Öykü

Rahmetli Arkadaşım Antalyalı Yazar DURAN YILMAZ’ın Bir Öyküsü

 ‘ÖĞREK’

 Neden “Yörük Öyküleri”?  Duran Yılmaz, kendisi de güzel bir Yörük insanı da onun için herhalde. Bakın, yazdığı özgeçmişinde bunu nasıl anlatıyor: 1942’de Antalya- Serik’in bir köyünde doğdum. Yörük çocuğuyum. 1950’den sonra çadırdan çıktık.

 1957’de girdiğim Aksu Öğretmen okulunu 1964’de bitirdim. 1992 ‘de emekli oldum.

  D. Yılmaz’ın ilk öyküsü 1972’de Yeni Dergi’de yayımlanıyor. Daha sonra Yeni Adımlar dergisinin açtığı öykü yarışmasında “Yurt Yeri” övgü, “ “Kışlık” birincilik ödüllerini alıyor. 1975 Antalya, Sanat Festivali Yarışmasında da “ Başaklar olgunlaşırken” adlı öyküsüne başarı ödülü veriyorlar. Yazarın öyküleri Yeni Toplum, Yansıma, Sanat Emeği, Türkiye Yazıları, yarına Doğru, gibi dergilerde yayımlanıyor.

  Duran Yılmaz’ın bu güne değin yayımlanmış kitapları, Keloğlan ve Ak Ülke (1981), Küçük Balıkçı(1982), Yörük Hikayeleri ( 1983), Çoban Çocuklar (1988) ve Kadın Kokusu ( 1993)

ÖĞREK*

Kara Memet, içine kara üzüm, içine kırmızı lokum koyduğu heybesini eyerin kıç başına geçirdi. Dayısının çocukları ellerine bakardı varınca. Doru at heybenin altında uzun bir yola hazırdı. Ayak değiştirdi, gemini gevmeye başladı. Kara Memet dayısını, yengesini görmeyeli beş yılı aşıyordu. Askerden geldiğinde görmüştü son olarak. Dönüş o dönüş olmuş, bir daha gidememişti.

  “Güneş, Torosların diş diş doruklarını henüz kalaylayamıyordu. Ortalıkta koyu, ıslatan bir güz çiyi, havada bulut, nem vardı: Torosların dorukları akça bulutların kucağındaydı. Kışın muştucusu sabah yeli çadırlardan sızıyor, uykulu Yörük yuvalarını iliklerine kadar üşütüyordu.

  “Yayla dağlarının kök, yaprak, dişbudak boylarının seviştiği elde dokuma heybeye yerleştirdi ağzını Kara Memet. İki topak peynir, bir baş soğan. Tekenin kırmızı domatesleri çoktan kuruyup gazal olmuştu. Bu yüzden domates yoktu azığında. Özengiye ayağının ucunu bir değdirdi, bir değdirmedi, eyerin ortasında buldu kendini. Atın başını doğuya verdi.Güneş dağları ucundaki bulutları yalım kızıla boyarken geride kalanlara “sağlıcakla kalın, iletirim selamınızı” dedi. Topukladı atın böğürlerini. At birden zağaldı. Ayakları arkasında incecik bir toz bıraktı. Karısı, çocukları, obanın öteki insanları, düzlükte yitene dek baktılar ardından Kara Memet’in. Sonra ellerini koyunlarında ısıtarak çadırlara doluştular.

  “Atını dar eğri yollardan sürdü ha sürdü. Son güz sıcağı başlıyordu. Yolların kıyılarında Öğrekler, koyun sürüleri çokam çokamdı. Yolun çok yakınındaki çobanlara üşenmeden sormaya başladı Kara Memet:

  “Kardaş bu Öğrekler kimin?”

  “Değişik isimler söylüyordu çobanlar. Ama bir Yörük obasının adını duyamayınca bir hoş oluyordu. Öğrekleri iyi biliyordu ki Yörük elinde büyümüştü, doru, kır, yastık sağrılı… Böyle görkemli atı, aygırı, kısrağı hangi Teke köylüsü besleyebilirdi ki?.. Yılmadı, umudu kırılmadı Kara Memet’in Gördüğü çobanlara Öğreklerin, çadırlar, sürülerin hangi obanın olduğunu sorarak, ıraktakileri aklında yorumlayarak bir başına tüketiyordu yolu. Zaman kuşluğu kucaklarken Serik ovası bitti. At ön ayaklarını, Roma yapısı taş köprüsüne attı. Çayır üstünde yassı bir yılan gibi kıvrıla büküle uzuyordu köprü. Kara Memet köprüden huylanan atını tavladı, şişirdi:

  “De hey aslanım! Korkma. Elin gavurları binlerce sene geçmişler üstünde.”

  At, köprüden yavaş yavaş geçti. Karşıdaki verime hazır, kara topraklara ayağı değince esti, şakıdı. Yolun kıyısındaki öğreği görünce coştu, kişnedi.Kara Memet terbiyesinden asıldı atını. Duruttu. Yörüklüğün verdiği hayvan sevgisiyle öğreklere imrenek baktı. Sonra sesini çobanın kulağına doldurdu:

  “Hey kardaş! Ayıp olmasın ama, bu öğrekler kimin?”

   “Bilmiyor musun da beylerin.”

Kara Memet Yörük beylerin birinindir diye geçirdi içinden. Yineledi

   “Hangi beylerin?”

  “Sende bir şey bilmezsin kimin olacak? Tugay beylerin. Onlar yörük değildir. Bu öğrekleri de kendileri beslemezler. Otlakiyedir yani. “

Kara Memet düşünü: Her obadan iki at alsalar otlakiye… Amma da çok ot vardı şu ebylerin ovasında…

   “Ya Topraklar?”

    “Topraklar da Tugay beylerin. Ta şo,  daha ötedeki öğrekler de onların…”

   “Yutkundu Kara Memet. Topuklarını işletti. Yolu yiyen bir kurt oldu altında at. “Zaten yörüğün nesi var kı” diye söylendi. “Kara çadırından, akılsız başından gayri…”  ova bitimsiz bir deniz oluyor, sürünüyor, açılıyor, seriliyordu ayaklarının altında. Dümdüz, dalgalı, sarı bir denizdi ova… Ara sıra bozulmuş mısır tarlaları, kazığı kalmış pamuk tarlalarında öbek öbek öğrekler, sürüler, çadırlar ovanın gerdanında kara benlerdi sanki. Kara Memet’in içindeki toprak özlemi köpürüp taşıyordu bu sonsuz ovanın ortasında. Tekeden yaylaya yayladan Tekeye göçmekten bıkmıştı tüm yörükler gibi. Toprağa kök salma özlemiydi içini yakan. Yaylaya çıkınca yayla köylüleri ile dertteydi, Tekeye inince, beş beter. “Oraya konma, buraya konma…” Bu itip kakma, kötüleme, horlama yörüğün içine saplanan hançer, yüreğini yakan zehirdi. İskandan veri. Yola yakın bir öğrek görünce düşüncelerini kesti. Çobana doğru bağırdı:

   “Hey kardaş bu öğrek kimin ola ki?”

Çoban, sarı bıyıklarının altından ak dişlerini göstererek alay etti. Sonra Kara Memet’e karşılık verdi:

  “Kimin olacak Tugayların… “

  “ Ya bu topraklar bu ovalar?”

Çoban açıktan güldü Kara Memet’in bilgisizliğine.

  “Bu sonsuz ova da onların öğrekler de buraya kadar çakış, derler. Yörükler buraya çadır kurunca beyler hökümetten kuvvet istedi. Karşıda gördüğün candarma karakolu beylerin ovasına çadır kurdurmamak içindir.”

Kara Memet işletti topuklarını. At, ovayı bıçak gibi bölen bıçak oldu, kaydı. Yirmi kilometre sağında deniz, yirmi kilometre solunda Toroslar başlıyordu.”

  “ Her yer onların,” diye söylendi Kara Memet. “Bizi Tekeden Yayladan kovarlar. Ardımızı bile aramazlar. Hakkımızı alamayız. Onlara kuvvet verirler, karakol kurarlar, korurlar…”

Derin bir düşüncenin ortasında buldu kendini: “Üç saattir atım nal döver şu ovada. Kime sordumsa öğrek de, toprak da onların dediler. Hemi de kupkuru, ağaçsız, beygirsemiş kısrak gibi döle, berekete hazırlar.Tohumu saç üstüne, bire yüz kaldır. Ama otlak öğrek otlağı her yeri. Kaç bin yörük çadırı alır ki kaç bin sürü… Paşa sağ olsaydı, bizi de hatırlar mıydı kim bilir… Öleli tam yirmi sene oluverdi be. Iramatlı dedem az mı vuruşmuş yanı başında… Yok, mutlaka bizi de düşünürdü canım. Tüm Yörükleri bir yerlere oturturdu mutlaka…Bu topraklarda bereket kusardı. Sürülerimizin yarısını otlakiye vermekten kurtulurduk…”

At bilmem kaçıncı öğreği geçtikten sonra çamlı bir tepenin böğründen yürümeye başladı. Kişnedi. Ova burada bitti sanısı veriyordu. “Bereket ki bitti.” Diye mırıldandı Kara Memet. Esnedi. Bunca ovanın bir ocağın olmasına gönlü el vermiyordu. At dolu dolu soluyordu. Yorulduğu belliydi. Güneş öğle yerindeydi. Son sıcaklar dokunaklıydı. Çamalı tepenin böğründe kaynayan beton çeşmenin başında kendiliğinden durdu doru at. Su istiyordu.

  Kara Memet atını gezdirdikten sonra azığını çıkardı serdi önüne. Karnını doyurdu. Atının torbasını aldı, suladı. Gene atladı, sürdü. Tepeyi dönünce ova birden gene seriliverdi önüne. İçinde bir hırs kümelendi Kara Memet’in. Yutkun. Öbek öbek öğrek doluydu ovanın bu tarafı da. Deniz, sağ kolunun altında boğuşuyordu sanki, masmavi sonsuz… Deniz yeli serince okşuyordu yüzünü. Bir sigara yaktı.  Sol tarafında bir öğrek gördü. Çobana sordu. Köprü çayının berisindeki yanıtı aldı. Açıktan sövdü. Çoban ters ters baktı.  O, atını sürdü. Çobanların yalan söylediklerini, kendisiyle alay ettiklerini tasarladı bir an. Ama birbirlerini nasıl görürlerdi…

 Yol denize bir yaklaşsa, bir uzaklaşsa üç tepelere getirdi Kara Memet’i. Ovada elle dikilmiş yeşil bir dal bile göremiyordu.

  “Toprak kişinin harcından aşkın olunca böyle olur.” Dedi. “Şu obaların olsaydı buralar, bağ bahçeden geçilmezdi. Kışın yörükler kiralarla kışlak için, yazın otlaklar darı, susam ekerler. Elin toprağına kim diker bir dal. Farzet ki diktiler. Toprak sahibi bir yemiş bile yedirmez diken adamlara.”

Öğrek tepişleri kişnemeler dalga dalga ovada. Kara Memet:

  “Hey kardaş” dedi gene.

  “ Bu yerler, bu öğrekler kimin ola?”

   Sarı saçları papağından taşan çoban gülmeden karşılık verdi:

  “Koca hökümetler bilir bu ovalar sahabını. Arkadaş, sen nasıl oldu da duyup  öğrenmedin?”

  “Onların mı yani Tugayların”

Çoban başını sallayarak onayladı. Kara Memet öfkesinin altında kaldı. Sürdü. Tam iki saat kimseye sormamaya karar verdi.

At, eşkine devam ediyordu ovada. Güneş ikindiye devrilip gitmişti. Nemli deniz yeli altalamıştı sıcağı. Torosların tepeleri küme küme buluttu. Durgun, mavi akan Manavgat çayının başına gelmişti. Atını duruttu. Kasaba çayın öte yakasındaydı. Pek kalabalık değildi kasaba. Evler oraya buraya ağaçların arasına yayılmıştı. Kara Memet suyun serinliğine göğüs vererek sağ tarafına baktı. Sürülerce öğrek ardı. Birisi de yolun kıyısındaydı. Atın başını çobandan yana çevirdi Kara Memet. Başka isim duyarım umuduyla sordu.

  “Kardaş bu öğrekler, bu ovalar kimin?”

 Çoban ağzındaki sigara dumanını saldı. Duman yayıldı, eridi havada.

  “Beylerin kardaşım. Sen Serik’ten geliyorsun sanırım. O ilk geçtiğin taş köprüden başlar, bu köprüde biter beylerin yeri. Kıblesi deniz, poyrazı dağlardır. Ovada bütün öğrekler Yörüklerden alınan kışlak bedelidir, yani otlakiye…”

Kara Memet’in yüzü kara mora kesti birden. Öfkesi bir orduya baş kaldıracak denli güçlendi. Ne yapacağını şaşırdı. Atladı eyerden yere. Heybesini omzuna aldı. Atının terbiyesini eyer kaşına astı.

  “Deeh!” dedi. Dişlerinin arasından ıslık gibi bir öfkeyle, atının sağrısına kamçı atarak. “ Bu da Tugayların oluversin. Eyeri de benden! Bize ne kalmış kı koca yurttan?”

  Heybesi omzunda dik, sert, kinli adımlarla demir köprünün öte yakasına doğru yürüdü. Çoban arkasından şaşkın hiçbir şey anlamamış gözlerle bakıyordu.

Duran Yılmaz/ Yörük Hikayeleri/ Dayanışma Yayınları 1983/ Ankara

***

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın