Öykü

Cevdet Günal Tüzün ve Güzel Bir Anı Öykü

BİR ÇİFT AYAKKABI

“ Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz,
Hak’tan emrolmayınca rahmeti yağmaz,
Şu elin attığı taş bana değmez,
İlle dostun attığı gül, pareler beni.”

Babamın en sevdiğim alışkanlıklarından biri, arşivciliğidir. İçlerinde en çok ilgilendiklerim siyah- beyaz veya renkli basılmış fotoğraflardır. Onlar hayatın bir an için durdurularak korunduğu eşsiz eserlerdir.

Babam ile bir araya geldiğimiz günlerde bu eski fotoğraflara bakıp, ondan özel anların ayrıntılarını dinlemeyi çok severim. Her fotoğrafı sanki birer hikâye kitabıymış gibi o kadar güzel irdeler ve anlatır ki, zaman ve yer kavramı bende tamamen değişir, sanki o fotoğrafların çekildiği an ile bütünleşirim.

Yine bir yaz tatilinde geldiğim babaevimizde fotoğraflar ile dolu, kullanılmış, oldukça yıpranmış, eski bir deri çanta olan, hazine sandığı olarak isim taktığımız çantayı karıştırırken, çantanın köşesinde astarın arkasına adeta saklanmış gibi duran bir fotoğraf elime geldi. Fotoğrafta ön planda; bütün haşmeti ile gökyüzünü taşıyormuşçasına dallarını göğe uzatmış bir dut ağacı altında toplanmış farklı yaşlarda bir grup çocuk görünüyordu. Yaşça büyükmüş gibi olanlar ağaca tırmanırlarken, ağacın kuvvetli bir dalına kurulmuş salıncakta zayıf, ufak tefek bir çocuk oturmuş ve ona benzer bir çocuk ise salıncağın iplerinden tutmuş durumdayken zaman durdurulmuştu. Arka planda ise; toprak damlı taştan yapılmış bir ev, evin önünde bulunan açık ocaklarda yanan odun ateşlerinde yemek yapan, ekmek pişiren ve belki de aynı zamanda koyu bir sohbet içinde olan kadınlar vardı. Burası; babamın hep özlem içinde anlattığı, yazları dedesi ve babaannesi ile birlikte kaldıkları bağ eviydi.

Fotoğrafa daha dikkatli baktığımda tanıdık yüzler ile karşılaştım.Fotoğraftakilerin çoğunluğunu ya tanıyordum ya da babamın anlattığı kadarıyla kim olduklarını biliyordum.Kadınlardan; yaşlıca, başını oyalı yazma ile örtmüş Sümerbank üretimi güllü dallı desenli elbiseli olanı; babamın babaannesi ve onun yanında tahta bir tabureye oturmuş, başı beyaz tülbent ile örtülü, üstünde örgü ceket ve altında çiçek desenli şalvar giymiş olanı, babamın annesini tanıyordum. Benzer giysiler içinde olan diğerlerinin komşu kadınlar olduklarını düşündüm. Çocuklar ise;amcalarım, halam ve diğerleri ise bugün hâlâ,amca ve hala dediğim kişilerdi. Salıncaktaki çocuk babama çok benziyordu. Fakat, salıncağın iplerine tutunan çocuğu daha önce hiç görmemiştim.

O çocuk diğerlerinden daha farklıydı; daha mahzun, daha ürkek, daha geri plandaymış gibi, yani tam olarak tanımlayamadığım bir farklılık içindeydi.

Fotoğrafı alıp, oturma odasına geçtiğimde babam o değişmez koltuğuna oturmuş, yeni yayınlanmış bir kitabı okuyordu. Koltuk dediğime bakmayın, oldukça eski, sanki kullanılmaktan adeta babamın vücut şeklini almış kabarık kollu, kadife döşeme ile kaplanmış bir baba koltuğu. Koltuğun yanındaki yuvarlak maun sehpada, olmazsa olmaz not defteri, bir bardak demli az şekerli çay ve boş bir kül tabağı vardı. Sigarayı hiç kullanmamıştı babam ama babasından kalan o camdan kesme gösterişsiz kül tabağını sehpadan ayırmazdı. Sigara tiryakisi olan babasını, onun sağlığını nasıl kaybettiğini anımsattığını ve sigara içilmemesi için bir anıt olarak saklanması gerektiğini söylerdi. Okuduğu kitaplardan hoşuna giden cümleleri,kullanılmaktan yıpranmış ciltli not defterine not alır, ya da konular ile ilgili yorumlarını not ederdi. Ciltli not defterlerini de tarih sırasına göre kütüphanesine yerleştirirdi. Kitapları, kenar notu yazılamayacak kadar kıymetliydi.

Odaya girdiğimi gören babam, gözlüğünün üzerinden “ne var” der gibi baktı.

“Hazine sandığını mı karıştırdın yine?” dedikten sonra elde ettiğim ganimetimi görmek için elini uzattı.

Fotoğrafı verip, dizinin dibine oturdum. Ben babamın yeni bir hikâye anlatmasını beklerken, babam öyle derin bir ah çekti ki, sanki o an dağlar devrildi, denizler taştı, kıyamet koptu da ben ortasında kalmışım gibi hissettim.

Babam, resimdeki her kişiyi tek tek okşarken, eli o çocuğun üzerinde donup kaldı. “Ah be Ahmet ne çok üzdüm ben seni” derken sesindeki titreme, dünyanın en güçlü depremlerinden bile daha sarsıcı bir etki yarattı. Babam, gözleri dolu, bir bana bir de o an elinde yeni sıcak bir bardak çay ile odaya giren anneme baktı, eli sanki çok ağır bir yük taşıyormuş gibi yanına düşüverdi.

Havada öyle bir ortam oluştu ki annemle babam sanki yıllar öncesine gidip, yoğun bir duygu bulutu içinde odaya dönmüş gibiydiler.

Ben daha “ne oluyor” demeden babamın ağzından yine derin bir “ah” çıktı. Annemle babam birbirleri ile bakışarak konuştular, her ikisi de bana nemli gözler ile bakarak,sanki sadece birbirlerini ve beni değil, tüm dünyayı gözleri ile kucaklayıpsardılar.

Babam yine bir hikâyeye başlar gibi, ama daha öncekilerden daha farklı bir ses tonu ile fotoğrafa bakarak anlatmaya başladı;

Çocukluğumun ilk yılları epey zor geçti. Bünyemin zayıf olması nedeniyle, sık hastalanırdım. Ailenin en küçüğü olmam ve sürekli rahatsızlanmam nedeniyle, büyüklerin oynadıkları oyunlardan geri kalır, çoğuna katılamazdım.Küçükken geçirdiğim zatürrenin etkisi ile rahat nefes alıp veremiyordum. Bu nedenle diğerleri gibi koşamıyor, ağaçlara tırmanamıyor ve uzaklara gidemiyordum. Ben de okuma gibi fazla enerji harcamayacağım etkinliklere yöneldim. Ailede adım “küçük adam” a çıkmıştı. Bu daha çok bir iltifat gibi söylenirdi. Benden büyük çocuklardan daha hızlı okuyup, anlayıp, yorumlar yapabiliyor, aile büyüklerinin sohbetlerinde ara sıra da olsa söz alabiliyordum.

Benim oyun eksikliğimi kapatmak ve biraz olsun moral desteği olsun diye, babamın süt kardeşinin oğlu Ahmet, arada sırada bize gelirdi. Ahmetlerin evi, bizim evin ardında bulunan tepelerin arkasında, yürüyerek bir, bir buçuk saat kadar uzaklıktaydı. Babası Ali amca bir süre gurbette işçilik yapmış, biraz para biriktirmiş, köyünde kendine yetecek büyüklükte bir arazi alıp, toprağı ekip biçerek, birkaç kümes hayvanı ve büyük baş, küçükbaş hayvan besleyerek ailenin geçimini sağlamıştı. Ahmet çok çocuklu ailenin küçüklerindendi. Yaşı bana yakın olduğu için babamın isteğini kırmayan Ali amca, kendi işlerinin olmadığı zamanlarda Ahmet’in bana arkadaşlık etmesine izin vermişti.

Ahmet ile o kadar iyi anlaşmıştık ki, öz kardeşten ileri olmuştuk. Bize geldiği zamanlarda sadece oyun oynamaz, beraber ders de çalışırdık, kitap okuyup, birlikte zamanın nasıl geçtiğini unuturduk. Ahmet’in hep bizimle kalmasını isterdim, ama onun yapılacak çok işi olurdu. Sabahları tavukları yemleyip, kümesten çıkartır, yumurtaları toplar, keçiler ve koyunların otlağa sürülmesinde abilerine, ineklerin sütlerinin sağılmasında anacığına yardım ederdi. Zaman içinde sanki ben Ahmetlerin, Ahmet de bizim ailemizdenmiş gibi oldu. Hani derler ya içtiğimiz su ayrı gitmezdi.

Yumurta ve sütten benim payım asla unutulmazdı. Hele ineklerin yavrulama sonrası alınan ağız olarak bildiğimiz o ilk sağılan son derece sağlıklı, kremamsı süte ben de ortak olurdum. Zamanı geldiğinde açtıkları kara kovanlardan ilk dilim bal benim payımdı. Bu beslenme sayesinde bünyem epey sağlamlaşmış, sağlığım toparlanmaya başlamıştı. Kısa mesafeler olsa da yürüyüşler yapıyor, oyunlara katılıyordum.

Resimde de gördüğün gibi, ayaklarımızda, “cızlavet” olarak adlandırılan, kara lastikten ayakkabılarımız vardı. Çoğunlukla içleri astarsız olduğu için, ayaklarımız ter içinde sırılsıklam olur, toz toprak ile akşama kadar ayaklarımız çamura bulanırdı.

Ahmet’in ayağında ise, anacığının bez ve deriden yaptığı çarık vardı. Birkaç kez denediysem de bu sert ayakkabıyı giyememiştim. Ayakları nasır içinde oldu için Ahmet, rahatlıkla giyebiliyor, sanki ayağının bir parçasıymışçasına rahat hareket ediyordu. Babam ona da kara lastik aldıysada o rahat edemeyip, çarıklarını giymeye devam etmişti.

Bana daha rahat yürüyebilmem için, altı yumuşak kalın lastikten üstü ise yumuşak deriden yapılmış bir çift ayakkabı alınmıştı. Ayakkabıya kıyıp giyememiştim hemen, birkaç gün sonra giydiğimde tam bir eldiven gibi ayağımı sarmış, yürümem kolaylaşmıştı. Hatta düz yolda koşmuştum bile. Bana gösterilen bu türden ayrıcalıklar, bazı kıskançlık gösterilerine yol açsa da ailenin en küçüğü ve “küçük adam” olmam nedeni ile genellikle hoş karşılanırdı.

Yaz sonuna doğru, şehre dönüş hazırlıkları başlamıştı. Değirmende un öğütülmüş, bulgur çekilmiş ve çuvallar denk edilmiş, tenekelere peynirler basılmıştı. Benim biraz sağlığıma kavuşmam ve gelişmem ile birlikte, yeni ayakkabım ayağımı zorlamaya başlamıştı. Ayakkabıyı pek giymez olmuştum. Benim melek kalpli babaannem, ayakkabıyı giymeyeceksem, giyecek birisine vereceğini söylemiş, ben de hiç sesimi çıkarmadan kabullenmiştim.

Şehre dönüş hazırlıklarında eşyalar yavaş yavaş kasabaya gönderiliyordu. Biz taşınma telaşı içindeyken, komşumuzun oğlu, heyecan ile “Ahmet küçük adamın ayakkabısını giyiyor” diye bağırarak yanımıza geldi. Büyük abiler ve ablalar koşarak yolda gitmekte olan Ahmet’e yetişip, yere yatırdılar. Bir yandan ayaklarından benim ayakkabılarımı sertçe çıkartmaya uğraşıyorlar, bir yandan da “hırsız” diye Ahmet’e hakaret edip, tartaklıyorlardı. Babaannemin söylediğini unutmuş, onun ayakkabıyı Ahmet’e vermiş olabileceği aklıma gelmemişti. Zavallı Ahmet hem kendini korumaya çalışıyor hem de “koca ana verdi”, “koca ana verdi” diye ağlıyordu. O an sanki kolum kanadım kırılmış gibi olduğum yere çöktüm. Ben hem “Ahmet’e vurmayın” diye bağırmaya çalışıp, bir yandan da hıçkırıklar ile ağlıyordum. Bizim ağlamamız mı, yoksa Ahmet’in ayaklarından ayakkabıların çıkartılmış olması mı neden oldu bilmem ama Ahmet’i bıraktılar.

O kargaşada iki dost, iki arkadaş, iki kardeşlik karşılıklı göz göze gelmiş ağlıyorduk. Etrafımızı görmüyor, göz yaşlarımızın oluşturduğu şelalenin arkasından birbirimize bakıyorduk. Artık ikimiz de biliyorduk ki, yaşadığımız tüm birliktelikler yıkılmış, dostluklar, kardeşlikler bir çift ayakkabının altında ezilip yok olmuştu. Artık bir araya gelemeyeceğimizi anlamış, sanki veda eder gibi hem bakışıyor hem de ağlaşıyorduk.  O gerilime dayanamayan ben kendimden geçmiştim. Son hatırladığım, Ahmet’in yalın ayak koşarak uzaklaştığıydı.

Birkaç gün dinlenmeden sonra, toparlandım. Kasabaya gidiş ve şehre dönüş hazırlıkları hızlanmış, ev kış boyunca kullanılmayacağı için kapatma hazırlıkları yapılmıştı. Sırrımızı bilen babaanneme, Ahmet’i görmek ve ondan özür dilemek istediğimi söylesem de artık çok geçti.

Her yaz yine bağ evine gitmiştim, yine Ali amca bana süt, yumurta ve bal göndermişti. Ahmet’i bir daha görmemiştim. Onu bir daha göremesem de babaannem onun hakkında hep beni bilgilendirdi. Bana her ne kadar küsmemiş olsa da kendisine hırsız denmesini kaldıramadığını, bir daha bizim ile görüşmesinin mümkün olmadığını, birlikte yaptığımız okumalara devam ettiğini ve mutlaka eğitimini tamamlayıp öğretmen olmak istediğini, bunun için bana teşekkür ettiğini, babaanneme söylemiş.Bu bilgiler beni biraz rahatlatmış olsa da yüz yüze gelip ondan ne özür ne de af dileyebilmiştim. Babaannemi kaybedince Ahmet ile irtibatım da kesilmiş oldu. “

Babam anlatımını bitirince odayı derin bir sessizlik doldurmuştu. Babamın neredeyse yeniden yaşamış gibi anlattığı olaylar beni de içine çekmiş, sanki ben de yıllar öncesine giderek “küçük adam” ve Ahmet ile birlikte babamın dizlerine yaslanarak ağlamıştım. Başımı kaldırdığımda babamın bir türküyü mırıldandığını duydum;

Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz,
Hak’tan emrolmayınca rahmeti yağmaz,
Şu elin attığı taş bana değmez,
İlle dostun attığı gül pareler beni.

Cevdet Günal Tüzün

2022-Mersin

***

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın