BARBENHEİMER: BEKLENTİMİZE DEĞDİ Mİ?
Aylardır beklediğimiz iki film 21 Temmuz itibariyle vizyona girdi. Bir tarafta pespembe ve plastik bir dünya, diğer tarafta atom bombasının mucidi. Artık defalarca duymuş olduğunuz bu iki filmi, Barbie ve Oppenheimer’ı konuşmamızın vakti geldi.
İlk olarak Barbie’yle alakalı fikirlerimi paylaşmak istiyorum çünkü birçok başlığı da film kapsamında tartışmamız önemli. Filmi Greta Gerwig’in yönettiğini öğrenince hemen listeme almıştım.Filmlerine aşina olduğum ve sevdiğim için de tabi ben de beklemeye koyuldum. Sonrasında ise inanılmaz bir pr sürecine şahit olduk. Hem oyuncuların çok sevilen ve başarılı insanlar olması hem de başlı başına Margot Robbie’nin tur esnasında giydikleriyle epey konuşuldu. Bir anda bütün giyim markaları koleksiyon çıkarmaya başladı, sosyal medyadaki içeriklerin çoğu filmle ilgili olmaya başladı. Bunun sonucunda çok sık sinemaya gitmeyenlerin de ilgisi çekildi. Popüler olana burun kıvırmanın kaliteli zevk belirtisi olduğunu düşünen kitle tabi ki yine her yerde eleştirilerini yapmaktan kaçınmadı.
Yeterince reklamı tükettik artık yetti diyecekken sonunda film vizyona girdi hemen o gün izledim.Açıkçası filmden beklentim müthiş bir feminist manifesto olması değildi yalnızca işlerini beğendiğim bir yönetmenin Barbie gibi tüm dünyaya yayılmış bir figürü nasıl ele alacağıydı. Set tasarımına hayran kaldım. Gerçekten evreni yaratırken her şeye çok dikkat edilmiş, seyir zevki çok yüksekti. Ryan Gosling, Ken rolünde çok iyi bir iş çıkarmış, epey güldüğüm yer oldu. Filmin konusuyla ilgili açıkçası ne desem bilemiyorum. İzlerken beni rahatsız eden çok fazla nokta olmadı fakat genel anlamda insanların fikirleri ikiye bölünmüş durumda. Bir kısım filmi izlerken epey duygulanmış, görünür hissetmiş; bir kısım da konuyu ve işleniş biçimini feminizmden epey uzak hatta baltalayıcı bulmuşlar.
Daha filmi izlemeden önce Barbie kadar problematik bir figür ile tam anlamıyla kadın erkek eşitliğini savunabilecek, kadınların bedenleri üstüne yaratılmış bütün normları yıkacak güçte bir şeyler çıkacağını beklemiyordum ki bunu beklemek epey hatalı olur. Tüm bunlara rağmen ortaya konan filmi çok eğlenceli ve keyifli buldum. Kadınları ve kız çocuklarını yüreklendiren güzel cümleler vardı elbet ama o sahnelerde de bir türlü filmin direkt seyirciyle konuşabildiğini hissedemedim. Cümleler güzel olmasına rağmen havada kaldı ve benim gözümde pek gerçekliğe ulaşamadı. Genel manada izlerken hiç sıkılmadığım, bazı sahnelerine hayran kaldığım ve üstüne emek verildiği belli olan bir filmi. Yıllar içerisinde filmin hem Gerwig’in filmografisinde nasıl bir yere sahip olacağı hem de seyirciler tarafından ne kadar benimseneceğini merakla bekliyorum.
Oppenheimer ile ilgili fikirlerimi belirtmeye geçmeden önce biraz daha filmin konusuyla alakalı birkaç cümle kurmak istiyorum. Doğru yerden doğru şeyleri beklemek bence çok önemli. Barbie’nin başrolde olacağı bir filmden en fazla bu kadarı çıkabilirdi bence. Filmi plastik feminizm diye niteleyenleri anlamakla birlikte filmdeki üslubunda anca bu kadarına yeteceğine inanıyorum. Arkanızda sinema sektörünün en büyük şirketlerinden biri varken Hollywood’un kucağında feminizmi şahlandırmak zaten epey bir ironik. Sorunu besleyenler arkanızda olduğu sürece çözümü de orda aramak olacak bir iş değil. Kişisel olarak feminizmle ilgili gözümü açan, kadının dünyadaki konumunu en sahici aktaran kişi şu ana kadar izlediklerim arasında hep Varda oldu. Bunun sebebi ise sloganvari cümlelerin belli başlı sahnelerde bulunmasındansa her sahnede alttan alta varlığını hep belli etmesi. Hele ki kendi üstüne odaklandığı filmleri izledikten sonra hep yeni fikirler geliştirdim ve hep özgürleştiğimi hissettim.
Evet, gelelim diğer filmimize. Nolan ne yapsa haklı olarak herkesin beklentisi yüksek oluyor. Üstüne üstlük müthiş bir kadro var. Hem bu saydıklarımdan dolayı hemde Barbie ile aynı gün vizyona girdikleri için uzun süredir film radarlarımızdaydı. Olumsuz eleştirilerimden başlayacağım, öncelikle 3 saatlik bir filmin ilk yarısında bu kadar az şey anlatılırken olayların neredeyse yarısından fazlasının ikinci yarıya sıkıştırılması izlerken epey bir yordu. Sona doğru izleyicilerin nabzını yüksek tutmak için mi bu yola başvurdular bilemiyorum ama odaklanma konusunda ufak bir sorun yarattı. Gelelim Florance Pugh’nun oynadığı karaktere. Bu kadar yetenekli bir oyuncunun 3 saatlik bir filmde bu kadar az oynaması ve karakterin inanılmaz yüzeysel çizilmiş olması epey canımı sıktı. Emily Blunt’ın karakterini daha iyi izleyip anlama şansımız oldu keşke bunu Pugh’nun karakteri için de söyleyebilseydim.
Beğendiğim detaylara gelirsem sanırım beni en çok etkileyen kısım Oppenheimer’ın içinde yaşadığı o etik sorununu ekrana bu kadar iyi yansıtmaları oldu.Oppenheimer’ın bize tarihte yaşamış biri olduğunu hatırlatıp ekranda gördüklerimizin bir zamanlar gerçekten yaşanmış olduğunu hatırlatmak için çok iyi bir hareket olmuş. Bunun dışında ben de herkes gibi çekimlere, kostümlere ve hikâyenin anlatım biçimine hayran kaldım.
İster bir tanesini izlemiş olun isterseniz ikisini de bu ekonomiye ve bilet fiyatlarına rağmen insanların böylesine sinemaya gitmiş olması mutluluk verici. Bu da bir fedakarlığın göstergesi. Keşke sanata dair böylesine ufak katılımlar lüks olmaktan çıkıp normalimiz haline gelse fakat yakın vakitte bu asla mümkün durmuyor. Toplumca gerçeklikten en çok kaçmaya ihtiyaç duyduğumuz vakitlerde bile bizi buradan koparacak araçların lüks oluşu hem üzüntü hem de haklı bir kızgınlık yaratmakta. Dilerim ki öyle bir zaman gelir ki sanat en büyük gerçeğimiz olur ve ulaşamayan tek bir insan kalmaz. Herkese iyi seyirler dilerim…
Zeynep Saatli – Temmuz 2023
***
Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz