kadın deneyim ve duruşunu baskılayıp,   görmezlikten gelerek   ataerkil  yapılarıyla   kadını  kuşatmasıdır. Peki bu yapılar nerede? Bu yapılar  evde, sokakta , kamusal alanda anlayacağınız her yerde. Bu  ataerkil yapılarda kendisine  yaşam bulan  toplumsal cinsiyet eşitsizliği, bize kadınların erdemler ve   zihinsel performans konusunda erkeklerle eşit olmadığı ve olamayacağı mitosunu empoze ediyor.  Cinsiyetci bir tutumla  Erkekliği kışkırtıp kadınlığı ise bastırıyor. Örneğin, Kadının toplumdaki rolünü yalnızca çocuk doğurma ve ev işleri üzerinden üretiyor.

Öyleyse artık toplumsal cinsiyet hastalığının nerede nüvelendiği   sorusuna yanıt verebiliriz. Cinsiyet temelli ayrımcılığın kökeni,  içinde yaşadığımız toplumun  kadınlık ve erkekliğe ilişkin oluşturmuş olduğu ön kabullerinde  ve bu ön kabulleri sorgulamadan devam eden zihinlerimizde “bir düşünce hastalığı” olarak nüvelenmektedir. Bizler bu önkabullere yani  “düşünce hastalıklarına” doğuyoruz ve bu önkabuller üzerinden toplumsal cinsiyet algımızı yani kadınlık ve erkekliğe ilişkin tanımlarımızı oluşturuyoruz. Simone De Beauvoır’nın sözleri ile  «kadın veya erkek olarak doğmuyoruz; kadın ve erkek oluyoruz». Şimdi bu sonuç,    toplumsal Cinsiyet eşitsizliğinin  bizler tarafından inşa edilip üretildiği anlamına gelmelidir. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği konusunda yapılan istatistiksel açıklamalar ülkemizin 156 ülke arasında   130. olduğunu söylüyor. Öyleyse yapılması gereken ve bizlere düşen görev nedir? Bizlere düşen görev, toplumumuzdan devraldığımız  kadınlık ve erkeklik tanımlarını sil baştan yaparak «temel insan hak ve Özgürlükler» açısından     yeniden tesis etmektir. Bunun için de   aklımızı kullanma cesareti göstererek  aktarılan ve üretilen her türden cinsiyetçi cahilliğin önüne geçmemizdir. Bunun için bir zihniyet eğitimi seferberliğine toplumca ihtiyacımız var. Çünkü,  bu konuda aktarılan ve üretilen bir cahilliğimiz var. Sonuç olarak, toplumsal cinsiyet eşitsizliği bir insanlık ihlali sorunuysa, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği de bir insanlık hakkıdır.

Prof. Dr. Zehragül AŞKIN

***

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın