Birkaç yıl önce, okulların kapanmasına yakın ailecek İstanbul’a gitmiştik. Trafik fobim yüzünden aracımızı Bandırma’ya bırakıp feribotla geçmiştik karşıya. Soma’dan yola çıkar çıkmaz çocukları İstanbul trafiği konusunda epey fişeklemiştim. Pek etkili olamamışım ki, “Aracımız dururken yayan yapıldak gitmek de neymiş?” yollu sitemlerinin arkası kesilmedi.
‘Eh’ diyordum içimden, ‘Alacaksın bunları, şöyle bir uçtan bir uca geçeceksin İstanbul’u. O zaman seyret arabanın içindeki gümbürtüyü.’ Ama o da cesaret işi, kim iki kedi ile aynı çuvalda olmak ister ki?
Oysa deniz çarşaf gibiydi. Rüzgâr, kadife bir kumaş gibi yüzümüzü okşuyordu. Aslına bakarsanız yolculuğun nasıl geçtiğini anlamamaları gerekiyordu. Tüm bunlara ilaveten kaptanımız da tereyağından kıl çeker gibi yanaşmıştı limana. “Yapacak bir şey yok.” demiştim. “Düşün önüme!”
Çok geçmeden Metro’da aldık soluğu. Göz açıp kapayana kadar da İstiklal’deydik.
Çocuklar daha ilk dakikalardan etraftaki sakinliği sezdiler. Trafik su gibi akıyordu. Gişelerde, duraklarda sıranın s’si yoktu.
Dakikalar ilerledikçe çevrede gördükleri ile benimanl attıklarım çelişti kafalarında. Derken mırıltılar yükseldi. “Hani trafik? Hani duraklardaki kuyruklar?”
Gerçekten bu kadarını ben de beklemiyordum. (Ramazan dolayısı ile ortalık sakindi.) Öğretmenevindebile yer bulabilmiştik. Gelen ilk otobüse binmek sıradan bir olaydı. Bırakın çocukları ben bile kendime kızmaya başlamıştım.
Yine de belli etmiyordum onlara. “Ne güzel işte!” diyordum. “Gezin gezebildiğiniz kadar. Normalde üç ayda ancak gezebileceğiniz yerleri üç günde gezeceksiniz. Daha ne istiyorsunuz, Galata Kulesini bile kapattım size?”
“Bakma sen onlara hayatım?” diye araya girdi eşim. “Kırk yılın başı İstanbul’a gelmişsin. Her adım bir mucize. Bırak çocuklar söylensin dursun. İlerde nasıl olsa o trafikle yüzleşecekler.”
Bir gün sonra, “Akvaryuma gideceğiz.” deyince çocukların yüzü düştü. ‘O kadar yolu akvaryum için mi geldik?’ der gibi bir halleri vardı. Gelin görün ki İstanbul Akvaryum’dan içeri girince ikisinin de nutku tutuldu.
Suların fokurdadığı dikdörtgen bir akvaryum bekliyorlardı her halde. Bir anda ucu bucağı olmayan bir masal dünyasının içinde buldular kendilerini. Altımızdan, üstümüzden balıklar geçiyordu. Hem de ne balıklar! Hele akvaryumun ana gövdesi diyebileceğim bir yere geldiğimizde gerçekten su altındaymışız gibi nefesimizi tuttuk. Koca koca balıklar uzay gemileri gibi süzülüyordu karşımızda. Bir köpek balığı, burnu ile camı yokluyordu. O camın zemin ile kesiştiği yerde bağdaş kurmuş bir kadın,evrene mesaj gönderiyordu. Bizimkiler de hem balıklara hem de kadına bakarak hımmlamaya başladılar.
“Şışşt, abla rahatsız olacak!”
Bir süre sonra bu heyecanlı yolculuk sona erdi. Akvaryumdan çıkmıştık çıkmasına ancak çocukların akılları hâlâ oradaydı.
“Baba, o köpek balığı camı kırarsa ne olur?”
“Ne olacak? Eğer sular akacak bir yer bulursa onun çırpınışlarını biz izleriz. Çünkü suyun içinde öyle kasıldığına bakma, ne kadar güçlü olsa da bizim atmosferimiz ona yaramaz?”
“Ya sular akacak yer bulamazsa?”…
Ardı arkası kesilmeyen ahiret soruları eşliğinde taksiye bindik. Dolma Bahçe Sarayı’na gidiyorduk.
Öylece dalmışım. Çocukların dürtmesi ile uyandım.
“Baba geldik.”
Taksici kırmızı ışıkta durmuş, geri sayım sayacını izliyordu. Bir yandan da süre bitince patlatacağı bir saatli bomba gibi yokluyordu arabasını. Oğlumun işaret ettiği yere baktım.
“Aksaray” tabelası.
“Burası semt oğlum.” dedim. “Dolma Bahçe’ye daha var.” Taksici de sabrıma hayran. Biraz da muzip, “Efendim, isterseniz Aksaray’a da götürebiliriz. Ancak çok yazıyor.”
Belli ki taksici konuşmayı seviyor. Belki de nabız yokluyor, kim bilir? Konuyu değiştirmek ve çocukların sitemlerinden kurtulmak için trafiğin normal zamanlarda ne kadar yoğun olduğunu soruyorum. Bir dokun, bin ah işit. Taksici anlattıkça anlatıyor. O sıra çocukların yüzlerine bakıyorum. Bana hak vermeye başlamış gibiler. Öyle ya taksiciyi zorla konuşturacak halim yok. ‘Anlat anlat,’ diyorum içimden. ‘Heyecanlı oluyor.’
Taksici de yaman adam. Trafiğin sıkıştığı bir anda emniyet şeridi kesmeyince kaldırıma çıkıyor. İyice silkeliyor bizi. Bu çılgın hareketler çocukları da havaya sokuyor. Derken hedefe varıyoruz.
Geniş bahçelerde, ışıklı odalarda, hüzünlü salonlarda dolanıyoruz. Konuşkan rehberimizin ezberi, bizim için hayret verici tazelikte cümleler… Çocuk işte, işlemcisi yeni bir bilgisayar gibi bir anda yüklediğini düşünüyor her şeyi belleğine. Sonra da çekiştirip duruyor ya annesini ya beni. “Giiideeeeliiiiim.”
Rehber konuşadursun biz Boğaz tarafındaki bahçeye çıkıyoruz çaresiz. Yeni bir dosya açılıyor çocukların belleklerinde. “Baba; Atatürk, İngiliz Kralına, ‘Vatanımızın toprağı temizdir, o, elinizi kirletmez!’sözünü nerede söylemiş?”
Mavi sularının dövdüğü zincirli kapının oradan bakıyoruz Boğaz’a. Çocuklar o sahneyi canlandırmaya çalışıyorlar kafalarında. Ellerini de yere sürtüp avuçlarına bakıyorlar.
Eh, bu kadar ders yeter. Şimdi de hemen oradaki Kartal Yuvası’na, Beşiktaş’ın yeni stadına yöneliyoruz. Bu arada çocukların ikisi de annelerinin zoruyla Beşiktaşlı oldu. Doğduklarında babaları gibi Galatasaraylıydılar. Üstelemedim ben de. Dahası Çarşı falan derken neredeyse ben de Beşiktaşlı olacaktım. Ancak eşim, neden bilmem, beni Cimbom’dan koparmak istemedi.
Uzatmayalım. Kartal Yuvası da sakindi. Ancak sahaya girmemize izin yoktu. “Müzeyi gezebilirsiniz.” dediler.
Eh, buraya kadar gelmişken…
Eşim, yavru kartallarla beni baş başa bıraktı. “Ben şu gölgede biraz soluklanacağım.” dedi. “Saray havası beni çarptı.”
Siyah Beyaz (Doğal olarak) temalı müzede ilk olarak desibel odaları dikkatimizi çekti. Galiba eski statta desibel rekoru kırılmış. Kulaklarımızın pası gitsin düşüncesi ile o rekoru bir kez daha kırdık. Belki çocuklar bu ses odasından etkilenmiş olabilirler ancak beni 3D gözlük ile çıktığım yolculuk büyüledi.
