SAFIMI SEÇİYORUM
On üç yaşındaydım. Yaz tatilinde Nallıhan çarşısında Hasanoğlan Köy Enstitülü ilkokul öğretmenim Emin Güney’i gördüğüm halde ona selam vermek şöyle dursun, ters ters baktım. Herkes ona “komünist” diyordu. Komünistler devletimizi yıkmak, ülkemizi bölmek istiyorlardı. Elimden gelse onları bir kaşık suda boğacaktım!
Hasanoğlan’da ilk yıllar Kemalettin Tuğcu’nun yoksul insanların, çocukların yaşamıyla ilgili merhamet ve sevgi dolu kitaplarını okuyor, Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun Orta Asya’da yaşayan Türklerin kahramanlıklarını anlatan kitaplarından büyük heyecan duyuyordum. Bunun yanı sıra çeşitli dergi ve gazeteler okuyor; İslam’a, Türkçülüğe merak salıyordum.
Tarım öğretmenimiz Ahmet Tuncer kısa boylu, fötr şapkalı, ağır ağır konuşan yaşlı biriydi. Aslen Manastırlıydı; küçük yaşta Türkiye’ye gelmişlerdi. Konuşurken, “örneğin” yerine “faraza” sözcüğünü sıklıkla kullandığı için lakabı “Faraza” olmuştu. Onun, arıcılık, tavukçuluk, fidan dikimi ve aşılar konusunda derin bilgisi vardı. Bir Çin atasözü; “İşitirsem unuturum, görürsem hatırlarım, yaparsam öğrenirim.” diyordu. Öğretmenimiz bu ilkeyi uyguluyordu.
İlkbaharda, soğuk havalarda sınıfa getirdiğimiz tomurcuklu dallara, elimizdeki çakılarla göz aşısı, yarma ve kakma aşı yapıyorduk. Öğretmenimiz derste siyasi konulara giriyor; hurafelere, dogmalara, her türlü yobazlığa verip veriştiriyordu. Nâzım Hikmet’ten, Çetin Altan’dan, İlhan Selçuk’tan söz ediyor, ufkumuzu açıyordu.
Ahmet Tuncer öğretmenimiz, 1789 Fransız Devrimi öncesinde halkın açlık ve yoksulluktan kırıldığını, hak ve eşitlik isteyenlerin hapishanelere tıkıldığını, “Ekmek istiyoruz!” diye isyan eden halka kraliçenin, “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!” dediğini, bu dönemde toplanan mecliste sert tartışmaların yaşandığını anlattı. Mevcut düzeni savunan asillerin, papazların ve kral yanlılarının salonunun sağına, değişim ve özgürlük isteyen halk mebuslarının ise soluna oturduğunu, bu yüzden sağ sol kavramlarının çıktığını söyledi.
Öğretmenimiz dışarıda gezerken cebinde Cumhuriyet gazetesi taşırdı. Ben de Cumhuriyet okumaya başladım. Cumhuriyet’te İlhan Selçuk’un “Pencere”sini, Akşam’da Çetin Altan’ın, “Taş” köşesini mutlaka okuyordum. Giderek ülkeye ve dünyaya bakışım değişmeye başladı. Mahmut Makal’ın Bizim Köy, Dursun Akçam’ın Analar ve Çocuklar, Fakir Baykurt’un Efkâr Tepesi, Irazca’nın Dirliği ve Onuncu Köy, Tırpan kitaplarını okuyunca gözüm iyice açıldı. Meğer ben ne kadar karanlık bir dünyada yaşıyormuşum? Arkadaşlarımızla tartışıyor, bilemediğimiz konuları araştırıyor, düşünce dünyamızı geliştiriyorduk.
On beş yaşındayken safımı seçmiştim; çalışan, üreten emekçi halktan yana olacak; baskıya, sömürüye ve adaletsizliğe karşı çıkacaktım. Ülkemizin bağımsızlığı için mücadele edecek, Atatürk’ün aydınlık yolundan yürüyecek; çağdaş uygarlığa varmak için çaba harcayacaktım.
Yaz tatilinde Emin öğretmenimle Nallıhan çarşısında karşılaşınca hemen yanına gittim, elini öptüm. Hâl hatır sorduk. Okuduğum kitapları duyunca, “Gemici, bak tüylerim diken diken oldu. Çok sevindim. Geçen yıl bana selam vermediğin gibi dik dik bakmıştın.” deyince ona bunun nedenini anlattım. Emin öğretmenimle ömrünün sonuna kadar bağımı hiç koparmadım.
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz