Şiir

Orhan Bahçıvan ve yeni bir şiiri.

KARŞI MAHALLE  II

Leylam gelir deyu yollar gözlerim

Gelmedi gözümde kaldı hayali[i]

Sen karşı mahallenin sokağında yürürken

Islak pencerelere saklanıyordun

Adın gurbet oluyordu

İklim toprağımdı

Dağ kokulu

Turnalar geçiyor Kür kırağında

Dönüş zamanı sevgi

Buharlaşan gölgelerin atlasında

Sevişmek tentene nakış

Gece örtüsü

Şimdi sen gelsen

Karşı karşıya iki dünya birleşse

Alaca karanlığın sesini duyuyorum

Evlerin gölgesini görüyorum

Yıldızlar soframa oturuyor

Neden olmasın

Vakit gece

Bir ağır türkü çalar radyo köşede

Sobanın üstünde çay kokusu

Kıtlama şeker

İstekan

Ne güzeldir

Yaşamı Sevgiyle bölüşmek

Duman rengi bir sızının taşınması

Gece kuşlarının pencereye tutunması

Senin gülüşündür

Gökyüzü sel olmuş

Salkım saçak dökülüyor üstüme

Ah bir bilsen örselenen yüreğimin

Öbür kıyısını

Kaçaklar yurdu karşı mahalle

Süregelen akşamların dökülüşüdür

Ay dolanır

Gece yürür dağlara

Kür akar

Bütün ezgiler örselenir

Bir sen kalırsın gözlerimin içinde

Bir de Sevgi

Kum saati

Ölçüm ölçüm ölçünüyor içimde

Haberin olsun

Alaca karanlık

Kekik kokusu yüreğimin şurasında

Geceyi özletiyor

Veda sözcüğüdür

Beni böyle melül mahzun eyleyen

Öylesine acımasız ki yaşam

Öylesine sevgisiz ki

Tutuşur ellerimde binlerce sözcük

Ateş yürür

Kızılateş gölgesinde karşı mahalle

Alaz alaz kavruluyor demir rengiyle

Terimi siliyorum mendilime

Hıçkırıyorum

Bıçak açmaz kapıları

Böylesi bir deyimi ben yazdım

Açık kapı sakin yol sokaklar tenha

Ne zaman gelecek bilmem ki

Karşı mahalleden sevgi

Yahu

Yarın iş var çalışacağım

Emek ekmek özgürlük alın teri benimle

Bir tek sevgi yok

O gelmedi

Orhan Bahçıvan


[i]Ardahanlı Ozan Hayali güzellemesi.

Oya Gündüz Aksu ve Yeni Br Şiiri

gürül gürül yaz/

çok değil

daha birkaç gün evvel

bahçede gülümsüyordu çiçekler

ağaçlarda yeşil şenlik

tam benlik bir şölendi dünya

çok değil

daha birkaç gün evvel

imrenerek bakıyorduk

balkonda ayaklarımıza dolanan

gürül gürül suya

meyvesini taşımaktan yorulmuş

elma ağacı

saygıyla eğilmişti toprağa

çok değil

daha birkaç gün evvel

sıcacık

ve rengarenkti dünya

Oya Gündüz Aksu

***

Özlem Yıldız ve Bir Deneme Yazısı

Hararet

Şehirden şehire, ülkeden ülkeye ne kadar değişir bilinmez ancak şimdilerde çarşıya çıkmak, bir yerden bir yere gitmek mayın tarlasında gezinmek gibi. Başınızın belaya girmesi an meselesi. E tabii canınız kavga istiyorsa o başka.

Mert Öğretmen, tüm bunlardan haberdardı. Yine de yolun kıyısından bisikleti ile giderken kendisine dat dat diye korna çalıp yok olmasını isteyenlere kızıyordu. Sırf bunun için  havalı bir korna alıp, “Hayırdır gardaş!” modunda çalmak istiyordu.

Geçen akşam, komşu ilçeden minibüs ile kendilerine gönderilen emaneti almak için yola çıktı.  Yedide durakta ol, demişlerdi.  Hızı işe yaramıştı. Vaktinden birkaç dakika önce yaklaşmıştı hedefine. Bisikleti yedeğinde, meydanı geçip taksi durağının ilerisine doğru yürümeye koyuldu. Hemen oracıkta, kaldırım ortasına yayılmış piknik masasında oturan sürücülere minibüsü sordu. “Gelir birazdan.” dediler. “Geçtiğini görmedik.” Kaldırımdaki boşluktan ilerledi Mert Öğretmen. Bisikletini yaslayacağı bir yer arandı. Sarı boyalı birkaç direği pas geçti. Onun bir şeyler arandığını gören genç bir taksici de arkasından seğirti.

Mert Öğretmen, sıradaki son taksinin dört metre arkasına, eski hastanenin taş duvarına yasladı bisikletini. Soldan soldan gelen ışık demetleri karşısında komşu ilçe arabasını beklemeye başladı.

“Bisikletini oraya koyma birader!”

Sarı direklerin önündeki birinden geliyordu bu ses. Ya sabır çekti Mert Öğretmen. İlle bir şeyler söylemesi gerektiği için, “Tamam!” diye bağırdı karanlığa doğru. Öteki, beklediği bir çatışma imkanına kavuşmuş gibi yürüdü Mert Öğretmenin üzerine. Kafasını uzattı. Elini kaldırdı.

“Ne dedin sen?”

Bu kez daha yumuşak, “Tamam dedim.” dedi Mert Öğretmen. Dövüş horozunu öfkesi ile baş başa bırakıp bisikletine doğru yürüdü. Başını da hafif yana doğru büktü. İki saniye içinde ortaya çıkan kavga potansiyeline şaştı. ‘Bisiklet bu yahu!’ diye düşündü.  ‘Bisiklet!’

Her şey çok hızlıydı. Dakika geçmeden araba yanaştı. Kapılar açıldı. Yolcuları indi. Mert Öğretmen, emaneti aldı kaptandan. Teşekkürünü az bir para ile süsledi. Hayreti eksilmemişti. Az önce kendisine sıkılan yumruklara uysa neler yaşayabileceğini düşündü. Aynı durakta birkaç yıl önce bir taksici, diğeri tarafından öldürülmüştü. Sarı direklerin önünden geçerek piknik masasına kadar gelince yavaşladı.

Oturanlardan biri tanıdı onu. “Karşıladın mı minibüsü?”

“Karşıladım.” dedi Mert Öğretmen. “Karşıladım. Emaneti aldım.” Bunu söylerken piknik masasının boş kısmına oturdu. Ötedeki gence bakarak, “Yalnız,” dedi, “Arkadaşı kızdırdık galiba. Ona uysam kavga edecektik.”

Genç bir kez daha kapısını çalan bu davetsiz konuğa baktı. Kendini savundu. Kaldırıma motor bırakanlardan dert yandı. Mert Öğretmen, o öyle anlatırken bardak gibi kaldırıma dizilmiş araçlara bıraktı. Piknik masasındaki diğer oturanları da yanına çekmeye çalışarak, “Yahu,” dedi, “En son arabadan dört metre ileri koymuşum bisikletimi. Duvarın ta dibine. Başında da bekliyorum. İki dakika sonra minibüs gelecek. Sana uyup kavga etseydik iyi mi olacaktı?”

Taksici de yumuşadı bu arada. Sağadan soldan dert yanmaya devam etti. Direkleri daha yeni boyadıklarını anlattı.

“Herkese her söz söylenmez.” dedi Mert Öğretmen. “Hadi, söyledin diyelim. Bir adabı olur. Bak ben öğretmenim. Şansına da sabırlıyım. Ters birine de denk gelebilirsin.”

Mert Öğretmenin telefonu çaldı. Ders bitti. Rüstem Kartal’dı arayan. Az önce görmüştü onu. Minibüsü karşıladıktan sonra meydana bakan kahvehanede çay içmek için sözleşmişlerdi.

“Alo Hocam gelemedin?”

“Geliyorum Rüstem. Taksi durağında oyalandım.”

“Minibüs?”

“Geldi, geldi. Aldım emaneti. Geliyorum.”

Piknik masasından kalktı sabırlı konuk. Ötedeki eski öğrencisini daha fazla bekletmemek için göbeğin çaprazındaki kahvehaneye doğru yürüdü.

Rüstem Kartal, dershanede çalıştığı yıllarda Mert Öğretmenin öğrencisi olmuştu. Yıllarca büyük şehirde toplumcu gerçekçi kültür işleri ile uğraşmıştı. Sosyal ilkimde yaşanan sıkıntılara eklenen krizler sebebi ile yakın zamanda kürkçü dükkanına dönmüştü. Maden sahalarına işçi çeken bir serviste çalışıyordu. Yine de eski birikimi, her halinden okunuyordu. Gözlemciliği, olaylara bakışı, hayatı anlamlandırma çabası yerli yerindeydi.

Mert Öğretmen kahvehanenin birkaç basamağını çıkıp uzun, kıvırcık saçları ile Karl Marks’a benzeyen eski öğrencisinin yanına hızlı adımlarla yürürken kendine çevrilen başları iki sözcükle etkisiz hale getirdi:

“Selamın aleyküm!”

Öğrencisi gülümsedi ona. “Hocam, selamı çok geniş tuttun.”

Rüstem’e sarıldı Mert Öğretmen. Karşısındaki sandalyeye oturdu. Selam bahsine dönerek, “Millet saatli bomba gibi Rüstem. Biri pimimi çekse de patlasam diye dolaşıyor. O bakımdan sosyal takılıyorum. Kimse ile kötü olmaya niyetim yok.”

Garson geldi. Şöyle bir süzdü yeni müşterileri. İki kahve söyleyip sohbete devam ettiler. Mert Öğretmen oyalanma sebebini anlattı. “Anlayacağın az kaldı buraya gelemiyordum.” diye de bitirdi sözünü. O arada gelen kahvesinden bir yudum alıp, “Millet şişmiş Rüstem. Patlayacak yer arıyor.” dedi.

“Haklısınız Hocam.” dedi Rüstem. “Ne zaman ne olacağını kestiremiyor insan. Geçen gün ben de şuradan istasyona doğru gidiyorum. Müessesesinin oralarda bir işçi indirdim. Yolların durumu belli. Sanki üstte belediye alta köstebek var. Öyle bir tümsekten kaçarken direksiyonu sağa kırıp kaldırıma yanaştım. İşçi arkadaşı indirdim. Tesadüf bu ya orada bekleyen vatandaşı ürkütmüş oldum. Vay efendim ben miymişim sağa kıran? Nasıl olurmuş da canına kast edermişim?

Dolandı geldi. Kapıya yapıştı. Nasıl söyleniyor. Küfürün bini bir para. Ben öyle izliyorum tabii. Konuştu konuştu, benden ses çıkmayınca söylenmeye devam etti. İkinci molada yeniden baktı bana. Sözünün bittiğini düşünerek ceketimi çıkarmaya koyuldum. ‘İneyim mi?’ dedim. ‘Dövüşecek miyiz?’ Adam şaşırdı tabi. Biraz da çekindi belki de. Arkadan gelen arabaları gösterip, ‘Sen şu gelen arabalara dua et.’ dedi.

“Neleri var Mert Hocam. Yazmaya kalksak burdan Ay’a yol olur.”

Mert Öğretmen, aşağıdan geçen insanlara bakarak, “Yazıyorum Rüstem.” dedi. “Yazmam mı? Bulmuşum hazır konuyu  daha belamı mı isteyeyim?”

“Onu istemene gerek yok Hocam. O zaten gelip bizi buluyor. Marifet onu savuşturmakta. Yazabilirseniz de ne ala. Hararet yüksek. Yakında toptan su kaynatmazsak iyi.”

                                                                       Özlem Yıldız

                                                                         Ocak 2024

                                                                            Soma

***

Cevdet Günal Tüzün Yeni Yazısı: ‘BİR YÜZÜK BİR HAYAT’

GEZGİN

BİR YÜZÜK, BİR HAYAT

Bir masal mıydı, bir düş müydü gördüğüm,

Ya da gördüklerim, yüksek ateşin gösterdiği sanrılar mıydı?

Kolumu acıtan sadece serum için açılan damar yolu muydu,

Yoksa bir bıçak yarası mıydı, bilemedim!

Kurtulup acil servisin telaşından attım kendimi Kilikya’nın tepelerine.

Biraz kekik, biraz adaçayı, biberiye belki de biraz,

Temiz hava da cabası.

Dolaştım epey o taş senin o kaya benim,

O dal bu dal derken gördüm bir kekik çalısının köküne asılıp

Toprağı delen o yüzüğü.

Anlamadın, o taş mıydı bir yüzük müydü hemen.

Ayırıp kökten aldım avucuma,

Temizledim hemencecik taşlaşmış çamuru, toprağı,

Kavradım onun bir damga yüzük olduğunu.

Oturdum bir ulu zeytin ağcının dalları altına,

Verdim sırtımı ağacın anaç gövdesine, sardı sarmaladı.

Büyümüş ağaç yüz yıllardır kıvrıla büküle,

Çıkmıştı bir başka zeytin ağacının gövdesinin içinden,

Köklerinden belliydi bin yıllık bir ağaçtı o.

Şifa oldu altımda toprak,

Nefes oldu Kilikya tepelerinden esen bahar rüzgârı.

Düzeltip eğriliğini yüzüğün, geçirdim serçe parmağıma.

Huzur içinde uykuya dalmışım bir güzel.

Etraf kalabalıktı anladım seslerden, uyandım, açtım gözümü.

Karşımda duran Ay mıydı? Güneş miydi yoksa?

Benim gibi bir insandı aslında.

Ayaklarında deriden kesilmiş sandaletleri, dizine kadar bağcıklı,

Deri ile kumaş karışımı uzunca bir etek,

İncecik belinde gümüş işlemeli bir kemer,

Üstünde sert deriden bir kemer daha, ucu deri püsküllü,

Bir gümüş kınlı kama, bir kısa kılıç işlemeli deri kılıfında.

Göğsünü kaplayan sert deri göğüslükler, altında ipek bir mintan.

Göğsünde kavuşan iki el bileğinde gümüş işlemeli korumalıklar.

Yuvarlar yüzünü çevreler buğday başağı renkli saçları,

Uçuşup, ardından vurunca güneş, parladı altın sırmalar gibi.

Bir tanrıçaydı sanki karşımda duran.

Bir şey söylüyor, anlamıyorum önce konuştuklarını,

Sonra fark ediyorum ki konuşuyor antik Grekçe.

İyi ki öğrenmişim bu antik dili çat pat, çalışırken antik felsefeyi.

Soru sordu sert ve kısa, kısa verdim cevaplarımı;

Kimim, neyim, nereliyim.

Ben gezgin, gezerim Dünyayı öğrenirim yeni bilgileri,

Öğretirim bildiklerimi; diyerek tanıttım kendimi.

Söyleyemedim ismimi, bilmiyordum ki ben kimdim.

Güldü önce, sonra kaldırdı beni elini uzatıp.

O bir prensesti; hal ve tavırlarından belliydi.

Sordum saygı ile eğilip adını,

Kısa bir bakış atıp bana,

Artemission; senin öğrencinim ey Melikertes dedi.

Onurlandırdı beni yeni adımla.

Gördüm gözlerinde yanan ateşi, heyecanlandım.

Ateş bastı tüm vücudumu, yandım.

Ben konuştum o dinledi, o konuştu ben dinledim.

Öğrendik birbirimizi.

Tanıdım ailesini, yurdunu.

Konuştuk felsefeden, konuştuk Tales’i, Sokrates’i ve Aristo’yu,

Tartıştık epey.

Çoğalttık bilgimizi, matematik ve astronomi çalıştık.

Seviştik, değmeden ellerimiz ellerimize.

Gün geldi, kral babası karar verdi kızını evlendirmeye.

Şart koştu Artemission;

Toplanacaktı tüm talipleri ve vaz geçeceklerdi her şeyden.

Eş seçilmezlerse birer savaşçısı olacaklardı Artemission’un.

Geldi talipler;

Likya’dan, Frigya’dan, Mysia’dan Pamphylia’dan,

Hatta geldi Pergamon ve Galattia’dan.

Sınanacaklardı hepsi prenses tarafından.

O gün geldi toplandık odeonda,

Duvarlarında freskler üzerine işlenmişti atalarının kahramanlıkları,

Dikilmişti heykelleri tanrı ve tanrıçaların.

Oturdu yönetici ve rahipler mermer basamaklara,

Borular çaldı, üflendi flütler.

Podyuma çıktı tüm talipler.

Prenses emretti, çıktım onunla birlikte sahneye,

Durdum bir adım gerisinde,

Anladı halimden, yüzüm düşmüştü yere,

Ne de olsa gidecekti sevgili Artemission’ um,

Kopacaktı benden.

Dönüp gülümsedi, dokunurken koluma.

Kapladı imkânsız bir umut içimi,

Gün doğdu sanki yüreğime.

Giymişti beyaz ipekli himationlarını tüm talipler,

Tıpkı benim gibi.

Dokunmuştu erguvan renkli ipekten şeritler kol ağızlarına ve eteklerine.

Süsledi altın renkli kemerler belimizi.

Ayaklarımızda deriden ayakkabılar,

Başlarımızı onurlandırdı zeytin dalından taçlar.

Prenses tek tek konuştu hepsiyle, ölçtü, biçti.

Süre istedi bir günlük,

Ayrılıverdi odeondan hızlıca.

Yenildi içildi, şenlikler yapıldı,

Yapıldı saçılar, sunular tanrı ve tanrıçalar adına.

Toplanıldı gün doğumunda odeonda yeniden.

Geldi Prenses kararını açıklamak için sahneye,

Elindeki asayı gösterip

Duyurdu herkese,

Evlenecekti asayı kime verirse.

Dolaştı tek tek taliplerin yüzüne bakarak,

Seslendi azametli bir sesle; birkaç adım uzaklaşıp,

“Yiğit savaşçılar, hepinizi tanıdım hepinizi sevdim.

İyi kılıç vurup, ok atarım bende sizin kadar.

Avlanıp ata binerim sizden daha iyi.

Boy ölçüşür, yarışabilirim hepinizle.

Boy ölçüşemem sadece birinizle.

Tamamlar benim eksik yanımı bir kişi

Olacaktır gezgin bilge Melikertes benim seçimim.”

Diyerek yürüdü bana doğru.

İzledim onu yaklaşırken, izledim nefesim kesilerek.

Sandım ki kalbim duracak, asayı bana verdiğinde.

Karşı çıkmadı kimse bu seçime, ben bile.

Önünde diz çöküp yiğit savaşçılar,

Neferi oldular Artemission’un,

Söz verdikleri gibi.

Başladı hemen düğün şenlikleri,

Sunular yapılıp tanrılara, kurbanlar kesildi.

Pişirdi rahip ve rahibeler kazanlarda kutsanmış aşları,

Doyuruldu açlar.

Dualar edildi tanrılara mutluluk için.

İçilip şaraplar altın ve gümüş kupalarda, söylendi şarkılar.

Bitince şenlikler, yerleştik kral babanın bize verdiği eve.

Okul oldu ev kısa zamanda, ben öğrettim bildiklerimi,

O anlattı bilgilerini,

Harmanlayıp hepsini, ürettik yeni bilgileri.

Ürettik daha çok ve kaliteli şaraplar,

Çıkarttık altın sarısı zeytinyağını.

Doldurduk saka kuşu desenli pişmiş toprak testilere,

Damgaladık damga yüzüğü ile hepsini.

Yaptık keçi kıllarından dayanıklı iplikler, kıl çadırlar yaptık.

İşleyip toprağı, hasat ettik bolca ürün; buğdayı, arpayı.

Onurlandırdı tanrılar bizi, ikiz evlatlarımızla.

Kızımıza ad koyduk; Solaria Luxennia,

Hayat bulsun Güneş ışığı kadar parlak saçları ve aydınlık yüzü ile.

Apollodoros olarak ad verdik oğlumuza,

Yakışıklı ve güçlü olsun, bir tanrı gibi.

Biliyordu Artemission’ um,

Biliyordu benim geldiğim gibi gideceğimi,

Çıkacaktım hayatından ansızın.

Büyütüp, eğitecektik çocuklarımızı beraber.

Bildiklerimizi öğretecek,

Sağlayacaktık öğrendiklerini öğretmelerini.

Giderdim o zeytin ağacına, her nefes almak istediğimde.

Yaslayıp sırtımı ağaca

Kapatırdım gözlerimi, dalardım derin uykuya.

Anlatırdım gördüğüm rüyaları ona,

Anlatır ve dinlerdim yorumlarını.

Gördüm son rüyamda geldiğim dünyayı.

Söyledi bana gitme vaktimin geldiğini.

Konuştuk uzun uzun; bizi, geleceği, çocuklarımızı.

Anlattım ona gelecekle ilgili bildiklerimi.

Anlattı bana çocuklarımızı nasıl yetiştireceğini,

Gözüm arkada kalmadan.

Vakti gelince gitmenin,

Vardım uzandım ulu zeytin ağacının altını.

Yasladım sırtımı, verdim yüzümü rüzgâra.

Ferahlamamıştım uzun zamandır böyle,

Açıldı nefesim açıldı, kalbim ritimle attı.

Bir telaş, bir koşuşturma etrafımda,

Uyandı! dedi birisi.

Çok şükür! dedi bir başkası.

Uyandım girdiğim derin uykudan.

Normaldi ateşim, artık rahat nefes alıyorum.

Işıkla doldu yoğun bakım ünitesi.

Döndüm nihayet normal hayata,

Geride kaldı hastane günlerim.

Gittim yine Dağlık Kilikya’nın tepelerine dolaşmaya,

Gittim buldum o ulu zeytin ağacını, yasladım sırtımı,

Verdim yönümü rüzgâra.

Daldım derin bir uykuya.

Takılmıştı bir saka kuşu uyandığımda, parmağımdaki damga yüzüğe,

Çırpınıp ötüyordu çığlık çığlığa.

Kurtarmaya çalıştım tırnağını,

Yüzüğü oynatınca,

Kuş kurtuldu kurtulmasına da fırladı yüzük parmağımdan.

Aradım taradım bulamadım bir daha.

Takip ettim saka kuşunu,

Çınlıyordu onun güzel ötüşü tüm dağda taşta,

Kaybetmek imkansızdı.

Takıldı ayağım bir taşa, kalkıp toparlanırken gördüm;

Tam karşımda bir tapınak mezar,

Tonozlu bir yapı,

Yaslanmıştı sırtı bir anakayaya,

Taş temel üzerinde birkaç basamak ile çıkılan.

İncelerken dikkatle gördüm bir köşe taşındaki yazıtı:

“Ben kraliçe Artemission.

Yapıldı bu anıt Magna Mater onuruna.

Çocuklarım Apollodoros ve Solaria Luxennia

Buluşacaklar tanrılar ile burada.

Öğretmenim ve kocam Melikertes ile

Kavuşacağız tanrıların yanında.”

Taş kesildim sanki o yazıyı okuyunca,

Kavuşmuştum sevdiklerime bir taşın üzerinde.

Kazınmıştı yazıtın kenarına;

Bir saka kuşu ve damga yüzüğün izi.

Anlayamadım bir türlü,

Gördüklerim bir düş müydü, sanrılarım mıydı yoksa?

Yaşamış mıydım yoksa yüz yıllar öncesinde.

Cevdet Günal Tüzün / Şubat, 2024- Mersin

***

Tuba Devrim ve Yeni Bir Şiiri

SÖYLE

İnleyen  mısralarım 

Gizli  duvarlarımda 

Yüreğim mahkum 

Kayıp ruhlar durağında 

Eşgali meçhul kaderim

Her zerresinde yankılarımı duyar 

Bana bunları söyleten hayat 

Sana neler yaptırmaz ki 

Ağzıma aldığım her ahımda 

Cam kırıkları batıyor dolaşan kanımda 

Dertleştiğim  öksüz yanımla 

Sürüklenirken 

Kapıyı çekip 

Her şeyi bir kenara ittiğimi…

En son gülüşümü 

Dokunmadan bırakıp gittiğimi söyle…

Azad eyle istersen beni 

İster al  canımı

Ölmüş say bu bedeni

Kul hakkı ile değil

Cümle aleme kovulduğumdan yanıp bittiğimi söyle…

TUBA DEVRİM

***

AYTEN MUTLU ve Yeni Yazısı:

DEĞİŞİM, ACI VE ŞİİR

                                                                      “Derisini değiştirmeyen yılan ölür                                                                                                                        Nietzsche

DEĞİŞİM

            Nasıl ki bilgi sürekli değişirse, yaşantı biçimleri, değer yargıları, toplumsal yapı da kendini durmadan yeniler. Bu değişim toplumdan topluma gerek hız gerekse dinamizm anlamında farklılıklar gösterse de, tüm dünyada özellikle iletişimin bunca kolaylaştığı bu çağda, konjonktürel bir korelasyondan, az çok bir paralellikten söz edilebilir yine de toplumların değişim trendinde. Hiçbir toplum, eğer kendini tamamen kapatmamışsa dünyaya, ki henüz uygarlık tarafından keşfedilmemiş ilkel bir topluluktan söz etmiyoruz, bu konjonktürel değişimin dışında kalamaz. Bu arada doğal ki, toplumların, modernitenin neresinde durduğu, kendi kültürel birikimlerindeki boşluklar, değişime ne denli açık ya da kapalı bir yapı içinde oldukları, kendi kültürlerini yeniden ne kadar üretebildikleri, dinsel, yönetsel statükoların toplum üzerindeki baskı ve derinliği, yabancı kültürlerden nasıl ve ne biçimde etkilendikleri, bireyin toplum mekanizmaları içindeki önemi ya da önemsizliği.vb … gibi faktörler de  bu değişimin hızını ve yönünü belirler. Bu nedenle de bu değişim, içinde olumlu elemanları barındırsa da, her zaman olumlu yönde ya da istenen hızda gerçekleşmeyebilir.

            Batının ve doğunun ara kesitinde sıkışmış ve yarım asırdır durmadan sarsıntıya uğrayan ekonomik, toplumsal ve siyasal bir düzlemde, doğunun yaşama bilgisiyle batılı gibi yaşamaya öykünen bir algının kaotik kültürel ortamındaki ülkemiz insanı, her ne kadar ithal de olsa, modern bir yaşama sürecindeyse de, temel yönelimleri itibariyle doğulu bir mistisizmden bakar yaşama. 

ACI

Doğunun bilgisinde acı ve çile, insanı nefsinden uzaklaştırarak arıtan, erdeme götüren bir aşkınlık biçimidir. Mistik bir varoluşu nesnel varoluşa yeğleyen bu anlayışın kökleri, çileli ve acılı uzun bir geçmişten gelir bu topraklarda. Türküleri ağıt formundadır çoğu kez.  Acıyı bal eyler bu toprağın insanı. Sevdiğini ölürcesine sever. Aşkından kara sevdalara tutulur. Şarkıcıları acıların kadını ünvanını adının başına gururla yerleştirir. Şairleri, şiirin acılar toprağında büyüdüğünü savunur.  Böylece yaşamı, o mistik anlayış ve yorumlayış biçimi sürer gider…

Adorno; “Çile ve melankoli verdiği mahrumiyet duygusuyla bize kaybettiğimiz, unuttuğumuz şeyleri hatırlatabilir mi?” diye sorar.

Şiirde; acı, beyhudelik duygusu, çile.gibi kavramların, mutlaklaştırılmış bir şekilde ve içinde karşıtı da bulunan bir yadsıma bilgisi içermeden işlenip durması, kaotik olana yeniden biçim vermekten yani kaosu bir başka biçimde yeniden üretmekten başka neye yarar ki?

Acının varlık nedenlerini, acı çekmeye duyulan eğilimin hangi yaşamsal süreçlerin birikiminde mayalandığını, bu süreçleri güdüleyen mekanizmaların hangi odaklardan ve niçin

biteviye hareket halinde tutulduklarını, acıyı bal eyleyip üç öğün sofrasından eksik etmeyen bir toplumun dinamizmden ne denli uzak bir yaşantı biçimine savrulmak riskiyle karşı karşıya olduğunu sorgulamadan takılıp kalırsa şiir acıya, bu kısır döngünün besleyeni haline gelmez mi giderek?

Peki şiir acıdan hiç mi söz etmeyecek? Acılar olacak elbet insan varolduğu sürece acının her türlüsü de yaşanacak. Çünkü insan doyumsuz, çünkü insan ölümlü, çünkü acı da mutluluk gibi insani bir duygu. Bu denli insani ve yoğun bir duygunun şiir dışında kalması mümkün mü? Şiir de, insani bir üretim olduğuna göre kaçınılmaz bir biçimde acıdan söz edecek, acı çekecek. Ama acıyı, yetiştiği toprak gibi görmeden, ana eksen olarak almadan. Acının sarkacının şiirin ritmiyle salınıp durmasına izin vermeden.

Çünkü şair, acıyı ana eksen olarak alan bir şiir anlayışının hangi çıkarlara hizmet etmekte olduğunu, böylesi toplumlara sunulan ve sürmesi için her türlü yola başvurulan bu tarz bir gerçeklikduygusunun aslında toplumları atıl hale getiren bir aldatmacanın görüngüsünden başka bir şey olmadığını kavrayan, bir değişim içindeki dünyada, değişime ayak uydurabilmenin ise önce toplumun nerede ve neden orada olduğunu sorgulamaktan geçtiğini unutmayan şairin kendi varlığını, varlıklar içindeki duruşunu, yerini, uyumunu, uyumsuzluğunu soran, bunu insan adına, insanın duyarlığı ve başkaldırı güdüsüyle yapan bir öncü olduğunu bilen tinsel bir sözcüsüdür toplumun.

ŞİİR

Şiir, diğer sanat dalları gibi, belki de hepsinden daha fazla, toplumda var olanın, olması gerekenin, yaşanmışlıkların, yaşanmasa daha iyi olacakların,  değişenin, değişmeyenin ve değişmesi gerekenin kırılıp bozularak, parçalanıp dağılarak, şairin bilinç düzleminden bile bağımsız bir biçimde yeniden üretilmiş haliyle aksettiği bir aynadır. Şiirde karşılığını bulan yeni bir biçim, yeni bir algı, yeni bir yaşam bilgisi, kuşkusuz toplumların zihinsel tasarımında de ifadesini bulmak durumundadır.

İnsan zihnini yeni bir yaşam biçimine, yeni bir algıya evirecek olan güç, sanattan daha başka nerede bulunabilir ki?

Bizim gibi, an’ı atlayarak ya geçmişte ya da gelecekte yaşayan, geçmiş için yazıklanıp acı çeken, gelecek için kaygılanan toplumlarda, zaman kavramını an’ın içindeki tazelik duygusuyla buluşturmak, duyguya ve duyarlığa yeni bir anlam düzlemi oluşturmak, insanda, kendi hayatının egemeni olma isteği uyandıracak yeni bir görme biçimi yaratmak için neden daha fazla geç kalsın şiir?

Toplumlarda, verili olanı, hazır olanı, bulduğu gibi değil, olmasını istediği biçimde duyumsatmak, onu kurma, ona ulaşma isteğini yaratmak için kendi gerçekliğini tanınabilir hale getirmek, insanı içe doğru genişleyen bir yaşama sevinciyle buluşturarak, sürmekte olan acıyı neden azaltmasın şiir?

İnsan zihnini tutsak alan pişmanlıkların nedenselliklerini düşünmeye sevk ederek varlığı, hayatın şiirle algılanabilir bir figüre dönüşmesi için neden ehlileştirmeye çalışmasın gürültüsünü aklın?

Neden acıyı küçük izleklere bölerek parçalayıp dağıtmasın? Perişanlığın sürekli tekrarlandığı bir insan zihni o perişanlığı daha da büyütmeyecek mi? Acının baskın gücü şiirde yer aldığı sürece ağırlığı artacak ve şiirde dönüştürülmüş bir acı tekrarlanıp durmayacak mı?

Uyumun ve erincin yaşamdaki karşılığını neden anımsatmasın insana şiir?

Yeni arayışlar içindeyken hayat, şiir neden yeni sorular sorarak yeni anlamların, yeni katmanların, yeni algı biçimlerinin peşine düşerken acının toprağında nefes almaya çalışsın sadece? Trajik olanın genişleyip yayılması bir alışkanlığa bir toplumsal duyarsızlık haline evrilmez mi giderek?

Var olmanın verdiği coşkuyu duyumsatmak, dirimin gücünü hissettirmek ve şiirin ritmiyle dinginlikte yeşerecek bir olanaklar dizgesinin bilgisini neden sunmasın şiir insana?

ÇÜNKÜ

Çünkü şiir geçici olanın değil kalıcı olanın sözcüsüdür. Acının da bir yaşama bağlılık belirtisi olduğunu, olumsuzlukların yaşam olanakları var etmek için şiir dilinde yeni bir başlangıca dönüşebileceğini bilen ve ancak varlığı karşılayabilecek bir dilin ardına düşen şiir, insanın dilde varlık kazanmış halidir.

Çünkü şiir dille yeni bir varoluş üretme çabasıdır. Kendini var etmeye, kırıklarını birleştirmeye çalışan insan ilkin kendisiyle, giderek yaşadığı her şeyle yüzleşmek zorundadır ve sanat bu yüzleşmenin isteğini üretir. Ancak her şeyin sorgulandığı ve yeni önermelerin sunulduğu sanat yapıtları acının ve sevincin uyumunu hissettirebilir insana. Yoksa denge hiçbir zaman kurulamaz insan zihninde.

Çünkü şiir, bir değer oluşturma alanıdır. Ve insan ruhundaki kaosun çılgın gürültüsünde bozulması gereken bir ritim varsa bunu en iyi, içinde varolduğu dünyanın dünyevi ve mistik acılarını, yaşama sevincinin diliyle estetik formlara dönüştürebilen şiirin ritmi bozabilir ancak.

AYTEN  MUTLU

***

 Havva Ağral ve Yeni Yazısı 

            ÖTELENENDEN, ÖRSELENDEN,  TAMLIĞA GÖSTERME SANATI

Günümüzün yaşam sistemi, pek çok yaşamdan ve insandan yana görünmüyor. Daha çok işlevsel ilişki ağında, insan metasını kullanabildiği kadar kullanmaya bakıyor. Durağan yaşamlar, geniş zamanlı bireysel çabalar ise belki o işin sonundaki mükâfat gibi. Olması gerekenin, bir havuç gibi, kulvarın sonuna koymuş görünüyorlar. Yani bir ömür yarış atı gibi koşarsanız, bir dağ evi, bir hobi bahçesi ya da bir bungalov evi alma ihtimaliniz var. İşçi sınıfın için ise hiç nefes hakkı tanımayan bir sistem. Toparlayacak olursak, insanlar medeni hayatlara ayak uydurmak için kendi doğasını yıllarca zora koşacaklar, mükâfat olarak nefes alabilirler. 

Peki ya bu işlevsel koşma haline yetişemeyecek olanlar, dezavantajlılar ne yapacak? Sistem, hız, rekabet, acımasızlık, sömürü üzerine kurulu iken adaptasyonu eksik kalanlar ne yapacak? Sistemin çok kolay elemine ettiği insanların duyguları ne olacak? Amerikan sağlık örgütünün normallik tanımı; işindeki adaptasyon ve işlevsellik olarak görülmüş. Dışında kalanlar ne yapacak? Buraya ancak sanat ve sosyal araştırmalar birer parantez açmış görünüyor. Sistem ise özel bir alan ile kendini o insanlar üzerinden işlevsel göstermenin yoluna gidiyor gibi. Sistemin gözünde hastalıkların kendisi de işlevseldir. Kullanışlı birer birey olmadığına ikna yöntemleri de medya araçları ile mümkün görünüyor. Uykusuzluk, rutine uyamamak, iç sıkıntıları vs. Ki bir insanı kendi doğasına aykırı davranmaya iten, sanki sistemin kendisi değilmiş de, uyamayanın bir sorunu varmış gibi gösteriliyor. Eksiklik, tamlık meselesinde ekonominin buhranlarından yekûnu devşirenlerin gözünde hasta olan toplum. Bir manipülasyonun toplumsal versiyonu olarak, toplum hasta mı? İhtirasların, hırsların altında ne yatıyor? Hep bir yaşamı pazarlıyorlar. Yazlık, konfor dolu bir ev, modern cihazlarla donanmış, pahalı mobilyalı ve her şeyin bir telefon yakınlığında olduğu bir yaşam pazarlanıyor. İhtirasların birer toksit gücü olduğunu, daha doğrusu göz boyamanın insana verilen bir zehir olduğunu, bunun bir manipülasyon şekli olduğunu çok iyi göremiyor insan. Gösterilenin ardına düşmek için daha geniş çaplı bakmanın yöntemi biraz kuş bakışı, biraz sanatın bakışı olabilir diye düşünüyorum. 

  Tersten bir örnekle gösterilenin, görünenin arındakine çarpıcı bir göndermenin filmi olan Rosemary’s Baby  Rosemary’nin bebeği filmin görsel, felsefi ve pragmatik çözümlemesini yapacak olursak;  Deccali doğurmak. Rosemary ve Guy oldukça hesaplı bir apartman dairesine taşınır. Okült eylemlerin yapıldığı bir geçmişi olan bu apartmanın içinde zamanla bir şeyler dönmektedir. Ayinlerde ölümlerin yaşandığını, filmdeki diğer karakterlerden öğreniriz. Cadılık, bitkiler, satanizm gibi konular işlenmiştir. Hipnotik etkiler ve cinayetlerin iç içe olduğu konulardır. Polanski, sanki böylesi süreçlerin içinden çıkmış gibi kendi yaşamında da tekinsiz işler görmüş olduğu iddia edilen bir yönetmen olarak adını duyurmuştu. Filmde ihtirasları için masumiyete kıyan bir baba Guy vardır. Rosemary’i uyarmaya çalışan Huch’ın hastalık yollu öldürüldüğü izlenimini görmekteyiz. Benzer ritüellerin duyum ve haberleri de, belli tarikatlara adanan kişilerin, gözlerinin boyandığını, gözü yüksekte olanların kullanılmaya meylettiğini ve gerçekten yükseldiğini görürüz.  Başta masum olan insanları çığırından çıkaran şeyler; ün, şehvet, para yani göz boyamadır. Doğan Deccal neyi temsil eder? Bu sürecin bitmeyeceğini, İsa’nın erkeksiz doğumuna tersten bir göndermenin temsili olmaktadır. Deccal; Hz İsa’dan önce, inançsızlar ordusu yaratmaya çalışacak olan bir öte dünya varlığı iddiasıyla aramıza dönecek olan bir öte dünyalı. Öte dünyaların varlığı, nereden türemiş bu inanç? Bu dünyanın adil yanından payını alamamış, ötelenmiş olan kitlesel arketipi olarak doğan düşünme şeklinden. İnançlardaki yayılmacı karakteristik yapının pragmatik bir yol izlediğini de belirtmek isterim. Bu anlamda inançlılar da, inançsızlar da ayrı ayrı örselenmiştir. İnançsızlık inanç dünyasının menfaatine uymaz. Ancak bugün de dün de inanç sisteminin kendisinin, bizatihi kötülüklere sebep olduğu görülmüştür. Ancak bilim de inancı örselemiştir. Kopernic, Freud, Darwin ve dahası konular da inancı sarsmış, seküler olanın alanını genişletmiştir. Bu da dinlerin pragmatik yapısıyla ters düşmektedir. Bilim tekellere geçmediği müddetçe ahlaki ve paylaşımcı olur. Ancak şu da var, tanrının ötelediği melek şeytan arketipinde, şeytan, iblis, satan, deccal de ötelenmiştir. Tabi bu düşünce ve şeytan birer semboldür.  Örselenmenin, ötelenmiş olmanın karşısındaki duygu da kibirdir. Bu konu özellikle Şeytanın Avukatı filminde geçmektedir. 

   Şeytanın Avukatı filminde yine benzer öğeler vardır. Suçluyu kurtaran bir sistemde, kurtarıcı şeytanın oğlu avukattır. Başarılı, hırslı ve gözü yüksekte olan avukatın suçluyu aklayan bir metodu vardır. Sadece itibarı ve parası için suçluyu koruyan bir avukatın, elinden bilakis şeytan tutmuş ve onu daha da yükseğe çıkarmıştır. Bu uğurda eski hayatının samimiyetini, ruhunu yitirdiğini çok geç görmüştür. Filmin finalinde, genç avukat kendini öldürür. Ama yol ayrımı olabilecek eski davanın ortasında bulur yine kendini. Bu sefer pedofil suçluyu savunmaz. Ancak mahkemenin sonunda, ardından bir gazeteci koşmaya başlar. Onun yaptığını destekler görünmektedir. Yine genç avukatın kanına girmeye çalışan, şeytanın ta kendisidir bu. Kılık değiştirmiş ve asla vazgeçmiyordur.  Sadece para uğruna insanlığından olan avukatı şeytan mı ayartmıştır? Yoksa içindeki kötücüllüğe uyanlar, suçluluğu kaldıramayıp, bir öte dünya varlığına atıfta mı bulunmuştur? 

Oz dizisi, zayıflığın ilan olduğu, kendi tanrılarıyla küçük kolonilerini, kolektiflerini oluşturan mahkûmların hikâyesidir. Müslüman grup, Nazi eskisi zihniyet, İtalyanlar vs.  Dizide, zayıflığın çıplak gözle görülebildiği bir meydan savaşı, yer yer gizli, yer yerde de aleni yaşanmaktadır. Suçlular, dışarıda, zaaflarını, hırslarını kamufle  etmek adına ya da kendini gerçekleştirmek adına, bunu ötelemenin gayri meşru yollarına gitmişlerse de, içeride kendi çelişkili süreçlerini yaşamaktadırlar. Kimileri suça tekrar geri dönmekte, kimileri de çelişkiye düştüğü yerde kendi kusurları ile yüzleşmektedirler. Ve suç hayatın örselenmiş, ötelenmişlerinin savunmasında yer alabiliyor. Yani Pedofili yaşayanın hayattan intikam almak istemesi, hayatının geriye dönük zamanında yoksul olan birinin zamanla parayı bulup acımasızlaşması gibi. Dizide rehabilite ve eğitim gibi denemeler vardır. Dizi dönüşümlere ve örselenmiş, ötelenmiş insanlara, itilmiş olanlara bir kapı ve belki biraz da umut aralamaktadır. Diziyi izleyenlerin kendi kötücül, hırslı, ihtiraslı, suça meyilli kendilerini göreceklerini ve yüzleşeceklerini düşünüyorum. 

   Sistem hem özendirir, hem insanların önüne yığınla engel koyar, sistemler bazen şeytanın avukatı gibi ruhunuzu çalarlar. Ve bu hastalıklı sistemlerin adaptasyonu da çoğunlukla arıza verecek birer cevap olacaktır. 

  Oz gibi kapalı bir mekanda, yığınla benzemezlerin, benzerliklerin bir sirkülasyon ve devinimine, kavgasına, suçlarına, sapkınlıklarına, tehditlerine tanıklık ederiz. Bu karmaşık görüntüde, yığınla literatürü iç içe görmek imkânını buluyoruz. Histeriler, nevrozlar, arkaik korkular, psikozlar, engellenmeler, faşizm, egoizm ve dahası. Patolojilerin birbirinden yansıması ilginç bir mekân kurgusudur. Özellikle kendindeki sapkınlığı, kendindeki sıkıntılı durumları, karşıya yansıtma problematiki üzerine kurulu bir psikolojideki bu mekân, tam bir kapana kısılma hâli ve gerginliği üzerine kurulmuş olmaktadır. Yalnız bırakılmak bir çeşit av avcı pozisyonu kurguluyor. Bu anlamda görece normaller, daha patolojik olanlar, suça itilenler, orada birbirini korumaya çalışanlar vs bir denklem kurulmuş oluyor. 

 Jung travmatize olanın regrede bir biçimde, kolektife aktığını ifade eder. Bir gerileme söz konusudur demeye çalışır. Oz hapishanesinde ki oz kelimesini argo olarak bilmemiz gerekiyormuş. İnanç odaklı kolektifler varlık gösteriyor. Çünkü insanlar bu regrede durum ile içinde yaşadıkları ortamla baş etmenin yollarını arıyor.

  İnsanlık kendinde eksik gördüğü şeye dair bir tamlayan düşünce oluşturmaya meylettiği için, önce sfenksvari tanrılar, tanrı krallar inşa etmişi. Zamanla insan ile tanrı düşüncesini yaklaştırıp, tanrının insanlara kendi özelliklerini sunduğunu ifade etmişti. Ki bu düşünce tamlanmaya dair elzem bir ihtiyaç gibi görülüyor. Ya da zamanla insandaki beceriler, düşünce akışı bu yönlü tanrısal düşüncelere yol açtı. Önce tanrıları modifiye eden pragmatist düşünce zamanla insanın kendinde bir protez modifikasyona gitmesine de sebep oldu. Gerekçe hep eksiklik duymak olmalı. Ancak bu modifikasyonlar arasında icat ettiği en acımasız şey yine kendi ihtirasından dolayısıyla eksikliğinden doğan parayı icat etmiş olmalarıdır. Kitlesel  ezici kutsiyet para. Artık insanlar tanrıyı oynamaya başlamıştır.

     Ancak insanda arzulayan özne olması noktasında yine eksiklik duygusunun hâkim olması gerekiyor. Tamlanmak ölüme benzer bir duygudur. Yarı ölü ya da ölümsüz film kahramanlarının bile arzuları var. Yani dünyaya hâkim olmak, hükmetmek, köleleştirmek gibi. Hazine peşindeki kötüler, saygınlık arayanlar hep eksikli olanın peşindeydi.  Yunan tanrıları yazılı metinlerde, tanrıların, insansı arzuları yansıtıyor.  Kendinden yansıyanı sevebiliyor insanlar.  Birlikte yaşam koşulları, benzerlikler üzerinden kuruluyor. Bu anlamda herkes bir yerlerde örselendi. Bir yerlerde ötelendi. Bir yerlerde itildi. Ama benzerlik kurmayı, özdeşleşmeyi, manevi tamlığı aramayı, uyumu, kendi kolektifini kurmayı hep öğrendi. İhtiyaçlar doğrultusunda insan ötekine ihtiyaç duyar ve görselini buradan inşa eder. Tüm yaşamını inşa ederken de travmatize, örselenmiş yanlarından bir çaba sunar insanoğlu. Dolayım, emek ve yolda oluş tamlığa ermenin sonsuz yolculuğudur. Varılan yer hala eksik kalmak zorundadır. 

Havva Ağral

***

Reyhan Karayel ve Yeni Bir Şiiri

KÖLE

Bugün seni seviyorum der yarın başkasına

Ne gerek var böylelerinin yarım kalmış aşkına

Kalplerine egemenlik idesi taht kurmuş

Bekler kendisine sevda köleleri

Azalmaz hiçbiri

Hangi yüzyılda yaşasa da

Reyhan Karayel

ŞAŞKIN

İçimde bozuk bir saatin şaşmayan alarmı

Düşünceler zamanla yarışırken

Gençlik elden gidiyor

İlkbaharım olamamıştın

Belki de sonbaharım olacaktın

Ama zaman gidiyor

Tik tak tik tak

Tik

Tak

                                                    Reyhan Karayel

***

Bedriye Korkankorkmaz ve Yeni Bir Yazısı

Hayatı Gibi Ölümünü de Destansı Kılan, Trajedinin, Tutkunun, Aşırlıkların Sanatçısı: Kleist

      Almanya’nın en büyük trajedi sanatçısı olan HeinrichVon Kleist’ın mezarındayım. Bugüne değin onunla ilgili yaptığım araştırmaları aklımın süzgecinden geçiriyorum. Kişiliği hakkında aykırı düşüncelere savulmak istiyorum ve ona yaşadıklarından sesleniyorum. Sesimin tınısına yaşadıklarına ödediği bedellerin sesi karışıyor.  “Zıt kutbunla akılcı dünyaya ait olamazdın sen” diyerek sohbetime başlıyorum. Sevmek, sevilmek, başkaları tarafından fark edilmek, şöhretli olmak ille de öç almak adına didindin durdun. Yaşadıklarının heybeti ürkütüyordu insanları. Yaşadıklarının/ yazdıklarının senden sonraki yansımalarını sana anımsatmak istiyorum. Merak ediyorum parçalanmış ruhun mezarda bir bütün olabildi mi? Doğarken mi yoksa ölürken mi daha adildir yazgı? İnsanın kendisine karşı sorumluluklarının içinde kendini öldürmek de var mıdır?  Ağzının içine tabancayı dayayıp ellerin titremeden tetiğe basarken acının hangi boyutuyla yüzleşiyordun o an? Neden insan, saygısına/saygınlığına değmeyecekler için kendini tüketiyor senin gibi. Bir yandan hayattan kaçıyordun diğer yandan kendinden. Kendini kendine unutturmak istiyordun. Sürekli yollardaydın.  Huzursuz, ruhuna yenilmeyecektin böylelikle. İnsanın kendisi karşısındaki umarsızlığını ölüm karşısındaki umarsızlığa benzetiyorum ben.  Göçebe ruhun rehberin oldu senin. Ruhların sustuğu tek dünyadan sana sesleniyorum: Mezarlıklar neden bu kadar sessizdir?  Taşkınlıkların, tutkuların, olağanüstü aşırılıkların adamı! Mezarda sessiz sedasız uyumana inanamıyorum. Ayağa kalk! Yık ortalığı! Ölü ruhlara inat ruhların dansına kaldır beni. İncitilmiş ruhumu sağaltacak bir iksir ver bana. Ben de senin gibi kendini eserinden yaratan bir yontu heykeltıraşı olmak istiyorum. Tepeden tırnağa incinmiş duygularımdan yaratayım kendimi.  Güneşi getirdim sana, gecenin karanlığını ver bana; aydınlatayım yaşadıklarımla. Bedellerine benzeyen yüzüm yaşanmışlıkların izleriyle dolu. Korkma yüzüme dokunmaktan. Biz ki, insanları kırmamak adına kendimizi parçaladık.  Yüreklerine dokunduklarımızdı ruhumuzu parçalayanlar.

Parçalanmış ruhumun sesi rüzgârın uğultusuna karışıyor ve baştanbaşa yalnızlık kesiliyorum mezarında.  Gerçeğin gücü karşısında titriyorum. Üşüyorum. İnsanlığın botanik bahçesi mezarlıklar mıdır?  Bitkiler gibi mezarlıkların dünyasında da aykırılıklar farkındalık olarak karşımıza çıkıyor. Sağken birbirlerine kurşun sıkanlar ölürken koyun koyuna birlikte uyuyorlar. Mezarlıkları insanlığın evrenselliğe ulaştığı tek mekân olarak algılıyorum.  Bu cennet bu cehennem mekânının tuvalini yüreğime kazıyorum. Kendinden kaçış hastalığına sen de bu mekânda şifa buldun. Hayallerinin hırslarınla el ele verip seni uçuracağına inanıyordun. Uçlarda yaşamalıydın, benim gibi.  Özünde kendi derinliklerine kök salmak istiyordun ama isteklerinin kutbu birbirinin zıddıydı. Zıt kutbun burcunda doğanlar iflah olmazlar,  kendimden biliyorum. Uçuruma doğru koşarken kendini ölümün kollarına, uçuruma yaklaştığın anda ise yaşamın kollarına atıyordun. İçinin kilometrelerini koşarken hayallerinin derinliklerine dalmak istiyordun.

18 Kasım 1777’de Oder üzerindeki Frankfurt’ta dünyaya geldin.  Dâhi olduğunu çocuk yaşta öğrenme ve öğrendiklerini ayrıştırma kabiliyetin belli ediyordu.  On bir yaşında anne/babanı yitirdin ve Berlin’deki göçmen bir vaizin koruması altına verildin. Baban gibi subay oldun. Bir yere ait olmama duygusu yetimliğinin armağanıydı sana. Hayatın soluk soluğa bir duygunun, bir düşüncenin… peşinden koşmakla geçti.  Kovalamaca hayatının mihenk taşı oldu. Sıradan bir yüze sahiptin. Yetimlik sende kimsesiz olmakla eşdeğerdi. Kimsesizlerin dış görünüşlerine özen göstermeleri gerekmiyordu.   Sevgisizlik kendini ezik bir insan olarak hissetmene neden oluyordu ve duyguların içten içe ruhunu kanatıyordu.   Sen de çağının diğer şair /yazarları gibi toplumda gündemi belirleyen birisi olmak istiyordun. İç dünyanın parlaklığını dış görünüşündeki sertlik, bir ağacı budar gibi buduyordu.  Duygularınla ilgilenen yoktu. Dilinin ruhunla kavgaları bitmiyordu.  Sözlü olarak kendini ifade edemiyordun. Konuşamadıklarını yazmaya başladın sen de kahramanlarından kendini yarattın. Hem hayatına hem de ruhuna giren insanları kendi ateşinle yakmayı seviyordun. Kız kardeşinin parasını aldın.  Nişanlına tutarsız ahlaki isteklerinden dolayı azap çektirdin. Can dostunu da yalnız bıraktın.   Sevdiğin herkese kendinle birlikte ölmeyi teklif edecek kadar deliydin. Nihayet senin gibi ölmek isteyen hayattan bıkmış HenrietteVogel ile tanıştın. Kanser onun bedenini senin de ruhunu esir almıştı. Birlikte düğüne gider gibi ölüme gittiniz.  Gergin mizacın, tutkularının fazla olmasındandı. Tutkularını dizginlemek yerine şaha kaldırıyordun. Şaha kaldırdığın tutkularını ne sözle ne de eylemle tatmin ediyordun.  Kanayan ruhunun acısına iraden meydan okuyordu. Tutkularından biri de içini temiz tutmaktı. Doğru dürüst bir insan olmayı başarmak istiyordun. Düşüncelerin doğruluğa duyguların ise aşırılığa tutkundu. Disiplinli çalışıyordun. Aşırı ahlaklı olman hırslarını hayata geçirmeni engelliyordu.  Kafandaki ideal dünyaya benzetiyordun akılcı dünyayı. Duygularını abartılı yaşadığın için, içine ne kadınlar, ne dostların ne de hayallerin sığıyordu. Taşkın ruhun aşırı gururluydu. Gururun kendin gibi herkesi bir kalıba sokamadığı için yaralanıyordu.  Ahlaki azap duygunu izah edilmeyecek boyutlara vardırıyordun. İlk yaşadığın cinsellik deneyiminde iradene yenildiğini düşündüğün için ruhun azap içinde kıvrandı uzun bir süre. Cinsellik daha sonraları oyunlarının baş konuğu oldu. Penthesilea’da cinsellik tavan yapmıştı.   Goethe,  oyunlarında cinselliği gereğinden fazla öne çıkardığın için rahatsız oldu.  Herkesin yaşadığı günlük olaylara yüklediğin anlamdan bir başyapıt değerinde, kütüphaneler dolusu eserler çıkar. Dedim ya zıt kutupların gökyüzü gibiydi kişiliğin.  

Takıntılarından biri de hayat planı yapmaktı. Ölmek de hayat planlarının arasındaydı. İsteklerin kırpık ipler gibi dikiş tutmuyordu. Parçalanmışlık ruhunda tiryakilik yaratmıştı. Sen ne ünlüydün ne de diğer sanatçılar gibi üniversite eğitimi görmüştün. Geleceğin için kaygılanan kimsen de olmamıştı senin. En büyük tutkun müzikti ve müzik alanında eğitim alman yasaklanmıştı sana. En sevdiğin flütü bile gizli gizli çalıyordun. Sen de kendi doktorun oldun ve yarana neşter vurdun.  Ruhuna ait olmayan askerlikten ayrılarak yetişkin insan olma yolunda ilk adımı attın. Felsefe, matematik, doğa bilimleri özellikle de edebiyat tarihlerini okuyarak kendi öğretmenin oldun.  Hayatın gerçeğini bilgiyle kavramak istiyordun. Kültürlü olduğun kadar erdemli de olacaktın. Erdemlerinden kendini yaratacaktın. Kendi çabalarıyla Latince/Yunanca öğrendin.  Çabalarının amacı kendine ulaşmaktı. Kant’la tanıştın. Kant, senin hayatını altüst etti. Kant, felsefesiyle senin hakikat olduğuna inandığın bilgi birikimini yerle bir etti.  Amaçsızlık amacın oldu. Bilginin cefalı yolundan ayrıldın. Yerleşik hayata/hareketliliğe karşı tiksinti duydun.  Çiftçi oldun. Yalnız ve sade hayat huzursuz ruhunu dinlendirmediği gibi teselli de etmedi. Çiftçiliği bırakıp Paris’e döndün. Kendi derinliğinde boğulma duygusuyla edebiyata yöneldin. Yazmak ruh cehenneminin tek cennet köşesiydi.  Hırsın o tek cennet köşeyi de cehenneme çevirdi. Aşırılık ile mübalağa olan düşkünlüğün, ruhunu rahat bırakmadı.  İlk eserinle edebiyat dünyasının, önünde diz çökmesini bekledin. Gerçeklerle yüzleştiğinde sık sık hayal kırıklığı yaşadın. Sevgisiz olduğun kadar mutsuzdun da. Sözcüklerin ne munis ne mütevazı ne de olgundu. Sözcüklerinin her biri cehennem ateşinde yanan kütüktü.  Acılarının hak ettiği tek ödül ölümsüzlüktü. Kendini tüketircesine tutkuyla bağlandın sözcüklere. Asıl yurdun trajediydi.  Eserlerinin anahtarıyla açacaktın trajedi yurdundaki kilitli kasalarını. Seni ayakta tutan güç ünlü olacağına olan inancındı. Hırsının kazanının altına atabildiği kadar odun atıyordun bunun için. Oyunlarını, şiirlerini, mektuplarını… kanınla yazmaya başladın. Yazdığın her sözcük senin ruhunda ayaklanan halkın sesiydi. Aklında ayaklanan sözcüklere hırs kırbacıyla saldırıyordun sen. Kendini iyi hissetmenin tek yolu kan ağlayan sözcüklerin eserini yazmaktı. Ne yazma hırsından ne aşırı gururundan ne aşağılık duygundan ne de ünlü olma beklentinden vazgeçtin.  Yazdığın eserleri ve birçok taslağını da bu yüzden yaktın. Eserlerinin her biri kendine karşı verdiğin savaşın er meydanıydı. Yaşadıklarından aldığın yaralar seni drama itti. Bir yandan sanatı seni ayakta tutan bir güç gibi görüyor diğer yandan da sanatı sırtında taşıyamayacağın ağır bir yük haline getiriyordun beklentilerinle. Beynindeki depremin artçı sarsıntıları yansıyordu eserlerine. 

      Almaya’ da Goethe ve Schiller’le tanışman yararına olmadı senin.   Goethe, samimiyetinde samimiydi ama senin garip yapını benimsemedi.  Onun ünü ve toplum yapısı üzerindeki büyülü gücünü kıskanıyordun. Goethe, her sanatçının yaşanmışlıklarının eserine farklı yansıyacağını unuttuğu için senden de kendi eserlerinin bir benzerini yazmanı istiyordu. Ünlüler yazdıklarına dair görüşlerini önemseyen aday sanatçılara karşı yaklaşımlarında daha duyarlı olmalılar. Goethe ünlü olmak için ne kimsenin karşısında ezildi ne de sanat dehasını başkalarına onaylatmak ihtiyacı duyacak kadar kendine güvenini yitirdi. Senin acılarından ve aşırılıklarından yarattığın her karakter Goethe’ninkinden de daha saygındır; çünkü insanın yıkımları/ dirilişleri… tüm çıplaklığıyla yansıyor eserine.  Goethe önce olay örgüsü üzerinde düşünüyor sonra düşündüklerini felsefenin süzgecinden geçiriyordu. Düşünsel gelişimine katkı sağlayan sağlam düşüncelerle eserlerini yazmaya özen gösteriyordu.  Senin gibi ruhunu bir anda kusmuyordu eserine. Goethe’nin sahip oldukları ile senin sahip olamadıkların ancak eşit olabilirdi.  Seni de rahatsız eden eşitliğin bu türüydü. Yaşadığın her duygu sende bir yıkıma neden oluyordu. Düşündüklerini eyleme geçirememe, ruhunu kalbura çevirmişti.  Ruh sağlığını korumak da aklının ucundan geçmiyordu, benim gibi. Hayatın doğal akışına kendini bırakmak ve hayatta payına düşene razı olmak doğanda yoktu.  Yaşadıklarını hafife almanın bir insana kazandırdığı ruhsal avantajdan da yoksundun. Duygularını acılarınla sivrileştirdikçe ruhunun nefes aldığını hissediyordun. Hayatın gibi eserlerin de uzun soluklu hazırlık dönemine, akla hayale gelmeyen karmakarışıklığa ille de dramın dolambaçlı dehlizlerine ihtiyaç duyuyordu. Eserlerinde duygularının zirvesine çıkmak bile seni tatmin etmedi. Kendine işkence etmekten aldığın zevkin tadına varmak için sürekli gerilimin dozunu yükseltiyordun bir eroinman gibi. Sinirlerini benzer yöntemlerinle patlamak üzere olan bir volkan haline getiriyordun.   Eserlerinde ya bir kabadayı gibi böbürlenme ya okyanuslarla yarışacak kadar derin olan yaşam sevinci ya ölüme kendini adamışlık ya ölüm döşeğindeki bir hastanın bitkinliği ya da bildiklerini mezara götüren ketumluk hâkimdi. Gücünü yalnız ve tek insan olmandan alıyordun. Sert sözcüklerini nihayet Kohlhaas eserinde olduğu gibi insancıl bir boyuta yükselterek yumuşatmıştın. Ahenk duygusu hayatında olmadığı gibi sözcüklerinde de yoktu. Taşkınlığını tersinden akan bir okyanusa benzetiyorum ben. Tersten akan bir ırmağın götürdüğü yeri yüreğinin seni götürdüğü yer olarak algılıyordun. Tersten gitmeliydin yüreğinin götürdüğü yere. Değerlerine saygı duyduğun ülkenin senin değerlerine de saygı duyacağını düşünüyordun. Düşüncelerinde yaşadın sen; düşüncelerinde! Kendi karanlığına gömülen duyguları görmekte mahirdin. İç dengeni dengesizlikler ayakta tutuyordu. Kahramanların şöhretli değil; senin gibi uçlarda yaşayan insanlardı. İnsan ruhunun derinliğini kıskıvrak kavrıyordun. Ruhundaki duygusal yoğunluğa kahramanların bile dayanamıyordu. Vatansız olan ruhundu. Ruhunun vatanı da duygularınla hayallerindi.  Dramınla sarstığın okuyucuyu aynı anda olağanüstü coşkunla başka dünyalara götürüyordun. Bir anda ölümden yaşama dönüşü yaşatıyordun okuyucuna.  Yazdıkların senin dramındı.  Senin kadar gerçek olmaları doğaldı. Seni üzenleri eserlerin aracılığıyla okuyucuna şikâyet ediyordun. Okuyucunun gözünde dramlarını sıra dışı yapan da senin kendini anlatmaya/anlaşılmaya duyumsadığın isteğinin paramparça ettiği ruhunun kanlı fotoğraflarıydı.  Prinz Friedrich von Homburg en iyi dramından birisidir.  Dramında yaratılışının özünü oluşturan trajediyi zirveye çıkarıyordun.    Hayatının iniş ve çıkış basamaklarında okuyucuyla birlikte çıkmayı / inmeyi seviyordun ve yalnız olmadığını hissettiğin zamanlar kendini bu duygunun büyüsüne kaptırdığın zamanlardı. İmkânsızı başarmak gibi bir anlamı vardı yaşadıklarının. Aşırılıklarını bu yüzden törpülemek istemiyordun. Yazgının sana kurduğu tuzağa düştün.  Başta ilgisi ve sevgisi senin için önemli olan Goethe sırtını döndü sana. İşinden ayrıldın.  Yaşama nedeni saydığın dergin yasaklandı. Oyunların boş sahnelerde sahneleniyordu. Halk seninle alay etmeye başladı.  Kitaplarını basmıyordu yayıncılar. Çalışacak iş bulamadığın gibi dostların ile kız kardeşin de seni terk etti.  Ustalık eserin olan Prinz Friedrich von Homburg’un, hayalini kurduğun üne seni kavuşturacağını algılayacak durumda değildin. Hayat standardın düştükçe düşüyordu. Pespaye giysilerinle bir ayyaş gibi ortalıkta dolaşıyor, zaman zaman da izini kaybettiriyordun. Ne yaşadıklarının ne hislerinin ne de isteklerinin bir değeri yoktu ülkende. Tanıdıkların kendilerinden yardım istediğin için senden kaçıyorlardı. Dizginlemeye kıyamadığın dik başlı ruhunu hayat dışlıyor, aşağılıyor, yerden yere vuruyordu gözlerinin önünde. İçindeki Azrail karşına dikildi. Umarsızlığın kıskacında seni kurtaran meleğindi. Kıskandıklarının hiçbirinin cesaret edemediği kendini öldürme cesaretine sahiptin sen. Yerinde olmak istediğin insanlara bir meydan okumaydı intiharın. Seni/değerlerini dikkate almayan topluma yalnız ölmeyerek bir nanik attın.  Senin gibi ölmeye meraklı olan bu kadının varlığıyla tanışacak, kıskanacaktı sana sırtını dönenler. İlk aşkına karşılık vermeyen kadından da öcünü alacaktın.  Ölüm ortaklığından öte, kadına yüklediğin anlamlar çoğuldu. Bu kadın hasret gideremediğin annene duyduğun özlemdi. Bu kadın, senin tam bir erkek olduğunu ispatlayan duygu raporuydu. Bu kadın hasretini duyumsadığın hayallerinin sigortasıydı.  Bu kadın yazdıklarının seni şöhrete taşıyan mucizesiydi. Bu kadın yazgının, acımasızlığını sana unutturan kıyağıydı. Ölmeden önce kız kardeşine ve seni sevmekten vazgeçmeyen gönül dostun Marie von Kleist’e veda mektupları yazdın. Otuz dört yaşında önce Henriette Vogel’i sonra da kendini vurarak ölüme de imzanı attın. Ait olmadığın bir dünyadan ait olduğun dünyaya göçtün. Trajedinin şairi, aşırılıkların kefenine sarıldı vücudun.  Goethe gibilerinden ölüme gidiş biçiminle, ölümünü destansı kılarak öcünü aldın. Goethe, senin gibi halkın yaşama ve ölüme boyun eğişindeki evrensel hayatı da aşan adanmışlığın çılgınlığını ne yaşamaya ne de yazmaya cesaret edebilir. Yazık ki, sen bu gerçekten bihaber ayrıldın dünyadan. Ölerek kendini ölümsüzlük mertebesine yükselttin. Cesedini kendin gibi acının, hasretin, sevgisizliğin, aşağılanmanın…  parçaladığı ruhlara ithaf ettin. Bu yüzden oyun yazarı olmuştun.  Hayatın sahnesinde yaşadıklarını sahneleyecektin okuyucularına. Schroffenstein Ailesi, Kırık Testi, Robert Guiskardsu’yla oyunların birbirini takip etmişti. 

Michael Kohlhaas’da iki yağız at olayından yola çıkarak toplum mekanizmasının işleyişini irdeliyorsun. Bu işleyişte aksayan yönlerin bireyin hayatı üzerindeki olumsuz etkilerini bir belgesel gerçekçiliğiyle ele alıyorsun.   Öyküde sevdiğin diğer bir feylesof olan Rousseau’nun etkisi hissettiriyor kendini. Rousseau Toplum Sözleşmesi adlı eserinde bireyin özgürlüğünü elinden almadan bireyin kişiliği ile malını korumak sorumluluğu yüklenir topluma.  Bireyler yasal haklarından eşit yararlanıp her tür insani ilişki içerisine girsinler birbirleriyle; sadece kendi kanunlarına boyun eğerek özgürlüklerini/özgünlüklerini korusunlar. Öykü bu görüşün manifestosu gibi. Senin manifeston da tutkuların değil; insanların basit olduğudur. Senin en büyük yanılgın kendine âşık olduğunu anlamamandı. Bu yüzden kendinde görüp sevdiğin yanlarını toplumun da görüp seni senin kadar sevmesini/ benimsemesini bekleyip durdun.  Kibrinle kinini yarıştırdın. Ateşle baruttansa ateşle ateşi yarıştırdığın gibi.  Kibrin bir kalkandı içinde ezildiklerinin karşısında ezilmemek için. Beyaz sayfalar senin poker kağıtlarındı. Hayatının kumarını oynuyordun beyaz sayfalarda. Sözcüklerin ruletinde ya kendini kazanıyor ya da kaybediyordun. Melekleri değil şeytanları dansa kaldırıyordun. Eserlerindeki şeytana özgü zekâ kıvraklığı tesadüf değil. Özverini edebiyatta adadın. Sözcükleri özverinle kendine âşık ettin. Ve bir erkek olarak ateşle yatan sözcükleri dölledin. Hissettiğin her duyguya kendini koşulsuz adadığın için adın –Ada- olmalıydı senin. Kuduz köpekler gibi sen de sözcükleri kudurtun.  Karakterlerin ya tam bir varlık olarak kendilerini benimsiyorlar ya da varlıklarını bir bütün olarak dışlıyorlardı Kohlhaas’ta olduğu gibi. İki yağız at yüzünden;   karısını, uşağını, malını kaybediyor.  Katil oluyor. İdama giderken mutludur; çünkü insanlığı terk eden hak ve adaleti tekrar insanlığa armağan etmiştir.  Gerilim eserlerinin kalbiydi. Guiskard’da oyunun bir nevi çil çil altınlar gibi bir anda dökülüyor sahneye. Bunun aksine Homburg, Penthesiles, Hermannsschla adlı oyunlarının olay örgüsü değişiyor. İzleyici bir çırpıda oyunun gizine eremiyor. Oyun karakterlerin her biri birbirinin bire bir eşitiymiş gibi başlayan oyunun ortasında bir anda  karakterlerin her biri kendilerini tamamlayan tutkularına hırsla sarılıyorlar ve birbirlerinden kopuyorlar. Oyunlarında iç içe geçen tutkular nasıl bir bütün halinde birbirini var ediyorsa aynı tutkular bir bütün halinde birbirinden ayrılarak kendi tutkularını yaratıyorlar.

  Karakterlerini dengesiz insanlardan seçmeni anlıyorum. Dengesiz insanlar ancak akılcı dünyanın dengesini bozabilirler. Dengesizler içten pazarlıklı değildir senin gibi. Ve dengesizlerin ne dünyaları ne de duyguları küçüktür. Sen bir insanın bir başka insan karşısında küçülmesine tahammül edemiyordun, benim gibi. Akılcı dünyanın insanlarının duyguları çıkarlarının boyutuna göre değişiyor oysa.  Adiliğin kol kanat gerdiği dünyada kendi kendini kırmızı bültenle arıyordun.

      Sevgili Kleist, tüyler ürperten öykün aşırı cömert davranarak yüreğini beynini… sağlığında tükettiğini kanıtlıyor.  Tutkuya dönüşen iç tepkilerin şöhretin ayrıcalıklarından yararlanmana izin vermezdi yaşasaydın da. Yani kendini de fani dünyayı da tüketerek ayrıldın aramızdan. Kısa ömrüne asırlar sığdırdın. Dönek şöhretin zehrinden içmediğin için şanslısın. Başını mezarından kaldır da yirmi birinci yüzyılda eserlerinin seni halkın sanatçısı yaptığını gör.  Mezarının başında “Dünyadan Bir de Kleist Geçti…” derken bak yıldızlar şapkalarını çıkarıyorlar göklerin zirvesinde sana. İşte zirvedesin! Gururlarının yücelttiği insanlar başları dik mezara uzanırlar ki, ölüm bile gururlarını yerlerde sürümesin.

     Evet, kimsenin eli sana kalkmayacak bundan böyle. Hayat da zaaflarının üstüne giderek senden mükemmel bir savaşçı çıkarmıştı. Küçülmeden, insanlığından ödün vermeden, kimseye benzemeden,  acıyı, ihaneti, sevgisizliği, aşağılanmayı… yüreğinin derinliklerinde his ede ede ayrıldın cücelerin dünyasından. Cücelere değil ölüme boyun eğdin.  Boyun eğerek ölümün elindeki hayatının kontrolünü aldın. Ona da boyun eğmiş sayılmazsın böyle düşündüğümde.

       Mezarının başına bir buket kır çiçeği gibi bırakıyorum duygularımı. Sevgimin seni terk etmeyeceği bildiğim gibi mezarında da üşütmeyeceğini biliyorum.  Sevgilerimle.

Bedriye Korkankorkmaz

***

Molla Demirel ve yani Bir Şiiri

ATEŞLİ BİLYE

Saklambaç ve şah oynardı

Futbol peşinde koşardı Gazze topraklarında

Filistinli ve İsrailli çocuklar

Birilerini petrole, gaza ihtiyacı vardı

Onlar dost oldukça sömüremeyecekleri o toprakları

Silah satamayacaklardı Ortadoğu halklarına

Oyun dedikya batılı tüccarda

Oyuna getirdi kavgaya sürdü bu çocukları

Durmadan bilye yolladı İsrailli çocuklara

Onlarda savurdu Gazeli çocuklara

Yıkıldıkça yıkıldı evler

Parçalandıkça parçalandı vücudu çocukların

Batılı dayı melek kıyafeti giyinmiş aç kurt

Bilye, panzer savaş uçağı gönderdikçe

Kızıştı çocuklar arasındaki bilye oyunu

Aktı Ukrayna’dan,buğday, çiçek yağı mutfaklarına

Aktı akacak Gazze’den petrol, gaz evlerine

Satıldıkça batılı dayının o ateşli çelik bilyeleri

Doldukça doluyor para kasaları

Parçalandıkça parçalanacak çocuk vücutları.

Duyun sesimi çocuklar

Dokunmasın elleriniz o ateşsaçan bilyelere

Deriden, köseleden olsun gene toplarınız

Satranç, saklambaç ve futbol oynayın

Voleybol, basket bol sahaları bekliyor sizi

Kol kola girin özgürlük şarkıları söyleyin

Kucaklaşın, öpüşün

Sevgi olsun şiarınız çocuklar

Aman çocuklarUkraynalı ve Rusyalı

Ve İsrailli, Filistinli çocuklar

Sürmeyin elinizi o ateşli bilyelere

Onlar ev yıkıyor yaşıtlarınızı parçalıyor

Kin kusuyor ve düşmanlık dağıtıyor

Batılı dayılar kendilerine saklasınlar

O ateşli bilyeleri

Özgürlük ve barış şarkıları söyleyin çocuklar

Özgürlük ve sevgi şiirleri…

                                                          06.01. 2024

SABIRLI OLMAK

Üç kez sten eklediler tekleyen kalbime

Yerinde kayan omurga kemiklerin acısı

Basıyor hasret bu tekleyen kalbimin acısını

Alıştım acılarla yaşamaya

Kan incelten geceleri uyutmayan kramp da tuzu biberi

Sabah akşam aldığım yedi ilaç

Yaşamı uzatırım umuduyla

Bulamadım kitap okumaktan daha iyi bir ilaç

Donattım evin bütün duvarlarını kitap

Resim ve fotoğraflarla

Güz yaprağı sanki bir bir düşüyor anılarım bunlardan

Yorulsa da gözlerim okumaktan

Ve parmaklarım tuşlarda dolaşmaktan

İlaç değil yeni sözcükler acılarıma kafa tutan

Yoksulluğa çözümdür bulunursa bir iş

Birkaç kitap,bir bardak süt ısıtır içimi

Beni kendilerine benzetemeyenlerin eleştirisi

Bazen tuz ve biber olsa da acılarıma

Bu yetmiş beşlik baş eğilmez hiçbir gücün önünde

Bahçemizdeki bütün meyveleri parasız

Dağıtsam bu ayakkabı boyayan çocuklara

Okul sıralarına bir kitap, defter, kalem koyabilirler mi?

Yüzleri güler mi güneş gibi derslikte

Aldırma be kalbim hayatı tanımayanların sözlerine

Bu gözleri umut dolu çocuklar şiir

Ve türküyle yolcu ederler beni sonsuzluğa

25.01.2023

Molla Demirel

***

Yasemin Akalın Ve Yeni bir Öyküsü:

KUŞ UÇTU

Köyün hocası olan dedemin hayatı; ev bakkal dükkanı ve camii arasında sürüp giderdi. Dedem evde yoksa bakkal dükkânı da kapalıysa  bilin ki camiye gitmişti.

Az sonra onun hiç yaşlanmayan sesi, ezan okumaya başlar, bu ses evlerde sokaklarda  yankılanır  müminleri namaza davet ederdi.

Akşam namazı sonrasında köylüler, öteberi almak için bakkal dükkânına doluşur dedem de yemek  vakti olduğu için her seferinde onlara çıkışır, bir daha bu vakte kalmamalarını sıkı sıkı tembihlerdi.

Ama ertesi gün, daha ertesi gün hep aynı sözler aynı tembihler  bakkal dükkânının içinde dolaşır dururdu.

Zaman sanki aynı noktada takılıp kalmıştı.

Hep aynı ritimle devam edeceğini sandığımız hayat önce dedemin adımlarını yavaşlattı. Dedemin adımları  camiden hemen arkasından da bakkal dükkânından kesiliverdi.

Dedemi artık kış günlerinde sobanın yanında, başında takkesi, elinde tesbihi kalın kalın giysiler içerisinde görüyorduk 

Bütün kış kalın giysiler içinde soba başında gördüğümüz dedemiz, bahar gelince canlanır, gençleşir; baharın kokusunu içine çekerdi. 

Yine bahar geldi.

Dedem; bu kez meyve ağaçlarının dünyayı kokuya boyayan çiçeklerinin, kırlara yayılan kırmızı ve mor lalelerin bembeyaz papatyaların, yeni doğan kuzuların farkında değildi. 

Hastaydı dedem hem de çok hastaydı.; yatağından hiç çıkmıyor, bir iki kaşık yemekten başka da hiçbir şey yemiyordu. .

 O günlerden birinde dedem; oğluna, yani babama fısıldayarak: ” Oğlum beni kucağına alıp avluya çıkar, dünya gözüyle gökyüzüne bakacağım.” demiş.” Babam hayatında ilk kez babasını taşıyacak, onu kucağına alacakmış. Kuş gibi hafifmiş dedem, babamın boynuna yaşlı, ince kollarını sarmış; avluya çıktıklarında babamın kucağından göğe bakmış.

Avludaki tenekelerde çiçekler mis gibiymiş,  ahırdaki inek de kapıdan başını çıkarıp onlara bakıyor, bakarken de ne olduğunu anlamak ister gibi kafasını sallıyormuş. Evin köpeği de hemen yanlarına gelmiş.

Dedem hiç onlara bakmamış, yalnız gökyüzüne bakmış  O esnada avludaki erik ağacının  çiçekleri üzerine bir kuş gelmiş; babam ömrü hayatında  yemin billah böyle bir kuş görmemişmiş, kuş babama bakıyor, bakarken de ötüyormuş “  İnsanın içine işleyen bir sesi varmış kuşun.

Dedem hâlâ gökyüzüne bakıyor, ne öten kuşu duyuyor ne açılan çiçeklerin kokusunu alıyormuş. O; ölene kadar göğe bakacakmış. Babamın boynuna dolanan zayıf kollar az sonra gevşemiş; dedem göğe bakarak “ La ilahe illalah” deyip gözlerini yummuş. 

Babam ağlamaya başlamış; onun ağlamasına babaannemin, halalarımın feryadı erişmiş. 

Erik ağacındaki kuş; o esnada yine gözüne ilişmiş babamın. 

Kuş ağaçta öylece duruyor; babama bakıyormuş, babama bakarak da uçmuş gitmiş. 

Bu bakış, bu uçuş babama çok acıklı gelmiş. 

”Kuş uçtu, kuş uçtu:” demiş. 

-Dedemin bu dünyadan göçüşünü herkese hep öyle anlatır durur hala….

***

Yaşar Akalın ve Yeni Bir Şiiri

AVUT BENİ

avut beni

 sana birazcık uzun bakmıştım

sustuğun yerleri aradım yüzünde 

yüzün huzursuz zamansız huysuz 

yüzün çocuk 

kısacık durduk 

bakış henüz düşmeden kırılmadan 

 çürümeden eski bir yaprak gibi

o ana ilişmiş  bir resmi dolduran 

hiçliktik görüntüydük

o köpüklü  ırmağı geçmiştin 

seni çağırdım

 kayıtsız uzamsız bomboş

 bir kez kısacık baktın bana 

 sesim suyun gürültüsü bahar pus patikalar 

ölüm kadar uzun unutmak kadar hafif 

ta içini tırmalar uçarı duraksız bir neşe

yeşermiş dualar çitlerle çevrili bahçe  uyku

 yokluk 

söylemeseydiler belki de  hiç hatırlamazdım

avut beni

orda durur çiçek kuş yağmur 

bahar başındayız

şimdi  gitme 

şimdi çok erken 

birazcık dur… biraz dur

                                                              Yaşar Akalın 


***

BU YAZILARDA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Konuyla İlgili Düşüncenizi Paylaşabilirsiniz

    Cevap Yazın