Herkesi tek tek statta gezdirecek halleri olmadığı için özel bir düzenek kurmuşlar:Çözünürlüğü güçlü bir sanal gerçeklik gözlüğü, konforlu bir koltuk ve siz! Gözlüğü takınca lunaparklardaki radarlar gibi dönmeye başlıyorsunuz. Hem de ne dönmek! Bir anda gerçekliğinizden sıyrılıyorsunuz. Oturduğunuz koltuk da ona göre titreşiyor. İyice inanıyorsunuz gördüklerinizin gerçek olduğuna. Hareket etmek ne, uçuyorsunuz. Bir anda binlerce sandalyenin üzerinde görüyorsunuz kendinizi. Uçan halıda gibisiniz. Ancak o halı da sözünüzü dinlemiyor. “Varsın dinlemesin, ne olacak diyeceksiniz?” O anda sizin kadar rahat olamıyor insan. Çaresiz bir gidiş söz konusu. Bir adım sonrasını kestiremiyorsunuz. Yükseliyor, alçalıyor, ara sıra da koltuğunuzu titretiyor ki inandırıcı olsun.
Keşke o durumu anlatabilecek daha güzel sözcüklerim olsaydı. Ne diyeyim? Koltuğa yapışıp kaldım. Ellerimin uyuştuğunu da hissediyorum bu arada. Hem yükseliyorum hem de böyle bir aleti başıma sardıkları için çocuklara kızıyorum. O nasıl bir heyecan, o nasıl bir kendini kaptırma. Bir anda stat bile aşağılarda kalıyor. Butlulara yolculuk… Gökten Boğaz turu… Adamlar göğe ray döşemiş sanki. Git babam git bitmiyor. O bir şey değil aklım çıkacak. Ben ki liseden sonra gondola bile tövbeliyken bir de bu başıma gelene bakınız. Cömert de davranmışlar. Koltuktan öyle istediğiniz zaman inemiyorsunuz. İlle programladıkları yerlerden geçeceksiniz. Savrulacaksınız, yan düşeceksiniz, hacıyatmaz gibi yeniden doğrulacaksınız. Nihayet bitkinlik içinde koltuğa yapışmaktan başka çareniz kalmayacak. Öyle bir his dolacak ki içinize ellerinizi bıraktığınız anda sonsuzlukta kaybolup gideceğinizi düşüneceksiniz.
Bir böyle, iki böyle. En son ne yaparım, ne yaparım diye düşünmeye başladım. Çünkü iş istifa (Af edersiniz.) istifra noktasına kadar gelmişti. İçim dışım şişmişti. Tahammülüm de oraya kadarmış demek ki. O anda aklımda bir şimşek çaktı. “Eh, çakar tabi.” diyeceksiniz. “Bulutların arasında o kadar gezinirseniz.”
Ne yaptım biliyor musunuz?
Gözlerimi açtım.
Oh be! Nasıl bir ferahlık anlatamam.
Koltuk sallansın dursun altımda. Umurumda değil. O anda, suyun kaldırma kuvvetini bulunca hamamdan çıkan Arşimet gibi koşasım geldi eşimin yanına. “Buldum, buldum.” diye de bağıracaktım. Çocuklara ayıp olmasın diye tuttum kendimi.
Bir iki fotoğraf daha çekilip dışarı çıktık. Eşim, “Hayatım,” dedi , “Senin yüzün mü sararmış?”
Arşimet muhabbetine girmenin sırası değildi. İşi şakaya vurmak için, “Olacak o kadar.” dedim. “Ne yani, içeriden Siyah Beyaz çıkacağımı mı zannetmiştin?”
Stadın yanındaki kaldırımdan Gezi Parkı’na doğru yürümeye başladık. Oradan Taksim, İstiklal… Yokuş, çocukları boncuk boncuk terletiyordu. Bitkin bir halde, boş yolu gösterip beni çekiştiriyorlardı. “Yapacak bir şey yok,” dedim onlara, “Okulu astık diye dersler de tümden bitti mi sandınız? İstanbul nice ders barındırıyor içinde, öğrenmeye devam…”
Özlem YILDIZ
Mayıs 2020
Soma
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz